Sonunda gözlem altındakilerin yarısı bırakıldı, yarısı tutuklandı. Ne İlhan Selçuk serbest bırakıldığında ne de Doğu Perinçek tutuklandığında adalet yerine gelmiş oldu. Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarında da adaletsizlik hükmünü her alanda, her zaman olduğu gibi sürdürüyor.
İlhan Selçuk’un güneş doğmadan uykusundan uyandırılıp evine baskın düzenlenmesi, 83 değil 38 yaşında da olsa; Cumhuriyet başyazarı değil, Cumhuriyet meyhanesi başgarsonu da olsa yasaya aykırı, hoyratça, zalimane...
Tıpkı Cumhuriyet’in stajyer muhabiri Servet Alçınkaya’nın, üç yıl önce İstiklal Caddesi'nde kendisine kimlik soran polislere, "Önce siz kimlik gösterin, polis olduğunuzu nereden bilebilirim" dediği için gözaltına alınıp, önce polis otosunda sonra da karakolda dövüldüğünde olduğu gibi.
Doğu Perinçek’in apar topar gözlem altına alınması da, “kaçma, delilleri karartma olasılığı” neredeyse sıfırken tutuklanması da tıpkı Demokratik Toplum Partisi’nin (DTP) ve öncellerinin başkan, yerel ve merkez yöneticilerine 1993’ten beri durmaksızın yapıldığı gibi yersiz ve haksız...
Mesele, bu insanların kendilerine isnat edilen “suç”ları gerçekten işlemiş olup olmamalarıyla değil, birer yurttaş olarak emniyet ve yargı tarafından koğuşturulur ve yargılanırken haklarının gözetilmemesi ve çiğnenmesiyle ilgili.
Yüz yıllık hakimiyet kavgası
Bu açıdan “Ergenekon” sanıklarının “adalet” uygulanırken karşılaştıkları “adaletsizlik”e gösterilen tepkiler hiç de yersiz değil. Ama bu toplumda adalet duygusu, “adaletsizlik”e tepki gösterenlerin bile “adil” olmayı başaramayacakları kadar zedelenmiş görünüyor: AKP’ye kapatılma davası açılmasını “adaletsizlik” olarak görenlerin sığındıkları gerekçe “AKP’nin yüzde 47 oy almış" olması”, İlhan Selçuk’un gözlem altına alınmasına tepki gösterenlerin sığınağı yazarın "83 yaşında" olması... Hukukun ölçüsü bunlar mı gerçekten..?
Hepimiz biliyoruz ki, şimdi hukuk örtüsü altına saklanmaya çalışılan gerilim 100 yıldır süregiden bir egemenlik kavgasının taraflarının bugünkü çatışmasından, bu çatışmanın özgül sürecinden doğuyor. Ne AKP’nin Türkiye’nin toplumsal/kültürel hayatını İslami değerlere dayandırmaya uğraştığı; punduna getirdiği her yerde İslamiyeti referans kaynağı kılmaya çabaladığı bir sır; ne de “ulusalcı” denilenlerin otoriter proto-faşist bir rejim aranışında oldukları... Bu çatışma “hukuk”un sınırları içinde kalınarak sürdürülemez. Sürdürülemiyor da... Her iki kampta yer alanların “hukuk”u durmaksızın ihlal etmeleri, politikayı “belden aşağı” vurarak yürütmeleri o yüzden şaşırtıcı değil...
Gene de formel açıdan iki “taraf”ın sorumluluğu eşit değil. “Adalet”in hükmünü icra etmesinden toplum karşısında siyaseten sorumlu olan, herkesten önce hükümet. O nedenle, son tutuklamalar, gerçekten bir “darbe” kovuşturmasıyla ilgiliyse, adalet ve içişleri bakanlıklarının güçlerini bir “darbe”yi gerçekleştirmek için lazım gelen yetki ve kuvvete geçmişte ve bugün sahip olanlara karşı uygulamaları, eğer iddiaya inanacaksak yargıç karşısına en azından -emekli ya da muvazzaf- bir ordu komutanı çıkarmaları gerekmez miydi?
Ama Adalet ve Kalkınma Partisi’ni, adalet değil hakimiyet ilgilendiriyor, hangi yolla, hangi uzlaşmayla, hangi icazetle elde edilmiş olursa olsun hakimiyet... AKP’nin hakimiyetinin sürdürülmesinin garantisi Büyükanıt ile Erdoğan arasındaki “Dolmabahçe mutabakatı”nın sürdürülmesi oldukça, “adaletin kılıcı”nın Veli Küçük’ten büyüğünü kesmesini beklemek safdillik olur. AKP’nin bir tek parti devletine doğru yürümesini kolaylaştırdığı ölçüde bu mutabakata sadık kalacağından şüphe etmek için bir neden yok. Öte yandan bu mutabakat AKP’nin elini Genelkurmay himayesi altında olmayan “parlamento dışı” arayışlar karşısında da bütünüyle serbest bırakıyor.
Doğu Perinçek’i gözlem altından cezaevine, İlhan Selçuk’u ise kendi evine gönderen “adalet”in terazisi böyle çalışıyor işte. Ne adalet ama!..(EK)