Zayıflatılmış bireylerden oluşan hastalıklı bir toplumsal uzamda yaşıyoruz. Refleksleri sağlıklı olmadığı gibi değişim ve dönüşümü gerçekleştirebilecek keskinlikte de değil. Hasta bir birey nasıl ki nevrozlu süreçler yaşıyorsa hastalıklı toplumlar da benzer biçimde atak veya sendromlar yaşayabiliyor. Bu atak ve sendromlar analojik olarak sokak eylemsellikleri şeklinde vücut bulabiliyor. Bireyin nevrozlu anlarında klinik metotlarla sağaltılması sürecine paralel olarak toplumun da yaşamış olduğu patlama süreçlerinde devlet, iktidar ve toplumsal öğretiler üzerinden bir sağaltım kendini ifşa eder. Sonrası ise sakinleştiricinin gri sessizliği…
Geçtiğimiz günlerde yüzlerce insanımızı yitirdiğimiz maden faciasına tanıklık ettik. Yemek masasında ailecek otururken ölenleri 301 kez abaküsten geçirdik. Sosyal medyada karalara bağlandık. Arkadaş ortamında bir iki entelektüel tartışmada bulduk kendimizi. İktidarın tekme-tokat politikasına ve taraflı medyaya bir iki okkalı küfür salladık. Ölümleri kader ve mitolojilere havale eden sosyolojiye anarşist ve ateist çıkışlarda bulunduk. Küçük grupları aşamayan miting ve açıklamalarla toplu vicdan rahatlatma eylemleri düzenledik. Sonrası ise sakinleştiricinin gri sessizliği…
Toplumsal eylemsellikler yaşadığımız toplumsal düzen içinde bir değişim dönüşüm niteliği olmadığından samimiyetten yoksundur. Derrida, Çile adlı eserinde “nezaket kurallarına uymak adına nazik davranmak en büyük samimiyetsizliktir” aforizmasını yaparken buradan tepkilerimizin alt yapısında bulunan samimiyetsizliğimize dikkat çekmek istiyorum. Bireysel ve toplumsal çıkışlarımız samimiyetsiz olduğu gibi vicdan rahatlatma veya orgazm ironisine dönüşür. Sonrası ise sakinleştiricinin gri sessizliği…
Her gün madenlere inen insanların olduğunu bilerek yaşarken biz ille de bir maden faciasının gerçekleşmesiyle eyleme geçmek bana doğru, samimi ve ahlaki gelmiyor. Yine Güler Zere misali yüzlerce hasta tutsağın her an ölümle yüz yüze olduklarını bilerek hayatımıza devam etmemiz bana tuhaf geliyor. Pozantı gibi çocuk cezaevlerinin var olması ve taciz tecavüz olaylarının yaygınca devam ettiği bir düzende yaşıyor olmak ahlaki çöküntümüzün derinliğini gösteriyor. Son haddine gelse dahi pasif hallerimiz gözüme çirkin görünüyor. Koruyucu ve önleyici eylem- direniş ruhuna sahip bir toplum olmadığımız ve iliklerine kadar duygusal anlamda yozlaşmış bir toplum olduğumuzu görüyorum. Sonra gri bir sessizlik büyüyor içimde…
Reyhanlı ve Roboski katliamları, Gezi Parkı direnişi, Dink cinayeti, faili meçhuller, Van depremi, emeğin metalaştırılması, cinsiyet ayrımcılığı, taciz, tecavüz, çocuk cezaevlerinde yapılan ahlaksızlıklar, hasta tutsakların ölüm nöbetleri, etnik ayrımcılık, yolsuzluk gibi toplumsal devrim ve isyan sebebi niteliğindeki hadiseler karşısında pasif eylemselliklerle dönemi geçiştirmiş olduk. Zira durduğumuz yer ve iktidarın yükseldiği yer arasındaki makas aralığı açıklığını koruyor.
1992 Kozlu’da 263 madencinin yaşamını yitirdiği katliam sonrası halk olarak o madenleri kapatabilmiş olsaydık acaba Soma katliamı olabilecek miydi diye düşünmek gerekiyor. Maden ocağı katliamının yenilerini yaşanmaması için tüm kömür madenlerinin kapatılması gerekiyor.
Türkiye’deki tüm kömür madenleri kapatılmalıdır. Hem emek sömürüsünün önüne geçmek hem de ekolojik bir sorunu önlemek açısından madenlerin tarihin kara sayfasına karışması gerektiğini savunuyorum. Soma salt bir cinayet değil sendikal, emek, enerji, ailesel, bireysel-toplumsal, ekolojik, adalet sentezini içeren bir sorunsal olarak samimiyetle yaklaşılması gereken bir olgudur.
Enerji endüstrisinin kâr marjını yükseltmek için kömür madenlerinden çıkarılan cevherin termik santrallere akışı artık durdurulmalıdır. Sosyal yardım adı altıda seçim malzemesi olarak çıkarılan kömürler artık her evin ciğerinde yanıyor ve dumanlar ortak gökyüzünü karartmış durumda.
Samimiyet ve içtenlikle toplumsal isyan ile daha adil ve yaşanılır bir dünya yaratma mücadelesi en yakıcı haliyle gereklilik arz ediyor. İktidarı yerinden edip toplumu ve bireyi yeniden inşa etmemiz gerekiyor. Dondurulmuş toplumsal vicdan ve insani duyumsamaları canlandıracak hakikati yaratmalı ve yaşatmalıyız. Aksi halde sakinleştiricinin gri sessizliği ile zombiler toplumu ve çürümüş bir dünya bakî kalacak. (HA/HK)