İlkin belirtmeliyim ki, seçimleri demokrasinin olmazsa olmazı görüyor ve seçim sonuçlarından tasvip etmediğim bir iktidar çıksa bile, seçmenin bir (milli irade lafı, siyaseten de sosyolojik olarak da berbat bir laf) iradesi olarak önkoşulsuz kabul ediyorum.
Demokrasi, bir çoğunluk yönetimidir. Ancak demokrasiyi bu özelliğiyle açıklamanın ve bununla sınırlamanın siyaset terminolojisinde ciddiye alınacak bir tarafı yoktur.
Böyle bir girizgâha demokrasinin yine olmazsa olmaz koşullarından birkaçı olan: Seçilmiş olanın seçildiği süre boyunca her istediğini yapma hakkının olmadığını; azınlık haklarının garantiye alınması ve toplumsal eşitliğin sağlanması şartını; güçler ayrılığı ilkesine uyulması gerektiğini de belirtelim.
Bir diğer deyişle, Başbakan Erdoğan’ın sıkça tekrar ettiği gibi, ben çoğunlukla seçildim, çoğunluk ne derse o olur demenin demokrasiyle ilgisinin olmadığını, bunun olsa olsa plebisiter diktatörlük özlemi olduğunu belirtelim.
Şimdi yazının başlığındaki soruyu tekrar sorabiliriz; Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarına mecbur muyuz?
Bir muhalif olarak ben, mecbur değiliz deme hakkına sahibim.
İktidarın niteliği ne olursa olsun, muhalefetin her zaman böyle bir hakkı vardır. Ancak AKP, hükümet edecek bir çoğunlukla seçilmiş ise, ben o hükümetin varlığını, uygulamaları nedeniyle değil de, var oluş nedeniyle, yani seçim sonuçları itibariyle kabul ediyorum. Bir başka deyişle çoğunlukla seçilmiş her partinin ve kurulan her hükümetin, her zaman demokratik bir yapıda olması şart değildir. Dolayısıyla AKP’nin çoğunluk tarafından seçilmiş olması, demokrasinin bir kuralı olmakla birlikte, bu durum, AKP’nin ve hükümetinin demokratik olduğunun ya da olması gerektiğinin kanıtı değildir. Bunun altını özellikle çiziyorum çünkü hükümetin medya ayağındaki entelektüel seviyelerinin düşüklüğü oranında kurnazlığı gelişmiş olan kalemleri, demokrasinin seçim kuralından hareketle, seçilmiş olanın demokrat olduğu ilişkisini kuruyorlar ki, bu bir çarpıtma ve yalandır! Böyle olmakla birlikte seçilmiş bu hükümetin veya başka bir hükümetin darbe yoluyla devrilmesine de kesinlikle karşıyım.
Özellikle 17 Aralık’tan bu yana Başbakan Erdoğan, yolsuzluk soruşturmaları nedeniyle sarsılan iktidarını şu iki iddia üzerinden, cambaza bak cambaza diyerek insanların dikkatini başka yere yönlendirerek kendi işini yapan gibi, toparlamaya çalışıyor:
1) Türkiye AKP iktidarıyla gelişmeye, güçlenmeye başladı. Bunu çekemeyen dış güçler, iktidarımıza kumpas kurdular ve bizi yıkmak istiyorlar. Bizim yıkılmamız, Türkiye’nin yıkılmasıdır. Düşmanlarımızı sevindirmeyelim. Düşmanlarımız ise, tabii ki her dönemin bir numarası İsrail, Cemaati maşa olarak kullanan ABD ve batı! Ülkesini korumak isteyen, bize sahip çıksın!
Bu söylemin temelinde, AKP iktidarına yönelik eleştirilerin önünü kesmek için kurnazca bir Türkiye ve AKP özdeşliğinin kurgulanması yatmaktadır.
2) Barış sürecini biz tesis ettik. Biz olmazsak, barış süreci zarar görür, hatta biter! Barış sürecini Cemaat sabote etti. Oslo’nun ifşa edilmesinde de, KCK operasyonların arkasında da hep bu Cemaat vardı. Şimdi Cemaate karşı mücadelemizde Kürt hareketi bize destek vermelidir.
Bu ikinci maddede bir parça gerçeklik payı olmasına rağmen burada da hükümet, sorumluluğu Cemaatin üzerine yıkarak, kendini temize çıkarmaya çalışıyor. BDP’nin bu denli karmaşıklaşan siyasi durum ve dünya konjonktürü nedeniyle bıçak sırtında yürümeye çalıştığını ve bunun ayrı bir yazıyı gerektirdiğini söyleyerek 1. maddeyi/söylemi ele alalım.
