Nahide Opuz davası, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) bir devleti aile içi şiddete karşı vatandaşını koruyamadığı gerekçesiyle mahkûm ettiği ilk dava oldu.
Dava, İstanbul Sözleşmesi’nin hazırlanmasına ilham kaynağı oldu ve aile içi şiddet, dünya gündeminde çözülmesi gereken bir olgu olarak yer buldu.
Bugün, İstanbul Sözleşmesi’nin temelini sadece Türkiye için değil dünyanın tüm kadınları için atan davanın asıl kahramanı hakkında hiç düşünme şansınız oldunuz mu?
Kimdi Nahide Opuz? Nerede yaşamıştı? Şiddete karşı nasıl mücadele etmişti?
Nahide Opuz’un hayatı, Diyarbakır’ın dar sokaklarında başladı. 1972’de doğmuştu Nahide, umut dolu bir çocukluk yaşamıştı belki de.
Ancak kaderi, 1995’te Hüseyin Opuz ile evlenmesiyle bambaşka bir yola savruldu. Beş yıl süren birlikteliğin ardından kurulan bu yuva, aslında Nahide için bir cehenneme dönüşecekti.
Evliliği boyunca Nahide’nin hayatı, eşinin şiddetiyle çekilmez hale geldi. Hüseyin Opuz’un, Nahide’ye ve annesi Minteha Baybur’a karşı uyguladığı fiziksel ve psikolojik şiddet, darplar, bıçaklı saldırılar ve hatta bir keresinde araçla ezme girişimi gibi boyutlara ulaştı.
Bu durum Nahide’yi, annesiyle birlikte tam 36 kez devlet makamlarına şikayette bulunmaya zorladı. Ancak bu şikayetlerin büyük kısmı ya dikkate alınmadı ya da şikayet geri çekilince davalar düştü. Kayıt altına alınan altı vakadan dahi sonuç alınamadı.
1996’da Hüseyin Opuz, Nahide’ye şiddet uyguladıktan sonra ilk kez tutuklandı. Ancak Nahide’nin ölüm tehlikesini atlattığı gerekçesiyle kısa sürede serbest bırakıldı.
Beşinci şiddet olayında, Hüseyin’in Nahide’ye bıçak çektiği tespit edildi ve mahkemeye çıkarıldı. Hüseyin kendisini, “Eve geldim, karım annesindeydi, aradım geldi, ‘neden yemek yapmadın’ dedim, münakaşa çıktı, getirdiği meyve tabağındaki bıçakla vurdum” diyerek savundu. Mahkeme, bu vahim saldırı karşısında para cezası verdi: 800 lira
Hüseyin Opuz’a araçla Nahide’yi ezme girişimi ise üç aylık hapis cezası verildi ancak bu ceza da paraya çevrildi.
Şikayetlerin ve yaşananların arasında, Nahide’nin adalet arayışı yargının kayıtsız duvarına çarpıyordu. Nahide’nin koruma talebi başvuruları sonuçsuz kaldı, şikayetlerini baskı altında geri çekmek zorunda kalıyor ve boşanma davalarını eşinin tehditleri nedeniyle iptal ediyordu.
Nahide Opuz’un annesi Minteha Baybur, kızını korumak için mücadele eden güçlü bir kadındı.
Ancak 27 Şubat 2002’de Diyarbakır savcılığına yaptığı ölüm tehditlerine dair şikayet henüz sonuçlanmadan, can kaybı yaşandı. Nahide ve Minteha, İzmir’e taşınmaya hazırlanıyordu. Eşyalarını kamyona yükledikleri sırada Hüseyin Opuz, yolunu kesti ve Minteha Baybur’u silahla vurarak öldürdü.
Cinayetin ardından Hüseyin Opuz hakkında kamu davası açıldı. Nahide, annesinin öldürülmesinden sonra boşandı. Ancak bu boşanma, yaşadığı travmaların gölgesinde küçük bir teselli olmaktan öteye gidemedi.
Nahide Opuz’un yaşadıkları sonunda uluslararası bir boyut kazandı. Türkiye’nin yargı sisteminde çözüm bulamayan Nahide, yaşadıklarını Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) taşıdı.
Halkların Demokratik Kongresi (HDK) Eş Genel Sözcüsü ve DEM Parti Milletvekili Meral Danış Beştaş o dönem Nahide Opuz’un avukatıydı.
Erkek şiddetine karşı mücadelede AİHM’e kadar giden yolun yargı süreci nasıl örüldü? Dava kadın hareketi açısından neden bu kadar önemli?
Meral Danış Beştaş, yanıtlıyor.
Nahide Opuz Bu davanın Türkiye ve dünya genelinde kadına yönelik şiddetle mücadeleye katkısı sizce nedir? Bu davayı bu kadar önemli kılan unsurlar nelerdir?
