Derrida'nın bu itirafı sırasında, selefi olarak Sokrates'i göstermesi, 74 yaşında olmasına rağmen, hâlâ yaşamayı tam olarak öğrenememiş olduğunu anlamak için ta Sokrates'e dönmek zorunda kalması ilginç.
Hatta söyleşi sırasında Derrida, nasıl yaşanılması ve nasıl ölünmesi gerektiği konularında "ineducable" -eğitilemez- olduğunu da iddia ediyor. Şöyle diyor:
"Neyse, sorunuza başka sapmalar yapmadan cevap verecek olursam, hayır, yaşamayı asla öğrenmedim. Katiyen!" Birkaç satır sonraysa, yaşamayı öğrenememesinin asıl nedeninin, ölümü bir türlü kavrayamaması olduğundan emin görünüyor: "Ölümü kabul etmeyi Öğrenmedim."
Sapma yapmadan konuştuğunu söyleyen Derrida'ya güvenerek, bu sözleri olduğu gibi kabul edebiliriz; ya da bu sözlerle gerçekten ne kastettiğini sorabiliriz. Söyleşinin sonunda Derrida, yaklaşan ölümünü, kolay kolay kelimelere dökemediği bir biçimde kabullenmiş görünüyor; burada ortaya çıkan ikilemi gözden kaçırmamamız gerek.
Öyleyse bir an durup yaşamayı ve ölmeyi öğrenmenin bir tür olumlama, evet deme yeteneğine eşdeğer olup olmadığını sorabiliriz.
Yine söyleşinin sonuna doğru Derrida, hayatta kalma hakkında 1986'dan beri söylemiş olduğu her şeyin "yaşamın koşulsuz olumlanmasının" bir tezahürü olduğunu belirtiyor.
Ona göre "la survie", yani hayatta kalma, "yaşamayı, dolayısıyla hayatta kalmayı ölüme tercih eden bir canlının olumlamasıdır"; çünkü hayatta kalma, bir sonraki ana taşınan varlığın korunmasından ziyade, "mümkün olan en yoğun yaşam" olarak anlaşılmalıdır. (2)
Öyleyse, eğer Derrida nasıl yaşanılması ve nasıl ölünmesi gerektiği konusunda gerçekten eğitilemez biriyse, bunun nedeni, yaşam ve ölüm karşısındaki duruşunun öğretilebilir veya öğrenilebilir bir şey olmamasında yatıyor.
Mesele, bir olumlama meselesi ve bu olumlama, öğrenilebilen ya da sahip olunabilen bir şey olmadığı gibi, bizi, olumlamanın zorunlu olduğuna ikna edecek herhangi bir kanıt ortaya konmadığı da apaçık. Bu olumlamadaki evet deyişin kanıta ihtiyacı yok, hatta bu olumlama kanıtlara kayıtsız kalmak suretiyle evet biçimini alıyor; ancak anladığım kadarıyla bu "evet" farklı yollarla ortaya çıkabiliyor.
Dernek ki, yaşamayı ve ölmeyi bilmek, Derrida'nın beceremediği, asla yerine getiremediği vazifeler olarak karşımıza çıkıyor; öyle ki, Derrida bu konularda kesinlikle "ineducable" olduğunu söylüyor. Sözünü ettiği bilgiye bu hayatında ulaşmayı beklemediği çok açık, çünkü konuştuğu sırada, ölümüne çok yakın olduğunu biliyordu.
Öyleyse tüm bunları, tanıdığımız Derrida'yla ilgili, biyografik bir saptama olarak mı kabul edeceğiz?
Derrida bu konularda "ineducable" kalmış olabilir, ama bu herkes için geçerli değildir, yaşamayı ve ölmeyi öğrenmeyi başarmış birileri mutlaka vardır diyebilir miyiz? Elimizdeki saptama pekâlâ biyografik de olabilir, ama aynı zamanda Derrida'nın "yapısal" diye nitelendirdiği çerçevede de değerlendirilebilir:
"Alıntıladığınız cümleye dönersek ('nihayet yaşamayı öğrenmek', apprendre â vivre enfin), kitap (3) bittikten sonra aklıma geldi. Her şeyden Önce, deyimin gündelik anlamıyla, tabii ciddi bir şekilde, oynuyor.
