Sonra? Hemen sonra, televizyonlarda, gazetelerde, radyolarda ve Internet sitelerinde "egemenlik devri", tırnak işaretleri kullanılmadan, doğru, zaman zaman adeta fısıldanan "rezervasyonlar"la, ama sonuçta iri puntolarla ve gerçek bir devir yaşanıyormuş gibi verildi.
NATO Zirvesi'nden "üyelerimiz Irak polisini eğitebilir" eğiliminin yarı bir karar gibi ıkına sıkına çıkması da medyada önemli bir dönüm noktası gibi takdim edilmişti. İlkinden bir farkla: Bunu böyle önemli bir dönüm noktası gibi göstermede, yabancı medya kuruluşları bizimkiler kadar heyecanlı ve yaygaracı değildi. Türkiye ne de olsa, "sivil" hükümeti, devlet erkânı, kâra susamış sermayesi, medyası ve o medyanın hedef müşterisi plaza parazitleri ile, "ucuz emek depoluğu" dışında "ucuz askeri hizmetler tedarikçiliğine" de sıcak bakıyor. Bir de üçüncü sektör uzmanları var. Onlar devirden önce, İstanbul Boğazı'nda teröristlere karşı savaş gemileri ile "önlem alındığı" ve Kadıköy'de herşeye rağmen bir araya gelen 50 bin kişinin tarihi bir özgürlük gösterisi yaptığı sıralarda, tıpkı "NATO Vadisi" gibi korunan Çırağan Sarayı'nda Büyük Orta Doğu'ya demokrasinin getirilmesi için "sivil alternatifler" i tartışıyordu. NATO Zirvesi'nin bu "sivil" izdüşümü, ABD merkezli Alman Marshall Vakfı ile piyasa spekülatörü George Soros'un Türkiye temsilcisi Can Paker'in başkanlığını yaptığı TESEV tarafından ortaklaşa düzenlenmişti.
Gene o günlerde, "Irak polisini eğitmeye talip olalım, olayların dışında kalmayalım, terörizme karşı savaşta etkili olabilmemiz açısından da önemli" değerlendirmelerinin televizyonlarda başlamasından hemen önce, İngiliz Telegraph gazetesinde Damien McElroy'un bir Irak haberi yayınlanmıştı. McElroy haberde, Amerikalılar tarafından eğitildikten sonra ya direnişçilere karşı çarpışmayı red eden ya da üniformaları ve silahları ile doğruca direnişçilerin safına geçen "yeni Irak polisleri"nden söz ediyordu.
Haber şöyle başlıyordu:
"Teğmen apoletli üniformasıyla Ömer, 'RPG kulanabilen bir adam arıyorum' diyor. Dört el havaya kalkıyor ve 'Biz yaparız' haykırışları duyuluyor. Ömer gençten birini, Bilal'i seçiyor ve birlikte şehrin kenar semtlerindeki bir tünele gidiyorlar. Orada, Bir Numaralı Karayolu'nda, bir Amerikan Humvee'si doğuya doğru ilerliyor. Bilal nişan alıp ilk roketini fırlatıyor. Araç, çarpılmış, dumanları tüten bir metal yığınına dönüşüyor. İçindekinin akıbeti bilinmiyor.. Teğmen Ömer, Irak'ın özgür ve demokratik bir devlete evrilişini tehdit eden isyancılarla savaşmaya ve kanunları savunmaya and içmişti. Oysa şimdi o, Amerikan taktikleri hakkında öğrendiklerini Felluce'deki ayaklanmayı desteklemek için kullanıyor.."
"Eğitilecek polis" Amerikan cipini cipse çeviriyor
Irak polisinin hiç değilse bir bölümü, kendi halkına karşı işgalcilerin çıkarlarını korumak ve kendi ülkesinin soyulmasına destek vermek üzere belki eğitilebilir. Sonuçta epeyce güç de olsa, Irak'da polislik yapmak da bir iş.
