"Hikâye sepetim dolmuştu artık, boşaltmak gerekiyordu" diyor Gülhan Davarcı. Çeşitli feminist yayınlarda, dergi ve platformlarda yayınlanan yazıları ve öykülerinin ardından ilk öykü kitabı "Çok Özel Dostlar Kulübü" okurla buluştu.
Emily Dickinson, Charlotte Bronte, Jane Austen, Eleni Küreman, Josephine Cochrane, Basralı Rabia, Edna Pontellier, Anna Karenina... Tarihe düştükleri notla yazarı büyüleyen, duvarlarından sızan, evine konuk olan, isyanlarını dile getiren kadınlar "Çok Özel Dostlar Kulübü"nde buluştu.
"Dostoyevski'dense, Dickinson'a daha yakınım"
Özellikle 18. ve 19. yüzyıldaki kadın yazarlara selam yollayarak açılıyor kitap. Kitaba ismini de veren ilk öykü onlarla olan kurmaca sohbetinize odaklanıyor. Bugünden baktığınızda bu kadın yazarlar "yolunuza nasıl bir ışık tuttular?" Sizi birbirinize hangi bağlar bağlıyor?
İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünde lisans eğitimi aldığım yıllardan kalma, kendileriyle kurduğum özel bir ilişki var. Ayrıca Amerikan Edebiyatı dersleri de almıştım aynı dönem, Emily Dickinson, Kate Chopin gibi şair ve yazarlarla tanışıklığım o günlere denk gelir. 19. yüzyılda yaşamış kadın yazarların, yazmaya dair yaşadıkları gerilimi, birçok eleştirmen gibi öyle bir gerilim olduğunu düşünüyorum, düzenli ve disiplinli yazmaya başlamamla birlikte daha iyi anladım. Yazmanın ya da yazdıklarınla ortaya çıkmanın, neyi ne kadar yazacağına karar vermeye çalışmanın cinsiyetten bağımsız olabileceğini düşünmüyorum. Elbette tarihsellikten arınmış bir yazan özneden bahsetmek mümkün değil, ama çok sevdiğim iki isim üzerinden örnek vermem gerekirse, kumar borçlarını ödemek için yazan bir Dostoyevski'dense, şiirlerini çekmecesinde saklayan Emily Dickinson'a kendimi daha yakın buldum.
"Kurmaca türündeki annelerimiz"
19. yüzyılda doğmuş ya da yapıt vermiş kadın yazarları, onları saran dünya nasıl olursa olsun edebiyat aracılığıyla kendi dünyalarını yaratmaları ve orada var olmaya çalışmaları bakımından hâlâ ilham verici buluyorum. Charlotte Bronte'nin kitaptaki kurmaca mektubunda söylediği gibi, hayatları benimkiyle kıyaslandığında hiç de konforlu değildi. Yazmaktan kaçmak için geliştirdiğim savlara gölge düşürüyordu bu gerçeklik.
Diğer taraftan edebi bir tür olarak roman ve öykünün de Batı'da doğmuş olması ve bizden çok önce bu türde yapıt üreten Batılı kadın yazarların olması, onları kurmaca türünde annelerimiz kılıyor diye düşünüyorum.
"Yazmak benim için çok mahrem bir etkinlikti"
Dickinson ve Austen, yazdıklarını yayınlatma konusunda iki farklı karakter... İlk öyküde bu noktaya da değinmişiniz. Siz nasıl başladınız yazmaya ve nasıl karar verdiniz yayınlatmaya?
Yazmam konusunda telkinde bulunan dostlarım vardı hep, okul yıllarında yazdıklarımı çok beğenen hocalarım da oldu. Bir parçası olduğum Sosyalist Feminist Kolektif'in Feminist Politika dergisine yazdığım birkaç yazı dışında, öykü yazmaya başlayana kadar yazıyla düzenli bir ilişkim olmadı. Çok mahrem bir etkinlikti yazmak benim için. Hep ertelediğim, hatta kaçtığım, yazmamak için farklı savunma mekanizmaları geliştirdiğim uzun yıllardan bahsedebilirim. Yazıya dökmediğim için hep zihnimde yaşattığım hikâyelerle dolu yıllar... Hikâye sepetim dolmuştu artık, boşaltmak gerekiyordu.
Dickinson ve Austen ile konuşmalar
Öyküler biriktiğinde bir seçki hazırlayıp dosya haline getirdim ama yayımlatıp yayımlatmama konusunda hâlâ kararsızdım. Bu süreçte Dickinson ve Austen benimle konuşmaya başladı. Öyküde de okuduğunuz şekilde, biri beni ikna etmeye çalışıyordu "Bu öyküler kitap olarak basılmalı" diye, diğeri tam tersi yönde konuşuyordu. Öyküde Dickinson'ın sesi daha cılız çıkıyor ama aslında benimle konuşurken çok daha güçlüydü. Yazarken Austen tarafım baskın çıktı.
