* Çeviren: Mehmet Atıf Ergun
Hiddetle konuşmak, hiddetin kimi zaman acıyla birlikte yaptığı yolculuğu görmemizi engeller, acının üzerini örter. O yüzden hiddetle konuşmayı pek beceremem. En azından bu akşam.
Hiddet kederi ne sıklıkla bastırır, çığıra çığıra? Ve nasıl olur da keder, hiddeti yerle bir edebilir? Matemin, hiddetin yıkıcılığının havasını söndürebilmek gibi özel bir gücü var. Bu güçten, şiddetsizliğin kaynakları hakkında neler öğrenebiliriz?
Ann Carson, facianın neden varolduğunu sorar. Sonra da cevabını verir:
"Çünkü hiddet dolusunuz. Peki neden hiddet dolusunuz? Çünkü matem dolusunuz. Bir kelle avcısına, neden insanların kellelerini kestiğini sorun. Size, hiddetinin onu tahrik ettiğini, sürüklediğini söyleyecektir ve hiddet matemden doğar. Kurbanın kellesini kesip bir kenara atmak, kelle avcısının kendi matemini, yasını da bir kenara itebilmesini sağlar.
"Belki bu söylediklerimin size hitap etmediğini düşüneceksiniz. Öyleyse, eşinizin sizi annenizin cenazesine götürürken kavşakta sağa değil de kazara sola döndüğü o günü hatırlıyor musunuz? Ona öylesine yüksek sesle çığırmıştınız ki etraftaki sürücüler dönüp size bakmışlardı. Siz eşinizin kellesini kesip bir kenara atarken, diğer sürücüler kafalarını sallayıp geçip gitmişlerdi."
Matem katlanılamaz olur ve insanı öldürür bu katlanılamazlıkla. Bu mekanizmanın nasıl işlediğini bulabildik mi? Katlanılamaz bir matemin, kontrol edilemez bir hiddete ve yıkıcılığa nasıl dönüştüğünü?
Belki de matemi, şiddetle bitirilebilecek bir şey gibi hayal ediyoruzdur. Sanki matemin kendisi öldürülebilirmiş gibi... Peki ya şiddetsizliğin bir kaynağını da, matem edebilme yetisinde bulabilsek? Yoksun bırakılmışlığın katlanılamazlığıyla durmakta, onu yıkıma dönüştürmeden? Matemimize katlanabiliyor olsaydık, şiddetle karşılık verir miydik yine de, ya da yola öyle devam eder miydik? Ve matem katlanılamaz ise, o matemle yaşamanın, o mateme katlanmakla eşanlamlı olmadığı bir yaşayış var olabilir mi?
Bu korkunç döngünün dış hatlarına aşinayız; katlanılamaz matemi durdurmak için yıkıp yok etmek, katlanılamazı sonlandırmak, ama böylece de yıkım yoluyla o kaybı ikiye katlamak. Belki de bu yıkıcılık bir tür duyurudur: Katlanılamaz olan artık başkasının problemi olmuştur. Benim değil. İşte, al. Al benden bu katlanılamaz olanı. Artık sana ait.
İyi de, şimdiye kadar kim, başka birinin hayatını harap ederek matemini durdurabilmiş ki? Nedir bu fantazi, böylesi bir eylemde ses bulan bu kibir? Belki de bu kumarda bahsine girdiğimiz şey, yıkımın beni birden bire katıksız eyleme dönüştürmesidir. Pasiflikten, incitilebilirlikten kurtulmak. Sonunda. Uçarı ve bir anlığına.
Ya da belki de yıkarken, bütün dünyayı kendi haraplığına bulaştırmak ısrarıdır. Kaybettiklerim olmaksızın yaşamak katlanılamaz ise, belki de ortaya bir çaresizlik eşitlikçiliği çıkıveriyordur. Bu umutsuz eşitlikçilik anlayışına göre, herkes benim gibi harap olmalı, benim kadar acı çekmelidir.
Ya da belki de katlanılamaz bir matemden doğan bu yıkıcı eylemlerin dayanağı, bu kayıpla birlikte her şeyin de zaten kaybedilmiş olduğu düşüncesidir. Yıkım artık gereksiz bir çokluğa dönüşmüştür. Geçmişin süregelen onaylanışına.
Ama belki de burada, böylesine bir yasın mümkün olduğu bir dünyanın sona erdirilmesi uğraşısı bulunabilir. Yıktıkça daha da fazla matem yaratan, şekilsiz bir yıkıcılığa yuvarlanmak. Katlanılmazlığı sebepsiz yere saçmak her yere.