Ama "egemenlik devri" yapan Amerikan koloni yönetiminin, 20 milyar dolar Irak parasını (büyük bölümü petrolden) ne yaptığının belgelenebilmesi ve "buharlaştığı" söylenen 1.2 milyar ilâ 3.7 milyar doların geri tahsil edilebilmesi bu saatten sonra biraz zor görünüyor. Söz konusu para, Birleşmiş Milletler'de Mayıs 2003'de alınan 1483 numaralı karar ile Irak halkının ihtiyaçları için harcanmak üzere "Irak Yardım Fonu" na ("Development Fund for Iraq") aktarılan gelirlerden oluşuyor. Fonun bağımsız denetiminin yapılması da kararlaştırılmış, ama denetçi ancak nisan ayında göreve başlayabilmişti. Irak işgal edildiğinde orada üslenip "Irak halkının çıkarlarını koruyacağım; Irak halkının soyulmasına izin vermeyeceğim" diyen "açık toplum"cu spekülatör Soros ve adamlarından bu konuda şimdiye kadar ses çıkmamış olması ise şaşırtıcı değil. Skandalın ısrarla altını çizen, İngiltere merkezli "Christian Aid" ("Hristiyan Yardım") örgütü.
"Egemenlik" denilen şeyin halk tarafından seçilmiş bir hükümete değil de Amerikan koloni yönetimi tarafından atanmış eski CIA çalışanlarına "devredilmesi"nin ne tür bir egemenlik devri olabileceğinin tartışılmaması.. Irak'ta işgalciler tarafından oluşturulmaya çalışılan yeni emniyet gücünün mensupları direnişçilere katılıp Amerikan ciplerini cipse çevirirken, hangi polisin nasıl eğitileceğinin gündeme getirilmemesi.. Amerikan koloni yönetimi Irak halkına ait paraları kendi kasasına aktarırken ve bu paraların ne için kullanıldığı -birkaç genel ifade dışında- açıklanmazken, "muhasebe defterlerini saklamayın, Birleşmiş Milletler'e hesap verin" diye küçük de olsa bir çığlık atılmaması.. İnsanlar bütün baskılara, yıldırmalara, vapur seferlerinin iptaline rağmen Kadıköy'de toplanırken, Çırağan'da "kapalı toplum" oturumları yapanların garabetine hiç işaret edilmemesi.. Bu çağa değilse de bu çağın "yayıncıları"na has özellikler olsa gerek.
29 Haziran günü saat 2 sularında Bush canlı yayında, arkasını Boğaz'ın sularına vermiş, yalanlar söylüyor.. Bu yalanlar aynı anda, Türkiye'de izlenebilen dokuz kanal tarafından yayınlanıyor: CNN, CNN Türk, BBC World, SkyTürk, Haber Türk, NTV, CNBC-e, TV8 ve TRT2..
NATO Zirvesi'nin ilk gününün akşam saatlerinde, CNN Türk'te Kaya Heyse, "yönetimin devri"nin iki gün önceye alınarak "Irak'taki direnişçilerin ters köşeye yatırıldığını" söylüyor. Saat 19:50'de ise gene aynı kanalda, "Irak'ta ABD işgali 'resmen' sona erdi" yazısının eşliğinde, "Radyo Dicle" diye bir Bağdat radyosunun yöneticisi ile Heyse bu kez röportaj yapıyor. Heyse'nin "Irak'ın ilk açık radyosu" olarak tanıttığı radyonun güleç yöneticisi, gün boyunca telefonlar aldıklarını, insanların terör örgütlerinden, isyancılardan eylemlerini durdurmalarını istediğini söylüyor. Radyoyu arayanların, "Bir gün tatil verin Irak halkına" diye neredeyse yalvardığını..
"Direnişçiler" ile "teröristler"in kolayca özdeş özne olarak kullanıldığı bu cümleler ile Irak halkının hangi tarafta olduğunun altı çiziliyor. İngiliz Guardian'da ise Seumas Milne, aynı günlerde, Irak'ta yaptırılan son kamuoyu araştırmasının (hem de Bush yönetimi tarafından) sonuçlarına göre, halkın sadece yüzde 2'sinin Amerikalı ve İngilizler'i "kurtarıcı" olarak gördüklerini yazıyor.