"Karşı çıkışlarımı yazıya döktüm"
Siz ve Aydın Şimşek arasında, yani yazar ve eleştirmen arasında geçen konuşmalardan oluşan "Aydın ile Konuşmalar" bölümü nasıl oluştu, kitapta nasıl yer buldu kendine?
Aydın Şimşek'ten yaratıcı yazarlık üzerine ders almıştım ve birlikte çalıştığımız süreçte eleştirilerine itiraz etmek gibi bir reflekse sahiptim. Hızımı alamayıp karşı çıkışlarımı yazıya döktüm. Gündelik hayatta da sözel olarak kendimi ifade edememiş hissettiğimde insanlara yazarım. Aslında böyle bir alışkanlığın sonucu "Aydın ile Konuşmalar" kısmı. Sürekli konuşan bir zihin işte, biraz patolojik, yaratıcılığa dönüştüğünde şifalı neyse ki. Sonra her öykü üzerine Aydın Hoca ile konuştuğumuzda, onun birçok cümlesi, yazmak ve yaşamak arasındaki paralelliklere odaklanmamı sağladı. Neden bu da kurmacanın bir parçası olmasın, diye düşündüm. Nasıl "Çok Özel Dostlar Kulübü" öyküsü yayımlatma sürecimi anlatan bir "önsöz öyküsü" ise, "Aydın ile Konuşmalar" bölümü ile de her öykü özelinde okuyucuyu öncesine götürmeyi arzuladım. Ayrıca, dediğim gibi, yazmaya ve yaşamaya dair düşüncelerin aktarıldığı mütevazı bir çalışma olsun istedim.
"Zihinden zihine bir bağ"
"Aydın ile Öyküler Üzerine Konuşmalar" bölümünde geçen "Okuyucuyu metnin gizlerine ulaşmak için çalışmayı öneriyorsun" yorumu, öyküleri okurken benim de çok başıma geldi. Kitaptaki karakterler, olaylar üzerine ara ara araştırma, farklı okumalar yapma isteği oluştu. Öykü bitse bile yarattığı merak devam ediyor sanki... Siz nasıl yorumlarsınız?
Aslında öykü bitince metinde geçen isimleri okuyucu merak etsin, onlara dair araştırma yapsın gibi bir amacım yoktu. Beni etkilemiş, duygu ve zihin dünyamda yer etmiş, tarihi ve kurmaca karakterleri metinlerin merkezine taşıdım sadece. Okuyucuyu da ölü saydım bu aşamada. Bahsettiğim karakterleri bilip bilmemeleri, merak edip etmemeleri önceliğim olmadı. İlgisini çekenler okur, diye düşündüm. Ama okuyucu yorumları genelde merak ettikleri ve araştırdıkları yönünde. Eğer böyle bir şey varsa, tabii ki, bu beni mutlu eder. Bugün benim öykümle başlayan, belki başka bir gün sanatsal ya da kültürel başka bir aktivitede, okuyucuyu ve beni tekrardan ortak bir zeminde buluşturabilecek bir deneyim bu. Zihinden zihine bir bağ diyebiliriz, ortak hafıza adına bir köprü... Bugün bir okurla tesadüfen bir yerlerde karşılaşsak, sadece kurmaca karakter olarak değil, gerçek tarihi kimlikleri üzerinden de Josephine Cochrane hakkında konuşabiliriz ya da Basrali Rabia... Böylesi bir buluşma, çok kıymetli olmaz mıydı?
Kitapta buluşmuş kadınlar
Bu bahsettiğim merak hissi daha çok iki öyküde; Josephine Cochrane ve Eleni Küreman'ın yer aldığı öykülerde oldu diyebilirim... Biri ABD'li diğeri Türkiyeli iki karakter. Farklı zamanlardan farklı coğrafyalardan kadın karakterlerin buluştuğu bir "çok özel bir kulüp" gibi kitabınız... Neler söylemek istersiniz?
Tam da ifade ettiğiniz gibi kadın karakterlerden oluşan çok özel bir kulüp. İçinde yer aldıkları kültürün ya da zamanın önemini yitirdiği, benim kitabımda buluşmuş birçok kadın. Hepsi de tarihe düştükleri notla beni büyülemiş kadınlar... Eleni Küreman'ın hikâyesini öğrendiğimde içim burkulmuştu. Josephine Cochrane bulaşık makinesini icat etmiş olduğu için Marie Curie kadar kıymetlidir. Basralı Rabia, dini bağlamda sevgiye atfettiği merkezi rolle İslam felsefesine ciddi katkı yapmış ve seçmiş olduğu hayat tarzıyla bende hayranlık uyandırmıştır. Edna Pontellier, Anna Karenina, tanrıça Anahid ya da Antigone... Duvarlarımdan sızdılar, evime konuk oldular, isyanlarını dile getirdiler, önerilerini anlattılar, bazen sadece acılarını paylaştılar, bana yol gösterdiler. Onlarla geçirdiğim anlar çok keyifliydi.
(AÖ)