Nasıl tanıştık ne söyledik hiç hatırlamıyorum. İlkokul birinci sınıftaydık. Aynı sırada oturuyor, her şeyi birlikte öğreniyorduk.
Deniz…
Okuldaki ilk arkadaşım belki de hayattaki…
Yanlış hatırlamıyorsam, babasının işleri nedeniyle Rize’ye gelmişlerdi. Çok güzel resimler yapıyordu. Sadece teneffüslerde değil okul sonrasında da okulun bahçesinde akşama kadar birlikteydik.
Dilimden düşmüyordu “Deniz, Deniz, Deniz…”
Hatta evlere ilk kez telefon bağlanmıştı. Daha hat kullanıma açılmamıştı fakat biz telefon numaralarını birbirimize vermiştik.
Akşam eve gidince “hat açılmış mı?” diye sürekli onları arıyordum. İki bilemediğin üç gün sonra açılmıştı, bir akşam “karşıdan alo” sesi gelince birlikte havalara uçmuştuk, böylece akşamları da telefondaydık.
Üçüncü sınıfın yaz tatilinde Deniz’ler babasının işleri nedeniyle İstanbul’a taşındılar. Gittiklerinin ikinci ayında geldi ilk mektup. Mektup arkadaşı olmuştuk. 9 yaşındaydık.
İstanbul’un sokaklarını onun mektuplarında gezmeye başlamıştım…Ne çok hayalimiz vardı...Hedeflerimiz, arkadaşlıklar, ilk aşklar…Neler yazmıyorduk ki mektuplarda?
Yaşımız ilerledikçe, konularımız değişse de mektuplarımız hiç azalmıyor, artıyordu. O sinemada izlediği filmleri bana yazıyordu mesela. Rize’de o dönem sinema yoktu fakat ben Deniz’in izlediği filmlerle bir sinefil olmuştum bile.
Her mektupta, İstiklal Caddesi’ne, ünlü Kitap Fuarları'na, tiyatrolara, resim sergilerine gidiyordum.
O Uğur Mumcu, Erdal Atabek, Buket Uzuner, Oktay Akbal, Fakir Baykurt okuyordu, bana gönderiyordu, ben ne okuyorsam ona.
8 Mart Dünya Kadınlar Günü'nü kutlamayı ondan öğrendim. Leman Dergisini...
O küçücük kentte beni mutlu eden nadir ve şimdilerde daha da iyi anladığım gibi dünyaya pencerelerimi açan Deniz’in mektuplarıydı aslında.
Deniz’den gelen mektuplarda sinirlenir, ağlar, kahkaha atar ve o küçük kenti kocaman bir dünyaya çevirirdim. O herkesin hayranı olduğu güzel resimlerini paylaşırdı, ben ise şiirler, öyküler…
Uğur Mumcu öldürüldüğünde ayrı kentlerde, tv başındaydık, ikimiz de mektubumuzda bunu yazmıştık birbirimize. Sonrasında Metin Göktepe...
9 yaşında başlayan mektuplaşmalarımız, İstanbul’da üniversiteyi kazandığımda da devam etti. O Mimar Sinan’da Resim bölümünde okuyordu, ben İstanbul Üniversitesi’ndeydim. Yine de bir türlü görüşmüyorduk. Daha doğrusu bir türlü denk getiremiyorduk. Ara sıra sabit telefonlardan konuşuyorduk.
Okullar bitti, hayat mücadelesi başlayınca biraz aksadı mektuplaşmalar. Bu kez Facebook’tan yazışmaya başladık. Az.
Taraf’ta çalışmaya başladığımda ilk tepkisi geldi. Kızıyordu. Belki de ben anlatamıyordum. Tüm iletişimimiz kesildi. Bir kaç kez ulaşmaya çalıştım, kızdığı için tüm iletişimini kopartmak istedi herhalde diye düşündüm, peşine düşmedim. Akılsızlık etmişim.
7 yaşında başlayan arkadaşlığımız, 25 yaşımızda sona erdi. Deniz’e hiç ulaşamadım. Hiç görmedim.
Bazen gittiğim bir imza gününde, “Acaba bu Deniz’midir?” diye düşündüm. Bindiğim bir otobüste bir kızı ona benzettim.
Yıllar ilerledikçe elbette aklıma düştü, hem de defalarca. Sosyal medya alanları da genişlediği için oralara yazdım. Aradım taradım Deniz’den bir ize ulaşamadım.
“Hep bana çok sinirlendi, görüşmek istemiyor” diye düşündüm.
Geçen haftalarda bir kadın yazdı instagram’dan…
*Merhaba sen Rize İstiklal İlkokul’undaki Evrim misin?
-Evet
*Ben Deniz’in ablasıyım.
-Aaa Deniz nasıl ona ulaşmaya çalışıyorum?
*Ben İngiltere’de yaşıyorum.
-Deniz’e çok ulaşmaya çalıştım. Neler yapıyor?
*Evrim lütfen yazılarına, haberlerine devam et.
-Deniz iyi mi?
*Deniz’i kaybettik…
*Çok üzüleceğini biliyordum, söylemedim...
“Bana kızdı ondan iletişimi kesti” diye düşünürken, o ölümcül hastalığıyla mücadele ediyormuş oysa...
Şimdi "kendine kız Evrim" diyorum günlerdir...Yolculuklara çıkıyorum, başka konuları düşünüyorum, haberlerimi yazıyorum... Aklımın kalbimin bir kenarında hep Deniz...
Canım Deniz... Uyuduğun yer incitmesin...