Anaerkil dönemin kadını doğurgan olduğundan verendir, yaratandır. Toplayıcı özelliğinden ötürü ise ilk hekimdir. Klan ve kabilelerde erkeğin getirdiği avı pay eden, adaleti sağlayan, tarihsel bilginin akışını genç nesillere aktaran hep ana kadın kültüdür.
Erkeğin rolü ise daha pasifti. Üreme, avlanma ve kaba işlerde kullanılan erkek, klan veya kabile içinde değersiz bir durumdaydı. Yaşlanan çoğu erkek avcılık deneyimlerini genç erkeklere aktardıktan sonra klan veya kabile içinde değersizleşirdi.
Kadın, anaerkil dönemin iktidarıydı ve erkeğin özgürlüğünden söz edilemezdi. Mitolojik olarak; Ana Tanrıça kültünü temsil eden İnanna, erkeği temsil eden kurnaz tanrı Enki’ye karşı iktidar savaşını kaybetti. İktidarın sembolü olan “me”leri (yasa) erkeğe kaptırmış olmanın yenilgisi kadının düşüşünün hikâyesine dönüşür. Yasaların hâkimi olan erkeğin analitik mantığı, kadının ikinci plana düştüğü düzenin mimarı olur.
İktidar savaşı sonrası roller değişerek erkek egemenlikli sistem inşa edilir. Ezen kadın ezilen olurken ezilen erkek ezen olur. Cinsiyet kavgası ile başlayan zıtların karşılıklı hâkimiyet mücadelesi diyalektik materyalizme konu olur. Keza “tarih iktidarın sürekli el değiştirme savaşına sahne olmuştur” söylemi Nietzsche’yi haklı çıkarır.
Devrim kavramı sorgulandığında iktidarın “yer” değiştirme sorunsalı karşımıza dikilmektedir. İşçi-köylü sınıfının burjuvaziyle, siyahın beyazla, azınlıkların çoğunlukla ve kadının erkekle yer değiştirme hevesi klasik anlamda devrim mücadelesi olarak nitelendirildi. Böylelikle iki tarafın da özgürleşemediği bir kavga şekillendi. Bu yanılgının adı da “devrim” oldu.
Cinsiyet mücadelesinde LGBTİ’leri her zamanki gibi yok saydığımızı düşünüyorum. Sınıflı toplumun cinsiyet olarak kadın cinsine kadar kökleştiği teorize edilirken LGBTİ birey ve gruplar görmezden gelindi. Toplumsal cinsiyet şeklinde kabul edilip biyolojik cinsiyet odaklı toplum tarafından görülmek istenmiyor. Ötekileştirilmiş ve tarihsel-güncel bir sorun olarak önümüzde duruyor. Zira derinliğine irdelendiğinde tüm tarih, sosyal bilimler üzerinde sarsıcı sonuçlar görülebilir. Burada Michael Foucault’nun “soy kütük” yöntemiyle cinselliği mercek altına alması iktidar ve onun klasik tarih yöntemlerini tepetaklak eder.
Geleneksel ezilmişlik ağıtlarını dilimizden, zihnimizden, yüreklerimizden atmak gerekiyor. Bir şeyi ya da olguyu hep zayıf ve ezilmiş göstermek onu ezen ve zayıflatanın yerini güçlendirir. Ezenin iktidar arzusunu daha da katmerler. Burada anlatılmak istenen, cinsiyet sorununu görmezlikten gelinmesi durumunun yaratılması değildir. Farkında olmak gerekiyor. Sorunlu, özürlü, engelli yani ezilmiş olmaktan dışarı çıkıp anlamlı bir uzama evirmenin zamanıdır. Ezen erkek ya da çoğunluğun cinsiyeti değil iktidarın cinsiyet kılığındaki tarihsel misyonudur.
Coğrafya, çevre, mekân ve sistemin nesnel olarak özneye yani birey ve topluma sosyo-psikolojik etkilerini de göz önünde bulundurmak gerekiyor. Cinsiyete dayalı iktidar formlarının gelişmesini minimalize edecek yaşam alanları burada önem arz ediyor. Tersten bakınca öznel olarak birey ve toplum zihinsel aydınlanmasını yaratabildiği oranda nesnel olarak da mekânda somutluk kazanabilir. Önemli olan Diyalektik olarak birbirini beslemekte olmasıdır.
Kavgaya tutuşmuş, birbirini sürekli şikâyet eden, tüketen bir toplumsal düzenin en belirgin cinsiyeti kadın ve erkek... Bir de hâkim cinsiyet heteroseksüel egemenlikli toplumun azınlık olarak homoseksüelliğe dönük baskı ve yok saymacılığı…
Birini diğerine karşı haklı görmek, devamlı bir öteki yaratabiliyorken, tarafları ortak bir paydada buluşturmak, “özgür-eş” ya da “özgün-adil” yaşam ütopyasına doğru çekmek ahlaki toplum olmaya daha yakın duruyor. Ezilenin ezene öykünerek ve onunla yer değiştirerek özgürleşeceği yanılgısı kavganın tarihsel ezberi ve çıkmazı iken mevcut sorunsalın altını oyup, tersyüz etmeli ve yerinden edebilmeliyiz. (HA/HK)
* Görsel: Hacılar kazısında bulunan Çocuklu Ana Tanrıça.