Yaşamayı öğrenmek olgunlaşmaktır; eğitmektir de. 'Sana yaşamayı öğreteceğim' -je vais t'app-rendre â vivre- diyerek birisini paylamak, bazen tehditkâr bir tonla, 'seni yetiştireceğim, biçimlendireceğim, hatta terbiye edeceğim' -te former voire te dresser- anlamına gelir.
Biçimlendirmek ve öğretmek -ensetgner et apprendre- arasındaki bu cinas benim için daha mühim. Bu iç çekiş, daha zor bir sorgulamaya da açılıyor: Yaşamak öğrenilebilir bir şey mi?
Kendi kendine öğretmek ne demek? Kurumsal eğitimle, çıraklıkla, deneyle ya da deneyimle hayatı kabul etmek, hatta olumlamak öğrenilebilir mi?.." Bu sözler bana Platon'un Phaidon'unu hatırlatıyor: Simmias, ölüm döşeğindeki Sokrates'e "bir filozof aslında daima ölüme mi hazırlanıyordur?" diye sorar.
Sokrates şöyle yanıt verir: "Bütün hayatı boyunca yalnız ölüme hazırlanıp ölüm emelini besledikten sonra, ölüm gelince, uzun zamandan beri beklenen, o kadar aranılan şeye karşı isyan edilmesi şüphesiz çok saçma olur..."
Simmias her zamanki yumuşak başlılığıyla, "elbette öyle olur" der. Sokrates şöyle devam eder: "Gerçek filozofların ölmeyi bir görev olarak kabul etmeleri, bütün insanlar içinde de en az onların ölümden korkmaları bir hakikattir."
Derrida bu felsefi vazifeyi yerine getirememiş. Bize, açıkça, yaşamayı ve ölmeyi öğrenmek konusunda "ineducable" olduğunu, bu bilgeliğe ulaşamadığını söylüyor. Oysa Sokrates de, mesleği hakkında daha fazlası sorulduğunda, bize gayet açık bir biçimde ölümü kabul edilebilir kılanın, aslında bu yolda ulaşılabilecek bir bilgelik olmaması olduğunu söylüyor: "Bilgeliği gerçekten seven, ona ancak öteki dünyada kavuşacağına kuvvetle inanan kimse, öldüğü için hiddetlenecek midir?"
Burada nihayet, Derrida'nın, eğitilemezliğinin üstünde durmasının ardında, her zamanki gibi Sokratik bir yaklaşım olduğunu görüyoruz.
Sokrates, yaşam ve ölüm hakkında sahip olunabilecek bir bilgelik olmadığı sonucuna eğitim ve tecrübeyle ulaştığına göre, o da bunu düşüncenin sistematik eğitimiyle ilgili iradesine borçlu.
Ancak bu noktada buluşan Derrida'yla Sokrates'in, yine aynı noktadan yola çıkarak farklı sonuçlara ulaştıklarını görüyoruz. Derrida, açıkça, bu yaşamda ulaşılabilecek bilgelik düzeyi ne kadar sefil olsa da, kefareti olmayan, daha mükemmel, başka bir dünyayı düşünerek meşru kılamayacağımız bu yaşamı olumlamanın bir zorunluluk olduğunu savunuyor.
Başka türlü bir sadakat
Gerçekten de, Derrida'ya göre, ne ölümden sonra başka bir yaşam, ne de bedenden ayrılacak bir ruh vardı. O, kelimelerin ahiretine inanıyordu. Son söyleşisinde de, neyin hayatta kaldığı sorusunu ele alarak, okurlarını ve dostlarını, tıpkı Sokrates'in Phaidon'da, ondan sonra hayatını sürdürecek olanlar için yaptığı gibi, teselli etmeye çalıştığını tahmin etmek güç değil.