İyi de, katlanılamaz olan, zaten taşıyabileceğimden fazlasıdır. Bir şeyin zaten aşırı fazla olandan daha da fazla olması nasıl mümkün olabilir? Bu korkunç betimlenemezlik, yıkıcılık diye bildiğimiz o hiddetli matem biçiminde dünyanın üzerine boca edilir. Şunu sorabiliriz: böylesi bir yıkımdan, yani savaşta elde edilebilecek bir tatmin var mıdır? Freud bize, kimi yıkım biçimlerinin mekanik bir biçimde tekrarlandığını ve zevk veremeyeceğini, bu yıkım biçimlerinde tatmin bulunamayacağını söyler.
Oysa işte, biliyoruz, savaş bazen korkunç şekillere girerek tatmin sağlayabilir. Öyle tatminler ki bunlara direnmek gerekir. Barış ender olarak durgun ve sakindir. Çoğunca, barış yıkıma karşı bir direniştir. Savaşın verebileceği korkunç tatminlere direnme eylemidir.
Peki benim söylediğim nedir? Yas tutanlara daha çok yas mı tutun diyorum? Matemin kat be kat artışının daha az yıkıcı bir dünya getireceğini mi söylüyorum? Hayır; kaldı ki matem matematiksel denklemlere boyun eğmez. Matem, yalnızca birini, bir grup insanı, ya da bir toplumu tümden ya da neredeyse tümden kaybettiğimizin basit bir algılanışı değildir. Gerçeklik ilkesi bize son yargısını sunduğunda sona eren, dolambaçsız bir süreç değildir matem. Evet. Yasını tuttuğunuz kişi ya da kişiler temelli gittiler. Kaybettiğimiz kişiyi artık az ya da çok benliğimize, gerçekliğimize, hareketlerimize, giysilerimize, düşünce tarzlarımıza, konuşma biçimlerimize yedirdiğimizde bile bitmez matem.
Matem, istenmeyen, neye dönüşeceği ve nasıl ifade bulacağı önceden kestirelemeyecek bir değişimin seyahatine yol vermekle ilgilidir. Birini kaybetmenin bu dönüştürücü etkisi her zaman şekil bozucu bir etkiye dönüşme riski taşır. İrade boyunduruğunda değildir. Bir tür bozgundur. Gün arasında, yaptığınız işin tam ortasında dalga dalga vuruluverir insan. Her şey durur. Sendelersiniz, bocalarsınız, dökülüp düşersiniz hatta.
Yer çekimini ayağınızın altından alıveren bu dalga neyin nesidir? Sizi içine çeken, kontrolüne alan, durdurup deviriveren bu şey? Nereden gelir? Bir ismi var mıdır?
Birini kaybettiğimizde ya da bir yerden ya da bir topluluktan kopartıldığımız zaman bizi böylesi ısrarla talep eden, göz göre göre kendi benliğimizin ve devinimimizin efendiliğini bize böylesi yitirten şey nedir? Belki de benliğimizle ilgili bir şey birden bire ışıldayıveriyordur. Başkalarına olan bağımızın, birbirimize bağlı oluşumuzun resmini çizen bir şey. Bizi yaratan bu bağların aynı zamanda bizi nasıl yarı yolda bıraktığını ve benliğimizi nasıl lime lime ettiğini de.
Benliğimin anlamı sana böylesine bağlıyken seni yitirirsem, yalnızca senin yasını tutmak durumda kalmam. Aynı zamanda kendime anlaşılmaz hale gelirim. Hayatım, bu hayat, katlanılmazlaşır. Sensiz ben kimim ki? Hani ben burada, sen şurada değildik. Birbirimizin kesiştiği yerdeydi varoluşumuz. Hem ordaydık, hem burada. Yani hani zaten merkezimi kaybetmiştim ben ve böylesi değerli olan tam da buydu ve senin kaybınla yitirdiğimiz de kendi zeminimizdi; ayaklarımızı yere bastığımız bu kavşaktı yitirdiğimiz. Ve işte kendimizi, birden bire, kendi hayatımızı ya da başkalarınınkini alabilecek bir halde buluverdik.