Bu davanın en önemli katkısı kuşkusuz İstanbul Sözleşmesi’dir. Çünkü bu dava ile aile içi şiddet mevzu gündem olmuş ve çözülmesi gereken bir olgu olarak dünya gündemine girmiştir. Ne yazık ki kadına şiddet ve çocuğun istismarı meselesi, dünyanın da gündemindedir. Ve kadınlar hakları için yüzyıllardır büyük bir savaş veriyor, büyük bedeller ödüyor. Ortaçağda cadı denilerek yakılan kadınlardan günümüze ne yazık ki pek bir şey değişmemiş gibi…
Ama tarihin yapraklarını şöyle bir çevirdiğimizde devasa kazanımlar da elde edildi. Mesela Opuz Davası neticesinde verilen karar ile Türkiye, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde aile içi şiddete karşı vatandaşını koruyamadığı gerekçesiyle ceza alan ilk ülke oldu. Böylece Avrupa'da ilk defa bir devlet AİHM önünde kadın vatandaşlarına ayrımcılıktan hüküm giydi. Ve ilk elden 47 üye ülke bu kararla kendi iç hukuklarına yöneldi.
Mahkeme, Türkiye’yi Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin yaşam hakkını düzenleyen 2. maddesini, kötü muamele ve işkenceyi yasaklayan 3. maddesini ve ayrımcılığın yasaklayan 14. maddesini ihlal etmekten mahkûm etti. Avrupa’da da bir ilk olan bu davanın Türkiye için önemi ise artık benzer davalara emsal teşkil etmesidir. Evet, bir mücadele sonunda haklı bir sonuç ile neticelenmişti.
Dönemin TBMM Adalet Komisyonu Başkanı Ahmet İyimaya“Türkiye, bu karar gerekçesine göre iç hukukuna gerekli uyarlamayı yapmalı.” şeklinde beyanda bulundu.
Bugün erkek şiddeti konusunda tüm dünyada içtihat niteliğinde görülen Opuz vs. Türkiye Davası Kararı, İstanbul Sözleşmesi’nin temelini oluşturmuştur. İstanbul’da imzaya açıldığı için, İstanbul Sözleşmesi olarak adlandırılan ve Türkiye’nin de tarafı olduğu sözleşme, cinsiyet, cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği temelli tüm ayrımcılık biçimlerine karşı mücadele edilmesi, erkek şiddetinin önlenmesi, şiddete karşı tedbir alınması, şiddete maruz kalan kadınların zararlarının tazmin edilmesi ve şiddet uygulayan kişilerin şiddet eylemi ile orantılı cezalar ile cezalandırılması konusunda taraf devletlere pek çok yükümlülük getirmektedir. Sözleşmenin ardından ise 6284 Sayılı yasa gündeme gelmiş ve Türkiye bu yasayı uygulamakla mükellef kılınmıştır.
“Halen çok gerilerdeyiz”
NahideOpuz, defalarca şikayette bulunmasına rağmen Türkiye’de gerekli koruma tedbirlerinin alınmadığını belirtti. Sizce Türkiye’de kadınların şiddetten korunması noktasında yargı ve kolluk kuvvetlerinin en büyük eksiklikleri nelerdir?
Türkiye’de yargının ne yazık ki erkek şiddeti noktasında Opuz kararına rağmen hala çok gerilerde olduğunu söylemek mümkün. Çünkü hala şikayet başvurusuna rağmen korunmayan kadınlar ve korunmadığı için katledilen kadınlar var.
Ayşe Paşalı’dan Emine Bulut’a değin o kadar çok kadın içimizde ağır travma yarattı ki, yargının tutumu yeterli olsa idi, tüm bu kadınlar yaşayacaktı. İpek Er’in tecavüzcüsü Musa Orhan’ın korunması meselesi, eril şiddetin her türlüsünün hala meşru görüldüğüne dair ciddi emareler barındırıyor.
Bakın, son bir ay içerisinde 49 kadın katledildi. 49 farklı hayat son buldu, yok oldu. Bunun böyle olmasında iktidarın söylemleri, şiddeti meşru gören tavrı yanı sıra yargının yasaları uygulamayan tavrı da bir o kadar mühim!
Kuşkusuz eril kodlar o kadar hakim ki, yargı mekanizması erkeği aklayacak bir gerekçe üretebiliyor, ortada bir suç olduğuna ikna olamıyor. Çünkü, iktidar politikalarından yargı da kendini azade tutamıyor; eril zihniyeti üzerinden, belleğinden atamıyor. Yani özcesi, yargının tutumu hala istenilen noktadan fersah fersah uzak.
“Koruma kararlarına rağmen yüzlerce kadın katledildi”
AİHM’in bu davada verdiği karar, İstanbul Sözleşmesi’nin temelini oluşturdu. İstanbul Sözleşmesi’nin Türkiye’nin kadınları koruma politikalarında ne gibi somut değişiklikler getirdiğini gözlemlediniz mi?
İktidar her ne kadar Opuz Davası neticesinde Türkiye’nin aldığı ceza ile allak bullak olmuş, erkek şiddetinin dünya nazarında tescil edilmesiyle kendi şiddet karnesinin ortaya çıkmasından rahatsız olmuş ise de İstanbul’da imzaya açılan ve bundan ötürü İstanbul Sözleşmesi olarak adlandırılan Sözleşme ile büyük sükse yaptığını saklamamıştır.