Barbarları Beklerken
Belki içe dönük kişiliğinden olsa gerek, şiirlerinde hüznü edebi bir estetikle işleyen Konstantin Kavafis’in “Barbarları Beklerken” adında bir şiir var.
Antik dönem şehrinde yönetenler, barbarlar geliyor diye şehir halkını endişeli bir bekleyişe sokarlar. Şehrin yöneticileri, sorunları ve soruları barbarlar geliyor diye geçiştirmekte, barbarların varlığı ve korkusu üzerinden sürekli bir çözümsüzlük üretmektedir. Şiirin son kısmı, barbarların geleceği yalanına alabildiğine inandırılan halkın, barbarlar yokmuş haberi karşısındaki şaşkınlık ve üzüntüsünü anlatır. Cevat Çapan’ın çevrisiyle şiirin son bölümü şöyledir:
“Neden bu beklenmedik şaşkınlık, bu kargaşa?
(Nasıl da asıldı yüzü herkesin!)
Neden böyle hızla boşalıyor sokaklarla alanlar,
Neden herkes dalgın dönüyor evine?Çünkü hava karardı, barbarlar gelmedi.
Ve sınır boyundan dönen habercilere göre,
Barbarlar diye kimseler yokmuş artık.Peki, biz ne yapacağız şimdi barbarlar olmadan?
Bir çeşit çözümdü onlar sorunlarımıza.”
Bu ülke, tarihi travmalarından ötürü hep bir dış düşmanlar teranesine inandırıldı. Bu inancın, hemen her dönemde bir devlet politikası olarak topluma bir ilaç gibi içirilmesine devam ediliyor. Genel olarak toplumun zihin dünyasında ötekileştirme ve vehmedilen düşman anlayışı kök saldı. İster Cumhuriyet övgücüleri olsun, isterse Osmanlı övgücüleri olsun, dış düşmanlar sövgüsünde birleşiyorlar. İşlerine geliyor çünkü dış düşmanlar teranesi, iç çürümüşlüğün ve pisliklerin üzerini örtmeye yarayan önemli bir örtü işlevine sahip.
Her ne kadar bu görüş, iletişim dünyasındaki gelişmeler nedeniyle bir ölçüde gevşemiş olsa da, toplumda siyaseti komplo mantığıyla izleme/açıklama yolu hala etkin.
Bu genel durumun bugünkü işleyişi, AKP ve destekçi kesimince kendini şöyle ifade etmekte: ‘Bu yolsuzluk olayları tümüyle bir komplo. Cemaat bu uluslararası komplonun bir maşası olarak kullanılmakta. Buradaki asıl amaç, AKP iktidarını yıkmak ve özellikle Başbakan Erdoğan’ı bitirmektir. Önümüzdeki dönemde üç seçim var ve işte bunun için operasyonların tarihi manidardır!
Erdoğansız AKP neye yarar?
Dış güçler bunu çok iyi bildikleri için Başbakan Erdoğan’ı yemek istiyorlar. Çünkü ülkemizin gelişmesini istemiyorlar. O halde ülkesini seven, Başbakan Erdoğan’ı yedirmemek için mücadele etmelidir.’
Barbarları beklemeye alıştırılmış bir toplum, kendine ayna tutmaktan korktuğu için sorunların asıl kaynağının içerde olduğunu görmek istemez. Yönetenler ise dış düşman teraneleriyle egemenliklerini devam ettirmeye, memleketi soymaya, egolarını tatmin etmeye devam ederler.
Dünün generalleri nasıl konuşuyorlardı?
Bugünün AKP’lileri ve Başbakan Erdoğan’ı nasıl konuşuyor?
Generallerin de Başbakan Erdoğan’ın da konuşmaları ne kadar da birbirine benziyor.
Hal böyle olunca generallerin gazetecileriyle Başbakan Erdoğan’ın gazetecileri de, rengi farklı ama imalatı aynı ürünler gibiler.
Bu benzerliğin bilincine varılırsa, şehrin surları üzerinden barbar beklemek yerine şehrin sorunları konuşulabilir.
Konuşmaya, AKP iktidarına mecbur muyuz sorusuyla başlanması isabetlidir.
Ancak nasıl bir iktidar sorusunun cevabının da, mevcut koşullarda sorunlu olduğunu bilmek kaydıyla… (HŞ/HK)