“Çığlığın geldiği koridora girdim. Orada karşılaştığım manzara gözümünden önünden gitmiyor … Yerde çırılçıplak, ıslak battaniyeler içinde iki kız iki erkek gözleri bağlı yatıyor…” (Av. Sabri Ergül)
26 Aralık 1995’te, çoğu ortaokul ve lise öğrencisi olan 16 genç DHKP-C örgütü üyesi oldukları iddiasıyla gözaltına alındı. Manisa Emniyet Müdürlüğü’nde 11 gün boyunca cinsel tacize uğradılar, vücutlarına elektrik verildi ve ağır işkence altında ifadeleri alındı.[1]
O günlerde İzmir’den Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) milletvekili seçilen Avukat Sabri Ergül, ailelerden gelen bir telefon üzerine gençleri bulmak için Manisa Emniyet Müdürlüğü’ne gitti ve işkenceye ilk elden tanık oldu.
Aynı günlerde, 8 Ocak 1996’da, gözaltında polisler tarafından darp edilerek öldürülen gazeteci Metin Göktepe’nin davası da gündemdeydi. Gözaltında işkencenin rutin olduğu senelerdi, basın ilk başta olaya ilgisiz kaldı. Ancak Ergül’ün işkenceyi detaylı şekilde belgelemesinin ardından dava hem ulusal hem de uluslararası medyanın gündemine oturdu.
İçişleri Bakanı Teoman Ünüsan, 28 Şubat'ta gençlerin üç ayrı doktor tarafından muayene edildiğini ve herhangi bir işkence izine rastlanmadığına dair raporlar olduğunu öne sürdü.[2] İşkence, başta emniyet olmak üzere farklı devlet kurum ve yetkilileri tarafından defalarca yalanlandı. Basındaysa gençlerden beşinin verem teşhisiyle tedavi gördüğü haberleri çıkıyordu.[3]
Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde (DGM) duvarlara yazı yazmak, bildiri dağıtmak, molotof kokteyli atmak ve örgüt üyeliği suçlarından yargılanan gençlerin duruşmalarını işkenceye tepkili yüzlerce yurttaş izledi. Tutuklandılar, beşi yaklaşık 2 yıl 3 ay boyunca cezaevinde kaldı. Son duruşmaları 28 Ekim 2000’de görüldü, tüm suçlardan beraat ettiler.
Açtıkları davalarda AİHM Türkiye’yi uzun gözaltı ve tutukluluk sürelerinden dolayı birkaç kez mahkum etti. 2012'de İçişleri Bakanlığı işkence suçundan dolayı gençlere 10-25 bin lira arasında tazminat ödemeye mahkum oldu.
Manisa Emniyet Müdürlüğü’nde gençlere işkence yapmakla yargılanan bir başkomiser, bir komiser ve sekiz polisin davası, olayın üzerinden yedi yıl geçtikten sonra sonuçlandı. Polisler davada birçok kez beraat etti, ancak kamuoyunun da baskısıyla 2003’te işkence suçundan 5 yıl ile 10 yıl 8 ay arasında hapis cezasına çarptırıldılar.[4]
İşkenceye şahit olduğu andan duruşmaların son gününe kadar gençlerin yanında olan Avukat Sabri Ergül, işkenceye karşı uzun soluklu mücadelelerini anlattı.
Çocukların gözaltına alındığından nasıl haberdar oldunuz?
CHP gençlik kollarında kampanyamı yapan Emrah Sait Erda’nın ailesi aradı, çocukların gözaltına alındığını, nerede olduğunu bilmediklerini söylediler. İz sürüp bulduk, Manisa Emniyet Müdürlüğü’ne gittik. Yalan söyleyip çocuklar bizde değil, dediler.
Ertesi gün başsavcılığa gittim. Avrupa Birliği’nin (AB) bastırmasıyla Turgut Özal döneminde bir genelge çıkartılmıştı, gözaltına alınan kişi Terörle Mücadele’de de olsa aile ve avukatlar görebilir diye. Savcı talimatıyla Manisa Emniyet Müdürlüğü’ne gittik. Yanımda Sait’in kardeşi Avukat Pelin Erda da vardı.
İşkenceye burada mı tanık oldunuz?
Evet o gün tanık oldum. Çocuklar birkaç gündür gözaltındaydı. Emniyet Müdürü Kemal İskender önce göstermek istemedi, “Vekilim onlar örgüt üyesi. Yukarıda psikologlar, pedagoglarla konuşuyorlar, işkence yapmıyoruz. Sizi görürlerse çözülmezler” dedi.