Nitekim dönemin ilgili bakanı Fatma Şahin sözleşmenin imzalanmasını kamuoyuna “müjde” olarak verirken dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan iseİstanbul Sözleşmesi ile ilgili olarak bazı ülkelerin maliyet çekincelerine karşın “Bizde kadının yaşam hakkı önemlidir. Bu işin maliyetine bakmayız” yönünde bir yaklaşımı benimsemiş; parlamento süreci de son derece hızlı bir biçimde tamamlanmıştı.
Tüm kadınların adını ve içeriğini hiç unutmadığı 6284 Sayılı yasa gündeme geldi. İstanbul Sözleşmesi gündemdeyken bile kadınlar “6284’ü uygula!” diyordu ama bu ses hiç duyulmadı. Aile mahkemeleri kuruldu, oraya özel yargıçlar atandı ki kadının hakkı korunsun diye, fakat uygulama hiçbir zaman kadından yana olmadı. Bu yasa tam manasıyla uygulanmadığı için koruma kararı olduğu halde belki yüzlerce kadın katledildi.
Yani iktidar o zamandan beri zaten hiçbir adım atmadığı gibi, kadın cinayetlerinin yüzde bindörtyüzlere vardığına dair oranlar açıklanıyor. Yani aslında iktidarın özü kadını yok sayan bir zihniyettir.
“Mücadele bayrağını yükseltmezsek kazanımlarımız tehlikede”
AKP’li yıllarda erkek şiddeti mi arttı mı sizce?
Şiddet, taciz, tecavüz, istismar AKP iktidarı döneminde arttı, hiç azalmadı. Bunun yanında ise faile hoşgörü ve cezasızlık arttı, şiddetin şekli değişti, kapsam genişledi, kadınların alanları gittikçe daraltıldı.
Üstelik yasal mevzuat anlamında da kadın kazanımlarının önüne geçen yaklaşımlar söz konusudur. Örneğin kadının yalnızca kocasının soyadını kullanması yönünde teşvik edici düzenlemelerin yanı sıra, nüfus kanununda evlat edinmeye dair yahut müftü nikahına dair düzenlemeler oldu.
Yine 4+4+4 eğitim sistemin kız çocuklarının erken yaşta eğitimlerini bırakmalarına vesile olan bir yönelim. Hakeza çocuğa cinsel istismarın faillerini aklama yönündeki yasal düzenleme iktidarın çekmecesinde hala duruyor ve parlementoya getirilmesi için fırsat kollanıyor. Zaten düşünün ki Ensar Vakfı hadisesinde çocuklar değil, Ensar korundu.
Yine Diyanet ve iktidar kanadından küçük çocukla evliliğin meşruiyetine dair açıklamalar yapılıyor. Hakeza kadının alanını daraltan, kadını sadece anne olarak görmek isteyen zihniyet kahkaha meselesinden ruj rengine kadar yaptığı açıklamalarla kadını nerde konumlandırdığına dair ipuçları veriyor.
Bu bağlamda, iktidar adeta kadın kazanımlarına savaş açmış durumda. Yani mücadele bayrağını yükseltmezsek kazanımlarımıza dönük yakın ve açıkbir tehlike söz konusu.
“Acil eylem planı adı altında kapsamlı bir çalışma yapılmalı”
Dava sürecinde Türkiye’nin, Nahide Opuz’un annesinin öldürülmesine kadar yetersiz kaldığını görüyoruz. Şu anda Türkiye’de benzer vakalarda kadına yönelik koruma tedbirlerinin yeterince etkin olduğunu düşünüyor musunuz? Hangi alanlarda iyileştirmeler yapılmalı?
Türkiye’nin “koruma” hususunda şiddeti önlemede yetersiz olduğu açıktır. Nitekim dönemin başbakanı olan Recep Tayyip Erdoğan’ın “herkesin başına güvenlik görevlisi koyamayız” şeklindeki tutumu meseleyi özetliyor aslında. Yani herkesin başına güvenlik görevlisi koyamayız demekle, erkekler kadını öldürsün demek aynı şeydir.
Koruma mekanizması eskiden de şimdiden de olay gerçekleşmeden önce değil, şiddet gerçekleştikten sonra gündem oluyor.
Yine kolluk, kadını korumaktansa erkekle barıştırarak başından savma yöntemini tercih ediyor. Çok sayıda kadının aldıkları koruma kararına rağmen katledildiğini de biliyoruz. Kadına yönelik koruma tedbirlerinin sadece yetersiz olduğunu söylemek basit kaçar. Bu manada bir kere eril bakış açısını değiştirmek gerekiyor. Zihniyetin değişmesi gerekiyor.
Bakın, yasanın amacı gereği koruma kararlarının “DERHAL” verilmesi gerekiyor ama uygulamada bu süre korunma kararından beklenen yararı ortadan kaldırabilecek kadar uzun tutuluyor.
Yine Koruma kararı veren aile mahkemeleri gece ve hafta sonları kapalı. Acil durumlara karşı bir mekanizma yok. Ayrıca aile gibi yaşayan fakat resmi nikah olmayan birlikteliklerde ve boşanma sonrasında kadın genellikle şiddete karşı korunamamakta ve medeni durumuna göre ayrımcılığa uğramakta.