Ölümünün kesinliği konusunda bir şüphesi yok, ama yine de "la survie", yani hayatta kalma dediği şeyi olumlama zorunluluğunun üzerinde ısrarla duruyor. Hatta Waiter Benjamin'in "Çevirmenin Görevi" adlı denemesinde yaptığı ayrıma başvurarak, bize, tıpkı bir kitabın yazarının ölümünden sonra hayatta kalabilmesi ya da bir çocuğun anne-babasının ölümünden sonra hayatta kalması gibi, kişinin bir parçasının hayatta kalması anlamındaki "überleben" ile "fortleben", yani yaşamaya devam etmek ve yaşamın kendisinin sürmesi arasındaki farkı hatırlatıyor.
Hayatta kalmanın bu iki anlamı da barındırdığını, bir yandan yaşamın sürdürülmesi, ama diğer yandan da ölümden sonra yaşam manâsında anlaşılması gerektiğini özellikle vurguluyor.
Derrida'nın bu meseleyi ele alış biçimi Sokrates'in öğretisine sadık görünmese de, aslında eğer "Sokrates" hâlâ yaşıyorsa, bunu Platon'a, daha doğrusu Platon'un yazılarına borçlu olduğumuzu hatırladığımızda, burada yepyeni bir sadakat geliştirildiğini görüyoruz.
Yazı, konuşmanın metinleşmesini, hayatta kalmanın bir yolu olarak karşımıza çıkaran bîr matrise dönüşüyor. Burada "yaşamın sürdürülmesi" (fortleben) fikri, bu kelimelerin ölümden sonraki hayatlarının ya da "überleben"lerinin peşini bırakmıyor.
Bu duyduğumuz ses, Derrida'nın sesi mi? O hâlâ yaşıyor mu? Yoksa okuduğumuz bu cümleler ve kullandığımız kelimeler, ondan artakalanlar mı? Bu ikirciklilikle birlikte bir tür musallat olma ya da hayaletleşme ortaya çıkıyor.
Üstelik Derrida bize, bu ikircikliliğin yapısal, hatta yaradılışla ilgili olduğunu söylüyor. Hayatta kalmanın, daha sonra oluşan, bir yaşamı takip eden, örneğin bir yazarın ölümüyle üzerinde düşünülecek bir kavram olarak karşımıza çıkmasını bekliyoruz.
Oysa Derrida burada, yaşamı sona ermek üzereyken, bu sorunun daima peşimizde olduğunu ve bu ikircikliliğin, bu hayatta kalma meselesinin, hatta hayatta kalmayı olumlama zorunluluğunun, ta en baştan, içine doğduğumuz dilin yapısına İşlemiş olduğunu söylüyor: Bence burada, ölüme daha yakın olma yönündeki Sokratesçi sav reddediliyor.
Derrida, "yapıbozumun daima 'evet'in, yaşamın olumlanışının tarafında" olduğunu savunarak, karşısındaki felsefî vazifeyi tersyüz ediyor. Burada konuşan kişinin bir yazar olduğunu, üstelik konuşurken ya da yazarken, tanımları itibariyle, kelimelerinden kopan, onlardan kesin bir şekilde ayrılan bir yazar olduğunu unutmamalıyız:
Geniş bir kitlenin okuyacağı bir kitap yazdığınızda, kime hitap ettiğinizi bilemezsiniz; bir şeyler yaratır, taslaklar oluşturursunuz, ama artık size ait değildirler. Sözlü ya da yazılı, tüm bu jestler sizi terk eder: Makineler ya da kuklalar gibi sizden bağımsız olarak hareket etmeye başlarlar... "Bana ait olan" bir kitabın yayınlanmasına izin verdiğim anda (kimse bunu bana zorla yaptırmıyor}, tıpkı yaşamayı bir türlü öğrenememiş kalın kafalı bir hayalet gibi, bir görünür-bir kaybolur hale gelirim.
Bıraktığım iz, benim için, hem beni bekleyen ya da çoktan gerçekleşmiş olan ölümümü, hem de benden sonra bu izin hayatta kalması umudunu ifade ediyor. Bu bir ölümsüzlük ihtirası değil, yapısal bir şey; hayatımın sabit biçimi bu. Ne zaman bir şeyin benden kopup gitmesine izin versem, o yazıda kendi ölümümü yaşarım. En uç sınav şu: Bıraktığın şeyi kime emanet ettiğini bilmeden kendini kamu l aştırıyorsun -kendini ele veriyorsun. Bunu kim, nasıl" miras alacak?
