Doğa, ilkel toplumlardan başlayarak insanın var oluşundan beri amaçlı bir şekilde sosyo-kültürel ve dini inançlar nedeniyle korunmuş, kutsiyet atfedilmiş, hatta tapılmıştır.
Animizm, fetişizm ve paganizm (çok tanrılı inançlar) bu yaklaşımın inançsal olarak tarihsel örgüsünü ifade ediyor. İnsanlar binlerce yıldır ekosistemi çeşitli yollarla kendi teknoloji ve tecrübelerine göre korudular. Her nesnenin bilimsel olarak bir potansiyel enerjisinin olduğu, evrene tesirinin ve amacının olduğu gerçekliği, doğaya saygı ve sevgi ile yaklaşmanın felsefi alt yapısını oluşturuyor.
Panama’da Kuna ve Embera Choco yerlileri ormanların yaşlı ağaçlarını, yaban hayatı ve ruhların sığınağı olarak niteleyip dokunmazlardı. Brezilya’nın Tukana yerlileri su yollarını ve ormanları dokunulmaz tabu olarak görüp akarsuyu balık sığınağı olarak kullandınlar.
Çok tanrılı doğasal dinlerin yok edilmesinden, doğal yaşam biçiminin gerilemesinden, tektanrının insana bütün varlıkları ve doğayı kullanma hakkını vermesi ve üstünlüğünü tanımasından sonra, doğaya karşı sevgi, saygı, hürmet azalmış ve kapitalizmin gelişmesiyle hızla ortadan kalktı, yerini bencil tahripçi kullanım aldı. Tektanrılı dinlerin totaliteryan dünya görüşü ve ilişki anlayışı altında doğa üzerindeki pragmatist talanı derinleştirdi.
Doğaya ve yeşile dair söz söylenmesi gerektiğinde aklımıza gelen ilk şey ağaçlar. Yaşamın her alanında nesneleştirilmiş, kullanılmış, yakılmış, topluca kıyılmış, masa ve sandalyeye dönüştürülmüş ağaçlardan söz ediyoruz.
100 yıllık bir kayın ağacı;
64 kişinin günlük oksijen ihtiyacını karşılamakta,
Saatte 2,35 kg karbondioksit tüketmekte, yılda 1 ton kadar tozu süzmekte, baca gazlarını, virüsleri ve bakterileri bağlamakta,
Güneşli günlerde 400 litreye kadar su harcayarak çevresindeki havayı beş dereceye kadar serinletebilmekte, şiddetli ultraviyole ve radyasyondan çevresini korumakta, kendi altındaki havanın nemini yüzde 10’a kadar arttırabilmekte.
Oysa ormanların yok edilişiyle birlikte ortaya çıkan olumsuzlukları sıralarsak;
Flora, yaban hayatı ve çeşitliliği yok oluyor,
İnsan yerleşimi için yaşam gereksinimlerinin ortadan kaldırılışı ve göçler başlıyor,
Çevre onarımı için yararlı bitkiler yok oluyor, dolayısıyla hastalıklara çare bulma olanakları ortadan kalkiyor veya imkânlar kısıtlanıyor,
Yaşam ve ekonomi için gerekli ahşap malzeme kıtlığı ve mobilya fiyatları yükseliyor,
Su havzalarında çeşitli sorunlar ve alt akıntılara bozucu ve geriletici etki ediyor,
Yerel ve bölgesel iklim değişimi, özellikle yağmura negatif etki ederek global ısınmayı arttırıyor,
Toprak kayması ve toprağın çoraklaşmasına neden oluyor.
Paralel olarak 1 ton kâğıdı yakmak 675 kilogram kalıcı sera gazı üretir. 1 ton kâğıdın geri dönüşümü ise yaklaşık 17 ağacın yaşamasını sağlar. Bu ağaçlar da yılda 122 kilogram karbondioksit emer.
Ağaç (birey) ve ormanların (toplum) bunca faydasına rağmen insanlık tarafından kıymeti bilinmiyor. Yaratılan tahribatın farkında olmak ve önünü almak ”insanlık namına” değil, “doğa veya evren namına” zaruri bir görev. Zira zararı veren insanın kendisi.
Ülkemizde ağaç katliamının sembolikleştiği yer Gezi Parkı oldu. Oysa HES’ler, barajlar, duble yollar ve tüneller uğruna Karadeniz’de ormanlar yok ediliyor. Üçüncü köprü ve çirkin imar planlamaları ile İstanbul’da kalan son ormanlar tahrip ediliyor. Akdeniz ve Ege’de turizmin hırs ekonomisi ile her yıl ormanlar cayır cayır yakılıyor. Yine Kürdistan’da politik nedenlerle ormanlar yakılırken, Hevsel Bahçeleri üzerine imar planları yapıyor.
Ankara’nın göbeğinde ODTÜ’nün; Deniz’lerden, Yusuf’lardan ve 68 kuşağı devrimcilerinden miras kalan güzelim ormanları arabalara yol edildi ve bir bir kesildi. Bu ülkede orman bakanlığının ne işe yaradığını, ne yaptığını, neyi koruduğunu çok merak ediyoruz.
Çevreyi ve doğayı kontrol anlayışı bir nesneleşme sürecine denk düşer. Dünyada her şeyin merkezi insan, özellikle elde etme ve biriktirme peşinde koşan birey olur. Bugünün egemen ideolojisinin egemen ve egemenlik altındaki insanlarının, dünyanın bizim etrafımızda dönmediğini bilmesi gerekir.
Biz bu dünyanın ve bu evrenin çok küçük fakat etken bir parçasıyız. Bizim varlığımız, bizi barındıran ekolojik sistemin varlığına bağlı. Bu varlığa verdiğimiz her hasar, kendimize ettiğimiz bir hasar olur. Bunun ne demek olduğunu anlamak için her yıl, çevre hastalıkları denen hastalıklarla ölen, sakat kalan ve sakat doğan milyonlarca insan olduğunu bilmek bile yeterli.
Ne yazık ki kalkınma, modernleşme, gelişme, zenginleşme, sahip olma ve başkalarını mahrum etme, güç kazanma ve ezme yarışındaki insanlar bunu anlayacak ve takdir edecek kaliteyi yitirmiş duruma gerileyerek ulaştı. Çünkü dünyanın ve insanlığın durumunu kalkınma ve ilerleme olarak değerlendirmek ancak bugün egemen olarak kullanılan çok özel ölçeklerle mümkün olabilir.
Havaya, suya, yerüstüne ve yeraltına, floraya ve faunaya, kuşlara, böceklere ve hayvanlara “ne dersiniz, bu kalkınma mı, ilerleme mi?” diye sorabilsek, cevapları ne olurdu dersiniz? (HA/NV)
Kaynak: Çevre Sorunları (İrfan Erdoğan&Nazmiye Ejder), Alternatif Teknoloji (David Dickson), Şehirsel Bedenler (Thierry Paquot), Ekolojik Bir Topluma Doğru (Murray Bookchin)