Verilmiş koruma kararlarının etkin kontrolü yapılmamakta karara rağmen kadın yeniden şiddetle karşılaşabilmekte ve hatta hayatını kaybedebilmektedir.
Kadınların şiddet ve diğer hukuki sorunları nedeniyle adalete ulaşmaları ve bir avukattan hukuki destek almaları yeterli düzeyde değildir.
Şiddetle etkili mücadelede kadının aile içinde ve toplumdaki temel haklara aykırı olan geleneksel rollerin devamı şiddetin de devamını sağlamaktadır.
Öncelikle acil eylem planı adı altında kapsamlı bir çalışma yapılmalı ve yasal düzenlemeler gözden geçirilmelidir. Yasaların neden uygulanmadıkları noktası üzerinde durulmalı ve eksiklikler giderilmelidir.
Kadın Bakanlığı kurulmalıdır. Kadına şiddet davalarına bakacak mahkemeler ayrı bir statüde olmalı ve yasal boşluklar giderilerek uygulayıcıların toplumsal cinsiyete duyarlı eğitimlerden geçen kimseler olmaları sağlanmalıdır.
Gerekirse başvuruda bulunan her kadın için bir güvenlik görevlisi atanarak şiddetin önlenmesi sağlanmalıdır. Yine caydırıcı mekanizmalar oluşturulmalı, kadına şiddeti meşru gören/gösteren her türlü söylem, eylem hakkında yaptırım uygulanmalıdır. Can güvenliğimizin olmadığı nazara alınırsa bu önlem paketlerinin derhal açıklanması ve uygulamaya konulması da elzemdir.
“En büyük handikap kol kırılır yen içinde kalır”
Opuz davasında, kolluk kuvvetlerinin şiddeti "müdahale edilemeyecek bir aile içi mesele" olarak gördüğü ifade edildi. Bu yaklaşımın değişmesi için Türkiye’de hangi yapısal veya eğitimsel değişikliklere ihtiyaç var?
Maalesef Türkiye’de kadınların en büyük handikapı “kol kırılır yen içinde kalır” zihniyetidir. Hala daha, bir kadın eşinden veyahut yakınındaki bir erkekten şikayetçi olduğunda kolluk önce bir barıştırma refleksine kapılmaktadır.
Bu her ne kadar iyiniyetli bir yaklaşım gibi görülse de "Cehenneme giden yollar iyi niyet taşlarıyla döşelidir.”
Şikayet ve koruma talebi ile kolluğa yahut mahkemeye başvuran kadının tekrar evine gönderilmesi, onun katledilmesi demek! Bu yaklaşımın değişmesi için ise kuşkusuz eğitim şart! Yani mahkemeler, kolluk birimleri toplumsal cinsiyet eğitimlerinden geçmedikleri müddetçe meseleyi idrak etmeleri zor gözüküyor. Fakat zamanla değişeceğine inanıyorum.
Örneğin cinsiyetçi dile dair mücadelemiz sonuç verdi, -bitti diyemeyeceğim- ama gözle görünür oranda azaldı. Kat edilecek çok yol var muhakkak ama kadınlar da bir o kadar inatçıdır, eşit bir dünyayı mümkün kılacağız. Evet, çokça can verdik farkındayım ama yeni hayatı kucaklayacağımıza inanıyorum.
AİHM kararı sonrası Türkiye’de bazı yasal düzenlemeler yapıldı. Sizce, Nahide Opuz davası Türkiye’de kadınların yasal haklarını aramalarına cesaret vermiş olabilir mi? Bu davanın toplum üzerindeki etkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Evet, AİHM kararı sonrası bazı yasal düzenlemeler yapıldı kuşkusuz ve tüm toplumsal kesimler bunu gayet olumlu karşıladı. Ancak sorun, bu yasal düzenlemelerin uygulanmaması oldu! Şunu ifade edebilirim ki; her ne kadar iktidar uygulamasa da kadınlar artık haklarının bilincinde ve bu haklarını savunacak dirayette. Bu çok önemli bir gelişme oldu ve aile içi şiddeti konuşulur kıldı.
Kadınlar haklarını arama noktasında yasal yollara başvuru noktasında cesaret sahibi oldu. Daha da mühimi, kapalı kapılar ardında kalan ve dillendirilmeyen şiddet konuşulabilir oldu. Salt bu konuşabilme hali hadi, kadınlar açısından önemli bir ivme yarattı.
Çünkü konuşabiliyor olmak, hak arama yöntemlerine başvuru noktasında güç verdi, kadınlar bir arada dayanışma ağları örebildi. Toplumsal cinsiyet rollerine, kullanılan eril dilin değiştirilmesine kadar uzanan geniş bir spektrumda kadınlar mücadele alanlarını geliştirdiler bu sayede.
Nahide Opuz davasında Türkiye’ye yönelik eleştirilerden biri de şikayetlerin arabuluculuk yöntemiyle çözülmeye çalışılmasıydı. Aile içi şiddet vakalarında arabuluculuğun riskleri nelerdir ve bu yaklaşımdan uzaklaşmak için ne tür adımlar atılmalı?