Birilerinin bu mirası alıp almayacağı bile belli değil. Günümüzde bu soruyla hiç olmadığı kadar karşı karşıyayız. Beni de sürekli meşgul ediyor.
Daimî yabancı
Öyleyse ortada bir ölümsüzlük ihtirası yok; onu durmaksızın meşgul eden bir tür hayatta kalma söz konusu olan. İçine doğduğumuz dili biz seçmiyoruz, köklerini kaybetmiş olsalar da, geri getirilemez olanların hayatta kalışını oluşturan izlerin içine doğuyoruz.
Derrida, Fransızca'ya izlerini bırakmış olabileceğinin bilincinde; ama bir Cezayirli, yani daimî bir yabancı olduğu için, bu dilin asla ona ait olmadığının da farkında. Tıpkı her şeye rağmen bu dilin onu, onun da bu dili, "arıtılmış" bir "saygısızlık"ta da olsa, kabul edebilmiş olduğunu bildiği gibi. Kendini yeni bir yazı türü icat eden biri olarak görmüyor, yalnızca süregelen bir devrime katıldığını düşünüyordu:
"içinde bulunduğumuz her durumda, o duruma uyan yeni bir ifade biçimi, özgün olayın yasası icat edilmeli." Kendisini, öğrenciye okumayı, hatta yaşamayı, başka bir yerden öğrenemeyeceği şekilde öğretmeye iten eğitsel güdüye anlam verebiliyordu.
Ancak, sonuçta kimsenin ona yaşamayı öğretemediği gibi, onun da okuyucusunu biçimlendiremeyeceğini biliyordu, kalma yapısaldır-ilk bakış ta ölümsüzlük hayalinin yerini alamayacak kadar kuru bir formüle benziyor. Ölülerin izlerini, hedeflenen varisler olalım ya da olmayalım, biz devralıyoruz.
Kendi kelimelerimizi devrettiğimiz her an ise, akrabalık ilişkilerinin belirsiz olduğu vahşi bir kalıtım sürecine geçmişten müdahale etmiş oluyoruz. "Kimin" hayatta kaldığını tam olarak bilemiyoruz, ama bu izin içinde ve bu iz yoluyla, her ne kadar hayaletsi de olsa, bir şeylerin musallat olduğu ve hayatta kaldığı ortada.
Aklıma Celan'ın bir ödül almak üzere 1958'de Bremen'e dönüşü geliyor. Dediğine göre, oraya, kendisine hayatta kaldığı hissini veren bir yöreden dönmüş, başka bir yerdeki deneyimi, orada oluşunu bir hayatta kalış olarak tanımlamasına neden olmuştu. (4) Söze Bremen'in onun için daima "ulaşılamaz" kalmış bir anlam taşıdığını söyleyerek başlayan Celan, daha sonra şu cümleyi okumuş:
"Tüm kayıpların içinde, ulaşılabilir, yakın ve kaybedilmemiş olan tek şey kalmıştı: Dil. Geriye bir tek dil kaldı; ama önce kendi yanıtlanamaz-lığının İçinden çıkıp korkunç bir susturulmuşluğu aşarak, ölümle yoğrulmuş sözlerin bitmek bilmeyen karanlığından geçmesi gerekti. Dil buradan geçti ve karşılığında bize olanları anlatan kelimeler vermedi, ama yine de bu olanların içinden geçmeyi bildi. Geçti, ve 'zenginleşmiş' olarak, yeniden aydınlığa çıktı..."
"Beni saran gerçek bana saldırıyor, beni başka bir gerçeklik aramak zorunda bırakıyor; tüm varlığım, dile sarılıyor" diyen Celan'ın tam "dil kaybedilmemiş, evet, her şeye rağmen" diye devam ettiği anda, Derrida'nın da ona katıldığını düşünebiliriz.