Belki böylesi durumlarda kaybettiğim işte tam da bu “sensiz yaşayabilirim” duygusuydu. Sensiz yaşayabileceğim ortaya çıkmış olsa bile (bu “sen” her kim idiysen). Yaşama tutunmanın düşünülmez olduğunu sandığım bir zamanda, beklenilmez bir şekilde yaşama tutunabilmiş olsam bile. Sensiz yaşayabiliyor ve yaşıyorsam, bunun tek nedeni senin yerini, hitap ettiğim bu yeri kaybetmemiş olmam. Kendimi, sargılandığım bu dilde, hayatta kalmamızın ön koşulu olan bu dilsel birliktelikte bulduğum, yüzü olmayan bu muhatap. Sözün, dilbilgisinin koşulu olan bu “sen”, şuradaki sen de olabilirsin, başka bir isim taşıyan oradaki başka bir sen de... Ya da belki henüz hiç tanışmadığım bir başka sen. Ya da hatta belki bir “sen”ler akışı de olabilirsin, çoğunca isimsiz ve yine de ayağımı yere basmamı sağlayan, yer çekimini bana bağışlayan, devinimimi bana veren. Ve “sen”i, yani o öncesi sonrası olmayan, darmadağınık ve şımarık, samimi şahıs zamirini kaybedince harap olur, dökülür, düşeriz.
Tutulan yas tamamen kişisel, özel, kendine mahsus bir kayıp gibi gözükebilir. Ama bu kayıp, aynı zamanda da beklenmedik bir siyasi topluluk olgusunu donatabilir. Hatta önsezisel bir şiddetsizlik kaynağı bile yaratabilir. Eğer kendime atfettiğim bu hayat aslında ve asla senden gayrı değil idiyse, biz de benim, senin ve bütün şu ötekilerin bir bileşimi olamayız. Olsak olsak, karşılıklı bağımlılık ve tutku ilişkilerinin bir kısmı olabiliriz. Böylesi bir örgüyü, yaşamımızın toplumsal koşullarının bir kısmını tümden çökertmeden ne yadsıyabilir ne de yıkabiliriz.
Böylece atılacak bir sonraki adım, bu bağların, hatta en sefil olanlarının bile korunmasını gerektiren bir tür etik ihtardır. Yani tam da bizim ve başka canlıların hayatlarımızı elimizden alacak, ekolojik yaşam koşullarını kaybettirecek olan bu yıkımlara karşı bu bağların korunmasının gerekliliğidir.
Başka bir deyişle, birbirimizi kaybetmeden önce, biz zaten birbirimizin, öteki'nin içinde kaybolmuştuk bile. Ama bunun ayırtına da böylesine varmamıştık hiç, ötekini kaybettiğimiz o ana dek. Birbirimize böylesine büyüyle kapılmışlığımız, kendi ilişkilerimizi kendimizin kurduğunu / kurgusunu kağıda dökmeden çok daha öncesinde zaten var olan toplumsal ilişkilerin üzerimizdeki yaşatma ve kırma gücünü betimlemenin yollarından biridir.
Biz zaten çoktan ötekinin avuçlarındayız. Korkutucu ve nefes kesici bir başlangıç yolu bu. Öteki, daha ilk başta bizi zaten yapmış ve bozmuş. Bunu reddetmek demek, tutkuyu, yaşamı ve matemi reddetmek demek. Bu reddedişin yaşanışının adıdır yıkım. Onaylanışının yaşama yansıması ise şiddetsizliktir.
Belki de şiddetsizlik, hiddetin mateme çöküşünün o zor uygulamasıdır. Ne de olsa ancak bu deneyim sırasında anlamamız mümkündür öteki ile birbirimize bağımlılığımızı, yani birbirimizin benliğini tanımlayan ve bazen yitirdiğimiz, nefes alıp veren bu ilişkiyi.
Bazen katlanılmaz olandan ne büyük bir hızla uzaklaşıyoruz, ya da kendimizi bu katlanılmazlığın içine ne büyük bir hızla sürüyoruz, ne yaptığımızı da sonuçlarını da bilmeden. Sabırlı olmak öylesine katlanılmaz gözüküyor ki bu katlanılmaz matemle.
Oysa işte o yavaşlık, o ağır aksaklık, neye değer verdiğimizi göstermenin ve hatta ondan ve sevdiğimizden geriye kalanı korumamızın koşulu olabilir. (JB/EKN)
Kaynak:
Judith Butler. 2014. "Speaking of Rage and Grief." 2014 PEN World Voices Festival of International Literature: On The Edge (2014 PEN Dünya Sesleri Festivali: Kuytuda). 28 Nisan. Erişim tarihi, 6 Haziran 2014. https://www.youtube.com/watch?v=kQO9rvr9V3g , 1:16:50 -- 1:27:55.