Arabuluculuk dediğimiz şey, ne yazık ki kadını şiddet gördüğü erkeğin evine tekrar göndermekten öte bir mekanizma değil. Yani arabuluculuk bir çözüm değil, çözüm yollarının ötelendiği bir yöntem ve haliyle bu yöntemden bir netice beklenemez. Bu yaklaşımdan uzaklaşmanın birinci adımı aile içi şiddet olgusunu tartışabilmek ve kadınları bu şiddet sarmalından kurtarma yollarını geliştirmek.
Bu elbette kolay değil. Ekonomik bağımlılık başta olmak üzere kadınlar oldukça handikaplı bir noktada. Bunun da eğitime, istihdama kadınların dahil olmasıyla mümkün olacağını hepimiz biliyoruz. Bu nedenle zaten iktidar, kadını eğitimden istihdamdan iten kadını dört duvar arasına sıkıştıran bir tahayyül içerisinde.
Kadın kazanımlarına karşı adeta savaş açan iktidara karşı kadınların tek çıkar yolu, birlikte olma omuz omuza dayanışmayı büyütmek ve haklarımızdan tek bir kez dahi geri adım atmamaktır.
Davada, Türkiye’de ayrımcılık yapıldığına hükmedildi ve bu karar şiddet sonrası hayatta kalan kadınların haklarına dair önemli bir emsal teşkil etti. Sizce Türkiye’de kadına yönelik ayrımcılık konusunda ne gibi hukuki iyileştirmeler yapılmalı?
Erkek egemen devlet, erkek egemenliğine dayalı yasalar ve yasaları uygulayan erkek egemen yargı anlayışı toplumsal cinsiyet eşitliği temelinde oluşturulması gereken saikten oldukça uzak bir noktadadır.
Çeşitli platformlarda kadın sorunları mevzubahis olduğunda; TCK maddelerinden, 4320 Sayılı Ailenin Korunmasına Dair Kanun’dan, 6284 Sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesi Hakkında Kanun’da, Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu’ndan, Aile İçi Şiddetle Mücadele Ulusal Eylem Planı’ndan, eğitim protokollerinden, atölye çalışmalarından, hazırlanan raporlardan söz edilerek elde edilmiş gibi görünen kazanımlara işaret ediliyor.
Ancak neden her gün en az 3 kadının maruz kaldığı şiddet nedeniyle hayatını kaybettiğinden; şiddet mağduru kadınların neden devlet korumasından yararlanamadığından; eğitim alan polis, sağlık görevlisi, hâkim, savcı, din görevlisi gibi personelin şiddet gören kadına yönelik tutumlarının neden değişmediğinden hiç söz edilmemektedir.
Hakeza cezai yaptırımların yeterli oranda uygulanmadığına, kadın katillerinin haksız tahrik indirimleriyle ödüllendirildiğine ise hiç değinilmiyor. Oysa tüm yasal mevzuatta yer alan ayrımcı uygulamalar tamamen kaldırılmadığı müddetçe kadın sorunun çözülemeyeceği aşikârdır.
Örneğin hala Türk Medeni Kanunu’na göre 17 yaşındaki bireyler yasal temsilcilerinin izni ile evlenebilirken 16 yaşındaki bireyler yargıcın izni ile evlenebilmektedir. Bu yasal düzenleme açıkça CEDAW’a aykırı düşmektedir.
16 yaşındaki kız çocukları okutulmak yerine genelde ekonomik nedenlerle aile baskısıyla evlenmeye zorlanmaktadır. Erken evlendirmeye izin veren düzenlemenin mağduru kız çocukları olmaktadır, İzni isteyenler, evlenmeye karar verenler çocuklar değil onları zorlayan, baskı altına alan anne babalardır.
Bir diğer aksayan uygulama da Ailenin Korunmasına Dair Kanunun salt sözel yorumundan kaynaklanmakta olup evli olmayan ve boşanmış kadınlar şiddetten bu yasaya göre korunamamaktadır, çıkarılan yönetmeliğin şiddetin belgelenmesine gerek olmadığını öngören altıncı maddesine karşın uygulamada darp raporu gösterilmeden önlem kararı verilmemektedir. Savcılık ve kolluk gücü, kararların uygulanmasını izleme konusunda çok yetersizdir. Mesai saatleri dışında önlem kararı alınamamaktadır, bu da şiddetle etkili savaşımın önünde bir engeldir.
Yine kadının kendi soyadını kullanmasına ilişkin yasal bir düzenleme henüz hayata geçirilmiş değildir. Konuya dair umut verici yargı kararları olmasına rağmen bu hususta kapsamlı bir düzenlemenin de derhal hayata geçirilmesi gerekir.
Ayrıca Türk Medeni Kanununda boşanan kadının ikinci evliliğini yapması için iddet müddeti yahut gebe olmadığını belgelemek adına ayrımcı uygulamalara tabi tutulmasına dair yasal düzenlemelerin de ivedilikle yapılması gerekmektedir.