Derrida'nın "her şeye rağmen", sonunda -enfin- bize bıraktığı, buraya kendini yerleştiriveren, sonrasında gelen sözlere bizi hazırlayan, ama kendinden öncekinin mantığını takip etmeyen, orada oluşu açıklanamaz olan bu "evet" olabilir.
Le Monde'daki söyleşinin sonunda, Derrida şöyle diyor:
"Hayatta kalmayla ilgili söylediğim ve yaşam-ölüm karşıtlığını karmaşıklaştıran her şey, yaşamı koşulsuzca olumluyor olmama dayanır. Hayatta kalma, yaşamın ötesindeki yaşam, yaşamdan daha fazlası olan yaşamdır. Söylemimin korkakça ya da utanılacak bir tarafı yok. Aksine, hayatını sürdüren birinin yaşamı, ölümden sonra hayatta kalmayı olumlaması bu; çünkü hayatta kalma dediğim, yalnız kalıntılar değil, aynı zamanda mümkün olan en yoğun yaşamdır.
"Ölümün zarureti hiçbir zaman mutluluk ve haz anlarında olduğu kadar zihnime musallat olmamıştır, Pusuda bekleyen ölüm karşısında mutluluk duymak yada ağlamak benim için aynı şey. Hayatımı gözümün önüne getirdiğimde, yaşadığım en mutsuz anları bile sevebilmiş olduğumu ve bunları bile şükranla anabildiğim! düşünüyor ve kendimi şanslı hissediyorum.
"Daha doğrusu, artık iyice yakınımda olan bir tanesi hariç hepsini demeliyim. Mutlu anlarımı düşündüğümde, elbette onları da şükranla hatırlıyorum, ama aynı zamanda beni ölümü düşünmeye, ölüme sürüklüyorlar, çünkü ölüm geliyor, fini -bitti."
Derrida'dan hayatta kalan
Burada Derrida -kendisini hâlâ anlamayanlar için- ebedî tekrar kavramını ne kadar ciddiye aldığı konusunda bir şüphe bırakmamaya karar vermiş. (5) Olan biten her şeye "evet" diyor, çünkü yaşamın getirdiği hiçbir acı, kayıp ya da haksızlık, ona, yaşamın kendisine "hayır" dedirtmeyi başaramamış. Burada söylediklerini tam olarak anlıyor muyum, emin değilim, ama bu konuda bana yol gösterecek bir kullanım kılavuzu yok.
Ölümlü yaşama evet diyor, ancak Ölümün kendisine tam olarak "evet" demiyor. Bu, olumlayamadığı tek şey olarak kalıyor. Bir eşi daha olmayan, kendi fani yaşamını olumlaması, ölümü olumlamasına engel oluyor.
Olumladığıysa şu oluyor: Varlığı ve dili olanaklı kılan yapı, yani birbirine musallat olan her iki anlamıyla, hayatta kalma. Söyleşinin sonunda, ölümün gelmekte olduğunu kabul eden Derrida, "fini" -bitti- diyor ve söyleşi bitiyor.
Burada kullanılan kelimenin, yaşanan deneyimi mükemmel bir uyumla ifade etmesi mi söz konusu? Hayır, ölümünün kesinliğini ve bu sözlerin son sözleri olduğunu İfade ediyor olsa da, bu kelime, bir isim verme olduğu için, yani dille gerçekleştiği için, her şeye rağmen yaşama "evet" deyişi sürdürüyor.
Bu kelime bir işaret -"signifier"- olduğu gibi, aynı zamanda bir iz. Buradaki "fini" kelimesi, geçmişte, o Ölmeden önce söylendiğine göre, yaşama, onun yaşamına ait olmaya devam ediyor. Ama bir yandan da bu söz orada, çünkü o gittikten sonra okunsun diye söylenmiş.
"Bitti" dendiği sırada devam eden yaşamla, artık sona ermiş bir yaşamdan hayatta kalan "bitti" arasında gidip gelen bu hayaletimsi söz, bu ikircikliliği ifade ederek onu harekete geçiriyor.
Derrida'nın oğlu Pierre'e cenazede okunmak üzere bıraktığı birkaç satırı, Paris yakınlarında sessizce dinlemiştik. Bu satırların biri, bir zorunluluğu ifade ediyordu: "Affirmez la survie" -hayatta kalmayı/üstyaşamı olumlayın.