"SAT" yazan teknenin burnundaki gözlüklü adam
Yalanların yalanlarla yarıştığı ve her yerden lav gibi fışkırdığı günlerde, aslında unutulmayacak bir haziran sabahı yaşandı.
27 Haziran 2004 pazar sabahı şimdiden bir nevi tarih oldu. Tarihin o sabahında, 9:30 Beşiktaş-Üsküdar vapurunda, kimliği gizli insanlar vardı. Bazıları sabırsız, bazıları uykulu, belki bazıları hafif kafadan çatlaktı. Biri kenarda banka oturmuş, öbürü yağmurdan nem kapmamak için elinde gazetesi salona sığınmıştı. Tarihin o sabahı, vapur Boğaz'ın ortalarına doğru yaklaştığında, çok süratli bir tekne çok uzaklardan yetişip vapuru sağ çaprazına aldı. Vapur tırısa kalkmış karşı kıyıya, tekne dört nala vapura koşuyordu. Teknenin içinde beş - altı üniformalı adam, üzerinde de "SAT" diye kısa ve sert bir yazı vardı. Beş altı adamdan en önde duran, teknenin burnuna doğru monte edilmiş bir makinalıyı iki eliyle sımsıkı kavramıştı. Gözlerini tamamen kapatan tuhaf gözlükleri vardı. Makinalının namlusu o an tam vapurdakilerin üzerine çevrilmiş, tekne, adamlar ve makinalı hep birlikte hızla vapura yaklaşıyorlardı. Sonra, adamların gözleri vapurdakilerde, vapurdakilerin gözleri üniformalı adamlarda, bir müddet aynı hızda yan yana gittiler. Derken tekne burnunu havaya kaldırıyor, sanki kendi etrafında çeyrek daire çiziyor ve birden vapurdan uzaklaşıyordu.
Makinalının, "bir ara gizlice kaptan köşkünün yanına monte edilmiş füze bataryalarıyla NATO Vadisi'ni vurmaya kalkabilecek bir terörist"i parmak tetikte bekler gibi, vapurdaki yolcuların üzerine çevrilmiş olması, çok olağan dışı değildi belki. Sonuçta epeyce güç de olsa, bu da bir iş. Genellikle geride artık her tarafı daima titreyen adamlar bırakan bu işi yaptıktan sonra, sinirler hâlâ sağlam kalabilmişse, mesela bir bankada "polis yetkili" koruma görevlisi de olunabiliyor.
Çok olağan sayılamayacak şey ise, tarihî 27 Haziran sabahının yaşandığı günlerde ve genel olarak son günlerde, "demokrasi ve AB yolunda kat edilen mesafeler" üzerine sevinçli mırıltılar çıkarıp durmak. DEP'li Zana, Dicle, Sadak ve Doğan'ın bir hukuk zaferinden ziyade bir politik tercih sonucu tahliye edildiği günlerde, "Akıntıya Karşı Yazılar" kitabı nedeniyle yazar Fikret Başkaya ve yayıncı İsmet Erdoğan'a açılan davayı ve 3 yıl hapis cezası talebini hiç gündeme getirmemek. Yüz binlerce insanın çalıştığı bir işkolunda örgütlenmiş bir sendikanın, Eğitim-Sen'in kapatılması için 10 Haziran 2004'de Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından "Ankara valisinin başvurusu üzerine" açılan davayı "AB süreci"nde çarpıcı bir garabet olarak görmemek ve köşe yazılarına taşımamak.
Bu arada 2 Temmuz 2004 günü, daha sonra PKK/Kongra-Gel tarafından kınanan bir bombalı saldırıda, Van'da üç kişi hayatını kaybediyor. NATO Zirvesi'nde bizzat George W. Bush tarafından "PKK terörü"nün gündeme getirilmesinin, tahliye edilen DEP milletvekilleri ile "dağdakiler"in arasına el birliği ile duvar çekme çabalarının artık iyice yoğunlaştığı günlerin tam ortasında..
O bombayı patlatmak epeyce güç de olsa, herhalde bu da bir iş. Bu tür işler, herhalde acıma duyguları ile yaşanarak yapılmıyor. (ŞA/YS)