Hakeza Medeni Kanunda evli ve birlikte evlat edinenler ile bekâr evlat edinenler arasında eşitlik ilkesine uygun olmayan düzenlemenin Anayasaya, uluslararası sözleşmelere ve Çocuk Haklarında ifadesini bulan ayrımcılık yasağına aykırı düzenlemenin iptali de önem arzetmektedir. Yine Medeni Kanun ve Nüfus Hizmetleri Kanununda tek başına evlat edinme halinde çocuğun nüfus kaydına ana adı olarak kendi adının yazılabileceği veya yazılamayacağına ilişkin bir düzenleme yoktur.
Kadına dair eril zihniyetin en ilkel haliyle devam ettiğinin bir örneği de evli kadınların kürtaj olabilmek için Nüfus Planlaması Hakkında Kanuna göre eşinin rızasını almak zorunda oluşudur. Kadının kendi bedeni üzerindeki kişiliğe sıkı sıkıya bağlı haklar eşinin rızasına bağlanarak yasal düzlemde kadına karşı ayrımcılık uygulanmaktadır.Anayasa’da kadın, erkekle eşit bir yurttaş olarak tanımlanırken, NPHK’ya göre erkeğe bağımlı, “kısıtlı” yahut “akıl hastası” sayılmakta.
Kuşkusuz kadının siyasete katılımında eşit temsil ilkesi yasalarda sınırlı olarak yer almış, örneğin belediye eş başkanlığı sistemine dair yasal bir düzenleme yapılmadığı gibi eşbaşkanlık sisteminin fiili olarak hayata geçirildiği belediyelerde bu husus bizzat soruşturmalara konu olmuştur.
Bahsetmiş olduğum hususlar yasalardaki cinsiyetçi yaklaşıma dair belli başlı örnekler olup yasalarda kadının yeri ve toplumsal cinsiyet eşitliğine aykırı ayrımcı düzenlemelerin bütünen ele alınması elzemdir.
Nahide Opuz’un yaşadığı mağduriyetin ardından dava sürecinde hem iç hukuktan hem de uluslararası hukuktan yararlanma sürecinde ne tür zorluklarla karşılaştınız? AİHM sürecinde dikkate değer bulduğunuz anlar var mıydı?
Dava sürecinde elbette zorluklarla karşılaştım fakat pes etmedim. Tabii en büyük zorluğu ve acıyı müvekkilim Nahide yaşadı. Karar ile birlikte de tüm zorluklar uçup gitti.
Hakkında 36 ayrı şikâyet başvurusu olmasına rağmen Hüseyin Opuz hakkında iç hukukta bir gelişme kaydedilmedi. İç hukuk yollarından bir sonuca varamayacağımızı anladığım noktada Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvuru yapmaya karar verdim. Buraya yapacağımız başvurunun bu tür vakalara örnek teşkil etmesi ve en azından bu yolda bir mesafe kaydedilmesi önem arz ediyordu.
AİHM yoluna girdik, iç hukuk mekanizmalarından bir netice alınmasının mümkün olmadığı izahı ile. Yıllarca süren yazışmalar ile süregiden dava neticesinde AİHM’den bir karar çıktı nitekim. AİHM, aile içi şiddet konusunda açılan bu ilk davada, Türkiye’yi 36 bin 500 avro ödemeye mahkûm etti. Mahkeme, eski eşinden şiddet gördüğü için savcılığa başvurduğu halde korunmayan Nahide Opuz’un ayrımcılığa uğradığına hükmetti. Bu karar ile Türkiye, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde aile içi şiddete karşı vatandaşını koruyamadığı gerekçesiyle ceza alan ilk ülke oldu. Böylece Avrupa’da ilk defa bir devlet AİHM önünde kadın vatandaşlarına ayrımcılıktan hüküm giydi.
Mahkeme, Türkiye’yi Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin yaşam hakkını düzenleyen 2. maddesini, kötü muamele ve işkenceyi yasaklayan 3. Maddesini ve ayrımcılığın yasaklayan 14. maddesini ihlal etmekten mahkûm etti.
Avrupa’da da bir ilk olan bu davanın Türkiye için önemi ise artık benzer davalara emsal teşkil etmesidir. Evet, bir mücadele sonunda haklı bir sonuç ile neticelenmişti. Ben de Minteha anneye verdiğim sözü tutmuş oldum.
Nahide Opuz’un yaşadığı korku ve travmalar göz önüne alındığında, sizce Türkiye’de mağdur destek hizmetleri yeterli mi? Kadınların yeniden güçlü bir şekilde topluma kazandırılmaları için hangi destek mekanizmaları eksik?
Elbette yeterli değil. KADES ve benzeri uygulamalardan övgü ile söz etseler de bir kere yaklaşım sorunu var. Kadına karşı şiddeti haklı gören söylem sorunu var. Yargı mekanizmasının kararlarına yansıyan ve şiddeti meşrulaştıran eğilim sorunu var.
Bu nedenle öncelikle kadına kaşı suçların iyi bir tanıma ihtiyacı var. Toplumda bu suçun ve faillerinin gerçekten yargılandıklarına dair inancın gelişmesine ihtiyaç var. Bunlar aşıldığı vakit çok daha farklı bir mecrada olacağımıza kuşkum yok.