Ondan hayatta kalan, işte bu kelimeler oldu. Aslında hayatta kalmanın, söylenen sözlerin ne yöne gideceğini, gelecekte onları kimin miras alacağını bilmemek olduğunun farkında olmasına rağmen, bu sözlerin tanıdığı varisi tarafından okunmasını istemişti.
Bize hayatı olumlamamızı söylediği an yetim kalıyorum, çünkü bu olumlamanın, bunca kederin içinde, bu kadar ıstıraba rağmen nasıl gerçekleşeceği açıklanmıyor; Derrida, başka ipucu vermiyor. Bize bu konuda öğretebileceği tek şey, bu olumlamanın öğretilemez olduğu. "Affirmez la survie" -bu onun sesi; soyut.kelimeler kişileşmiş, konuşan birine ait olmuş, ve başka birine, herhangi birine vasiyet edilen bir talebe dönüşmüş.
Bizi alıp biçimlendirebilecek kelimeler değil bunlar, yalnızca bize bırakılmışlar. Farklı şekillerde yorumlanabilirler, ama hayaletsi somutluklarıyla öylece duruyorlar; bunlar bırakılmış, bunlar kalacak. Zaten amaç, yaşama, yaşamaya devam etmeleri değil mi?
Gerçekler tarafından sarsıldığında yeni bir gerçeklik bulmak için dile sarılan varlıklar olarak, bir türlü aklımıza getiremediğimiz, asıl amacımız bu değil mi?
Derrida'nın ölmüş olduğu gerçeğini kabul etmek istemiyorum, ama gerçekten öldü, fini. Nasıl olduğunu bilmiyorum ama, onun kelimeleri içinde ya da onun kelimeleri vasıtasıyla, şimdi ben devam ediyorum ve benimle birlikte devam eden başka bir şey, istesem de, istemesem de, beni ele geçiriyor.
Ben onu -sürüklemiyorum; o beni sürüklüyor. Olumlanması bitmiş olanla olumlanmak § üzere bırakılan arasındaki yapısal devamlılığı sağlayan, hayatta kalmanın ikircikliliğinin ta kendisidir; bizim için, bize rağmen, onsuz ya da onunla. (JB/BB/BA)
______________________________________________________
* Batu Boran'ın çevirisiyle yayımladığımız Butter yazısını Express dergisinin Ekim 2005'te çıkan 54. sayısından aldık.
1. Judith Butter, Express, Ekim 2004, sayı 42
2. Derrida'nın "la survie", yani "hayatta kalma"yla ilgili düşüncelerinin kökeninin Nietzsche'ye uzandığını düşünürsek (bkz. "Şen Bilim", 4. Kitap), "hayatta kalma"yı aynı zamanda "üstyaşam" olarak da okumalıyız. Zaten Derrida da bu kavramın, yalnızca yaşamın sürmesi değil, aynı zamanda Walter Benjamin'in "überleben" (üstyaşam) adını verdiği anlamı da taşıdığını söylüyor.
3. "Marx'ın Hayaletleri", çev. Alp Tümertekin, Ayrıntı Yayınları, 2001.
4. Romen şair Paul Celan (1920-1970) II. Dünya Savaşı'nda Eflak ve Moldova'da çalışma kamplarında tutsak oldu. Savaştan sonra Fransa vatandaşı olan ve şiirlerini Almanca yazan Celan,^1958'de Bremen Edebiyat Ödülü'nü kazandı.
5. Derrida, Ölüm karşısında mutluluk duymanın ya da ağlamanın kendisi için aynı şey olduğunu söylerken, Nietzsche'nin, "Şen Bilim"in 4. kitabının sonunda "ebedî tekrar" kavramını ilk kez ifade ettiği "En Ağır Yük" başlıklı aforizmaya gönderme yapıyor. Nietzsche, bundan hemen önceki kısımda da, ölüm döşeğindeki Sokrates'in yaşamın bir hastalık olduğunu söylemesine isyan ediyor.