Bir firmanın reklamı kadınlara uygulanan şiddeti kendine konu edinmiş. Bu yapılırken de Nazi Almanya'sının da çok benimsediği evdeki kadın/dışarıdaki erkek geleneksel rol dağılımı şiddet temelinde yer değiştirmiş. Evin içinde umutsuzca çalışan, mütemadiyen dayak yiyen, işyerinde, sokakta ya da bir barda sözlü ve fiziksel tacize uğrayan erkeklerin yüzleri korku dolu, acıyla kıvranan bedenleri acz içinde, teslim olmuşlar hayata ve kadınlara...
Kadınlarsa hayaletimsi bir kimliksizlik içinde hiç de inandırıcı olmayan bir gerilim filminin başarısız aktörleri gibi. Kadınlar ve erkekler birbirlerinin kötü birer kopyasıydı.
Doğrusu bu görüntüleri izlerken onaylayıcı bir tavır içinde olamadım. Ama "Hayatınızda hiç kadın olmanın ne demek olduğunu düşündünüz mü?" diye soran sese bir cevap verilse bile kimin vereceğini ve o cevabın bize tuttukları aynayla ne gibi bir ilgisi olacağını düşünmedim. Onun yerine mutfaktaki birikmiş bulaşıkları, banyoda beni bekleyen çamaşırları, oğlumun karşılanmayı bekleyen isteklerini, yazılmayı bekleyen ama bir türlü yazılamayan hikayelerimi, kırık dökük hayalleri -üzerindeki tozu, pisliği temizlememi ünleyen bahtsız halıyı duymazdan gelip- süpürmek geçti içimden. Kendimi yok etmek. İşte, içinde fiziksel şiddet barındırmayan basitçe kabullenilmiş rol budur.
Eşime baktım. Bütün gün uğraştığı meselelerden yorgun düşmüş, kendine gelmeye çabalıyordu. Ama diyelim ki sabah sekiz akşam yedi çalışıp üstüne ev ve çocuklarla ilgilenen bir kadına ya da bu mesaisinde bir de şiddet gören diğer kadına göre daha şanslıydı. Şans mı? Şuna işi daha kolaydı desek.
Reklam filminde tanınmış tiyatro sanatçıları tarafından canlandırılan karakterleri bu şekilde, yani kabullenilmiş toplumsal rollerinin dışında göstermek ve gerçek hayatta iliklerimize dek yaşadığımız şiddeti tersine çevirerek farklı bir bakış açısı yarattığını savunmak kelimenin tam anlamıyla safdillik olur. Çünkü kurban ile celladın hikayesi değildir bu. Celladı kurban yapmanın, ezileni muktedir kılmanın duygusal bir tatminden öteye gitmeyeceği açık.
Gerçi reklamın amacı da büyük bir olasılıkla buna benzer bir şey; heteroseksüel toplumun anaç duyguları, biraz gözyaşı, azıcık hüzün, bolca acı... Kadınların hayatı ne de olsa bunlardan ibaret. Sert, kaba hatları olan, sınırları belli adacıklar gibi. Sakın oradan çıkmayın! Oysa bu adacıklardan çok uzaklara giden daha doğrusu gitmeyi vaat eden bir gemi imgesi daha makul bana göre. Bu imgeyi takip edenler de tıpkı ticari bir alışveriş yapar gibi rollerin değiş tokuş edilemeyeceğini muhtemelen bilirler. Dolayısıyla anakaranın çok daha karmaşık, çok daha gerçekçi katmanlardan oluştuğunu ve sorunlarla dolu olduğunu da bilirler. Kadınlar bir tür değildir. Sırf biyolojik cinsiyetleriyle bir kalıba sokamazsınız onları. Çok başka şeyler gerekir. Toplumsal cinsiyet kavramı da bunlardan yalnızca bir tanesidir.
Yıldırım Türker'in deyişiyle, "Yegane meşruiyetin erk olduğunu bilir. Dünyalıymış gibi davrandıkça dünyayı incitir" erkek, bu yüzden kadınlığımız bizde kalsın. Ama şunu da unutmayalım, ataerkil sistemi ihya edenler her zaman erkekler değildir. Bu yüzden bu film vesilesiyle olması istenmeyen/arzulanmayan/hayal edilmeyen erkekliğin içine sokulmak istenen kadını onaylamakla ihya edenler arasına katılırız. Belli ki duygusal olarak incinmiş, yaralanmış bir manken/şarkıcının biten evliliğinin kurtuluşunu iki tokada duyduğu hasrete bağlaması istisnai bir durum mudur sizce?
Janis Ian, pek çok ödül kazandığı kariyerinin başlarında "You Got Me on a String" adlı şarkısında, "Dayak da atsa, mahrum da bıraksa umursamam; yeter ki terk etmesin beni kocam" diyordu. Sonradan eşcinsel olduğunu açıklayacaktı. Ama o zamanlar, daha 1970'lerin başında amcasının, bir erkeğin, "Biliyor musun, bunu söylememelisin. Şu kızlar seni izliyorlar ve bu şarkı gerçekten fena bir mesaj veriyor" demesi bizim için çok mu yeni acaba?
Her şeyi bir araya getirelim, tamam mesajları doğru algılayalım ama eksik olan bir şeyler var. Pek çok bedeli olsa da sistemi ihlal etmenin daha cazip ve kurtarıcı olduğunu ısrarla göz ardı etmek mesela...(TBÖ/EÜ)
(1) "Birikim", sayı 35. Alıntı: Leonore Davidoff-Catherine Hall