Nahide Opuz davasının AİHM’de sonuçlanmasının ardından Türkiye, kadınları koruma konusunda uluslararası arenada nasıl bir izlenim bırakmıştır? Bu davanın Türkiye’nin insan hakları siciline etkisi hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bu kararın ardından Türkiye’de kadınlar açısından defalarca kez söylediğimiz hususlar AİHM tarafından tescillenmiş oldu düşüncesi hakimken, iktidarda bir panik havası hakimdi. Bakın o dönem kimler neler demiş? Hükümet, Türkiye aile içi şiddeti ve kadına yönelik ayrımcılığı önlemekte yetersiz görüp yaptırım getirdiği Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin (AİHM) emsal olacak kararına karşı itiraz ederken, dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan;
“Utanç verici, herkesin başına güvenlik görevlisi koyamayız” demiş ve basına verdiği bir röportajda, "AİHM'nin aile içi şiddetle ilgili Türkiye hakkında verdiği kararı utanç verici. Tekil bir olayı Türkiye geneline fatura etmek çok yanlış. Bu olaylar onlarda da var. Güvenlik güçleri bu işlerin üzerine gidiyor, yasalarımız ortada. ABD'de var, Japonya'da var." demiştir. Ayrıca
"Kadın ve aileden sorumlu bakanlığımızın çalışmaları var. Mesela Mardin olayı... Her bir kişinin başına güvenlikçi konulmaz. Bunun akılla izahı yok. Bunun eğitimle alakası yok. Bakıyorsun, eğitimli insanlar neler yapıyor" diyerek adeta eril şiddeti savunmuştu.
Yine TBMM Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu Başkanı Güldal Akşit, "2002'den sonra ciddi çalışmalar yapıldı. Bir tek talihsiz olaya göre ceza öngörmek Türkiye'ye haksızlıktır" demişti.
Dönemin Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Sema Aliye Kavaf ise kararın kesinleşmiş bir karar olmadığını belirterek, Türkiye'nin itiraz hakkının bulunduğunu söylemişti.AİHM'nin bu kararı "yaşam hakkı ve Türkiye'deki kanunların kadınları erkeklerle eşit derecede koruyamadığı" iddiasıyla verdiğini belirten Kavaf, "Yani yasalarınız var ama uygulamada erkekleri koruduğunuz kadar koruyamıyorsunuz, eşit davranamıyorsunuz, diye bir iddiaları var" diyerek iktidar politikalarını korumuş ve "Aslında yasal mevzuat açısından birçok Avrupa ülkesinden daha ileri sayılabilecek düzenlemeleri gerçekleştirdik. Ancak yasaların hayata geçirilmesi zaman alan bir şey. Bu Türkiye'de değil tüm dünyada böyle" demek suretiyle şiddeti meşru gördüklerini ilan etmişlerdir.
En nihayetinde AİHM, devletin eski eşine karşı kendisini yeterince koruyamadığını söyleyen Opuz'a hak vermiş, Türkiye'yi Opuz'a 36 bin avro tazminata mahkum etmiştir.
AİHM tarafından verilen karar meseleye son noktayı koymuştur elbette! Ancak iktidarın kararın ilk verildiği andan itibaren savunmaya geçen yaklaşımı ülkenin eril şiddet sicilinin ne denli kötü olduğunu ortaya koymuştur. Üstelik 22 yıldır iktidarda olan Türkiye, bu karara rağmen, bu bozuk sicile rağmen kadın kazanımlarının geliştirilmesi adına tek bir adım atmadığı gibi iktidarının tüm gücünü kadın kazanımlarını yok etmeye özgülemiştir. Giderek artan şiddetin artık neredeyse önlenemez boyutlara gelmiş olması iktidarın suçudur!
Bu “suç” kavramını öylesine söylemedim. Çok ciddi manada insanlığa karşı aleni bir suç olarak görüyoruz bunu. Ortada kadınların acil eylem planı taleplerine karşın kılını kıpırdatmayan, gerçekleşen her bir kadın cinayetine ayrı bir kılıf bulan bir iktidarın iyi niyetli bir yaklaşım içerisinde olduğunu söylemek son derece zor gözüküyor.
Nahide Opuz davası sonrası İçişleri Bakanlığı tarafından kendisine koruma sağlandı. Şu anda Türkiye’deki koruma sisteminin şiddet mağduru kadınlar için yeterli olduğunu düşünüyor musunuz? Eksiklikleri gidermek adına ne tür önlemler alınmalı?
Elbette yeterli değil. Yeterli olsa idi bu kadar kadın hayatta olurdu! Eksikliklerin giderilmesi için alınacak en büyük önlem, kadına karşı suçların açıkça deşifre edilerek en yüksek perdeden kınanması ve eril zihniyet kodlarından vazgeçilmesi olacaktır. Ve elbette uygulayıcıların toplumsal cinsiyet temelli eğitimlere, insan haklarını idrak edebilecekleri çalışmalara katılmalarının sağlanması önemli olacaktır.
