Demokrasi kültürü ile yoğurulmuş toplumlarla, baskıcı ya da totaliter toplumlar arasındaki ince ayrımın tekil şahsiyetler üzerinden tarifidir birey ya da tebaa (teba) olmak meselesi.
Osmanlı düzeni içinde insanın sıradan bir sorgulaması insan tekini uçsuz bucaksız imparatorluk rejimi içinde yine insanın "bağlısı" olduğu düzenin tek sahibi üzerinden bir okumayı zorunlu kılar.
Padişah mülkün yegane sahibidir. Padişahlık mülkü üzerinde varlık bulan canlı, cansız her bir varlık padişah-ı ya da halife-i ruyî zemin hazretlerinin mülküdür.
Dolayısıyla mülkün sahibi bütün mülk sahiplerinin sahiplik yaptıkları mülkler üzerinde olduğu gibi sınırlarını bizzat kendilerinin belirlediği ya da sahipliğe sınır koymaya gerek duymadıkları bir "sahiplik" üzerinden kendini var ederek muktedir kılar.
Sahip olana yani muktedire karşı; şahsiyetin, yani tebaanın bir tek hakkı vardır, o da biat, itaat etmektir.
Bu biat-itaat kültürünün 600 yıllık tezahürünü Osmanlı düzeni dahil birçok geleneksel doğu toplumunda görmek mümkün.
Bunun karşı cepheden tezahürü ise birey olmak üzerinden okuma yapmaktır.
Batı toplumları birey kimliği üzerinden insanı tarif ederek bir farkındalık yaratmışlar.
En hafifinden toplumsal yasaları ile bunu "güvence" altına almışlar.
1215 yılında, yani tam sekiz asır evvel adına "Magna Carta Libertatum" dedikleri Büyük Özgürlük Fermanı ile İngiliz Kralı ilk kez halka karşı yetkilerini sınırlayarak halka bazı hak ve özgürlükleri tanımış.
İşte o gün bugündür, Batı dünyasının hemen bütün anayasalarına, toplumsal sözleşmelerine "Magna Carta" analık yapmıştır.
Magna Carta'nın ufuk belirleyiciliği ve milatlığı üzerinden de Batı, birey olmanın erdemini tadarak, bireyin hak ve özgürlük talepkârlığından asla taviz vermemiş.
Bugün iki dünya üzerinden okuma yaptığımızda; bir yanda tebaa ve tebalık üzerinden itaat, biat meselesi topluma adeta "ilahi adalet" gibi empoze edilmekte.
Diğer yanda ise, soran, sorgulayan, tatmin oluncaya kadar sorularını sormayı sürdüren hak talepkârı birey durur.
Bu iki eksen arasında ince bir "kırılma" noktasıdır aslında Türkiye'nin konumu. Ve dahi Türkiye'de insanın durumu.
1920'lerle birlikte "genç" bir "cumhuriyet" olmaya karar verip ta 1860 Tanzimat Fermanı’ndan bu yana Batının "çeviri odası"ndan yüzünü Batıya döndürmeye ahdetmiş! Ama yeterince vücut bulamamış bir yapı bizimkisi...
Cumhuriyet rejimi ile birlikte Batının asgari hukuk normları ile yönetim modeli oluşturmaya çabalayarak zaman ve mekân boyutu içinde hayli tökezlemeler yaşayan bir sistemle karşı karşıyayız.
Öylesine bir tuhaf sistemsel yapı ki; uzun süren tek parti yönetimi, ardından 60-70 ve 80 askeri darbeleri! Yetmezmiş gibi en sonuncusunu geçen yılın 15 Temmuzunda yaşadığımız başarılı olamamış darbe girişimleri! Sıkıyönetim ve Olağanüstü Hâl Rejimleri! Kanun Hükmünde Kararnamelerin kanun çıkarmanın yerini aldığı yönetim modelleri...
Ve bütün bunların 90 yıllık periyodu içinde demokratik yönetimin adeta "istisna", muhafazkârlık dediğimiz baskıcılığın ise "geçerakçe" olduğu bir düzenden söz ediyoruz...
Batı "Birey" diyor, "Bireyin anayasal güvence altına alınmış bireysel hak ve özgürlükleri" diyor...
Biz ise birey demekle birlikte bireyi "teba" gibi algılıyor. Devleti de "baba" gibi görüyoruz. Dolayısıyla "baba artık ne verirse onunla yetiniriz"i kendimize ilke alıyoruz.
Batı "sivil toplum" diyor, bireyin sivil toplum örgütlerinde kurumsallaşarak hak aramasını ilkeselleştiriyor. Biz ise sivil toplumu "öcü" gibi görüyoruz. Sivil toplumdan devlet söylemini kurumsallaştıranları anlıyoruz.
Ama bütün bu ayırdedici belirgin farka rağmen de "araf"ta durmakta ısrar ediyoruz. Ne yardan oluyoruz ne de serden. Devletine "biat" etmesini yurttaştan beklerken, Avrupa kapılarından adalet beklemesini de yasal mevzuat gereği kabullenmek durumunda kalıyoruz.
Bu bir geçiş dönemidir. Hayli sancılı geçiyor. Çok can yanıyor bu süreçte. Daha bir yıl evvel yasal ve demokratik yollarla "seçilmişler", bir anda devletçe "çizginin dışına" atılabiliyor / atılıyor. Belediye başkanları azledilip içeri atılarak yerlerine kayyımlar atanıyor. Milletvekilleri hapsediliyor.
Doğal olarak bütün bu yaşatılanlar toplumsal travmaya sebep olabiliyor...
İşin açıkçası hiçbir hukuki mevzuatla açıklanabilir, tarif edilebilir tarafı da yok bu verili durumun.
Zamanın ve haklılığın en kuvvetli iksir olmasından gayrı! (ŞD/YY)