“Mahkemeler, eril zihniyet hegemonyasından kurtulabilmiş değil”
Nahide Opuz davasında Hüseyin Opuz, “haksız tahrik ve iyi hal” indirimi alarak serbest kaldı. Sizce, Türkiye’de kadına yönelik şiddet davalarında "iyi hal" ve "haksız tahrik" indirimleri nasıl ele alınmalı? Bu tür indirimlerin kadın hakları açısından riskleri neler?
Kadın haklarının bilinçli bir biçimde savunulduğu, toplumsal cinsiyet bilincinin gelişimi ve buna bağlı çeşitli kazanımların elde edilmiş olduğu, birçok yasal düzenlemenin kadınlar lehine yapılmaya çalışıldığı günümüzde mahkemeler, eril zihniyet hegemonyasından kurtulabilmiş değildirler.
Bu bahisle birkaç mahkeme kararına kısaca değinmek isterim: Bir tanesi; 20 yaşında silah zoru ile kaçırılarak Şanlıurfa’dan İstanbul’a getirilen ve bir inşaat şantiyesinde hortumla dövülerek cinsel istismara uğrayan bir kadının davasına ilişkin olup davada sanık, 42 yıl hapis cezasıyla yargılanırken, “mağdurun rızası” olduğu gerekçesiyle beraat etmiştir. Yine 14 yaşındaki kıza tecavüz sanığına 'saygın tutum' indirimi uygulanmasına ilişkin bir dava örneği gündemde epeyce yer tutmuştur. Yine bir kadın 16 yerinden bıçaklanır iken sanık mahkemenin“Sanık……içindeki tutku derecesindeki aşırı sevgiden kaynaklı duygusallığın etkisi ve ruh hali üzerinde yarattığı hiddetle yanına bıçak alarak maktule ile her zaman buluştukları parka gitmiş ve o hiddetin sonucu olarak maktuleye bıçak darbelerini vurmuştur” ifadelerinin yer aldığı kararı ile indirimli ceza almıştır.
Tüm bu örneklerde de yer aldığı üzere, mahkemelerin kadına yönelik şiddete ilişkin davalarda artık kendi literatürlerini oluşturduklarına da şahit olmaktayız.“Kadının sırtından sopayı karnından sıpayı eksik etmeyeceksin” düsturu ile hareket eden eril yargı erki, “saygın tutum”, “rıza var”, “sevgi indirimi” gibi kendi zihin dünyalarının yansımalarını verdikleri kararlar ile hayata geçirmekte beis görmemekte ve bu kararların acı neticelerini sadece davaların mağduru olan değil, topyekün bütün kadınlar çekmektedirler. Üstelik bu örnekler, kadın-erkek eşitsizliğinin ayan beyan gün yüzüne çıktığının göstergesi olmasının ötesinde kadına yönelik şiddetin mahkeme kararları ile olumlanmasının da açık bir ifadesidir. Türkiye’de kadına yönelik şiddet aile içi şiddet olmaktan çıkmış ve kurumsal nitelik kazanmıştır. Kadına yönelik şiddetin kurumsallaşmasına öncülük eden ve toplumsal cinsiyet eşitsizliğini üreten kurumların başında da ne yazık ki yargı erki gelmektedir.
AİHM'in Türkiye'yi mahkum etmesinin ardından Türkiye'de kadınların adalet arayışında AİHM’i tercih etme eğilimi arttı mı? NahideOpuz davasının bu tür başvurulara örnek teşkil ettiğini düşünüyor musunuz?
Opuz davası ve devamındaki haklı mücadelemiz kadın mücadelesine önemli katkılar sağlamış oldu. Bugün erkek şiddeti konusunda tüm dünyada içtihat niteliğinde görülen Opuz vs. Türkiye davası kararı, İstanbul Sözleşmesi’nin temelini oluşturmuştur.
İstanbul’da imzaya açıldığı için, İstanbul Sözleşmesi olarak adlandırılan sözleşme, cinsiyet, cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği temelli tüm ayrımcılık biçimlerine karşı mücadele edilmesi, erkek şiddetinin önlenmesi, şiddete karşı tedbir alınması, şiddete maruz kalan kadınların zararlarının tazmin edilmesi ve şiddet uygulayan kişilerin şiddet eylemi ile orantılı cezalar ile cezalandırılması konusunda taraf devletlere pek çok yükümlülük getirmektedir. Dolayısıyla AİHM’i tercih eğilimlerinin arttığını katiyetle söylemek mümkün.
Son olarak, Opuz davasının kararında kadına yönelik şiddetin önlenmesi konusunda uluslararası alanda bir dönüm noktası olduğuna inanıyor musunuz? Bu kararın kadın hakları mücadelesine ve hukuk alanına ne gibi etkileri olduğunu düşünüyorsunuz?
Bunun uluslararası alanda bir dönüm noktası olduğu kuşku götürmemektedir. Artık kadınlar mücadelelerinde daha haklı olduklarının bilincinde olarak yol ve yöntemler belirliyor. Bu manada dava süreci ve neticesinin olumlu katkıları açıktır.
HAYATTA KAL DİREN KAZAN - TÜRKAN ALBAYRAK ANLATIYOR
bianet erkek şiddeti çetelelerinin tamamını buradan okuyabilirsiniz.
(EMK)