Ben ısrarla “görüşmek istiyorum” deyince yukarıya telefon etti, 4. katta terörle mücadeleye gönderdi bizi. Pelin’le çıktık, ortada bir salon, etrafta demir kapılar. Şube müdürünün odasına aldılar, adam çocukları göstermiyor, laf anlatıyor. Birden Pelin fenalaştı, meğer kardeşini iki polisin kollarında zar zor kapının önünden geçerken görmüş. Hacivat Karagöz mü oynuyoruz dedim, aşağıya İl Emniyet Müdürü’nün yanına indim. Tekrar ısrar edince “tamam çıkın yukarı görün” dedi. Aileler de gelmiş, aşağıda bekliyorlardı. Onları bırakmadılar, ben yalnız çıktım. Bir de baktım ki oda bomboş, şube müdürü ortalıkta yok. 15 dakika tek başıma bekledim, birden müthiş çığlık sesleri geldi içeriden. Yerimden fırladım, çığlığın geldiği koridora girdim. Orada karşılaştığım manzara gözümünden önünden gitmiyor, zaten sonrasında psikolojik destek aldım.
Ne görmüştünüz?
Banklarda gözleri bağlı sağlı sollu çırılçıplak gençler oturuyordu. Birden mehter marşı başladı koridora bakan odalardan birinden. Odaya girdim, lambanın altında yerde çırılçıplak, ıslak battaniyeler içinde iki kız iki erkek gözleri bağlı yatıyor… Polisler beni görünce odadan çıkarttılar itiş kakış. Bir yandan mehter marşı devam ediyor.
Bağıra çağıra aşağı indim, Emniyet Müdürü’nün odasına kapıyı tekmeleyerek girdim, “dünyayı başına yıkacağım” diye bağırıyorum. Bu sırada Emrah’ı hazırlamış getirmişler, çocuk korkudan bir şey söyleyemiyor, “iyiyim” diyor ama halinden belli. Bu şekilde çocuklara yapılan işkenceye şahit oldum. Ama benim görmem yeterli değildi, kanıt ve tanıkların peşine düştüm bu sefer.
Neler buldunuz?
Sabri Ergül, Manisa Emniyet Müdürlüğü kapısına "Bu işyerinde işkence vardır" yazısını asarken. |
25 yıllık avukatım o zaman. Manisa’ya karargah kurdum, tabip odalarını, arkadaşlarımı da çağırdım. Günler geçti çocuklar hala gözaltında. 48 saatte bir rapor almak için hastaneye götürülmüş olmaları lazım. Ne kadar hastane, sağlık ocağı varsa hepsini dolaştık protokol defterlerinden kayıtları bulmak için. Doktorlar polislere veriyor kayıtları ama polisler yok ediyordu. Protokol defterlerine el koydum, fotokopilerini aldım raporların. Hepsi Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun zabıtlarına girdi.
Sonradan çocukların hepsi aynı şeyi anlattı. Gözlerini bağlamışlar, sağ ayak parmaklarına halka geçirip telle vücutlarına elektrik vermişler. Özellikle kıllı bölgelere veriyorlarmış elektriği, kol altı, genital bölge gibi, elektrik cildi yakıp leke yaparsa belli olmasın diye. Kızlardan biri elektrik verilirken bayılmış, vajinal kanama geçirmiş durduramayıp hastaneye götürmüşler. Çocuklardan birini makatına cop sokarken bayıltmışlar. Bunların kayıtlarını buldum. 11 gün boyunca gözaltında tuttular çocukları iyileştirmek için, merhemler sürüp yaralarını ovmuşlar.
Gözaltı sırasında ifade vermeleri için çocukları İzmir Devlet Güvenlik Mahkemesi’ne götürdüler. Bir baktım, çocuk savcıya ifade verirken kapı açık, dışarıda polis bekliyor. Öyle nasıl anlatsın, biliyor ki polisler emniyete geri götürecekler sonra. Yani savcılar da işkencenin aracı olmuş. Doktorlarda da aynıydı, polis muayene odasında bekliyor, çocuk “hiçbir şeyim yok” diyor korkudan. Aslında sırtı yara içinde, hayaları sıkılmış, makatına cop sokulmuş…
Duruşmalarda da bunları anlatmakta zorlandılar. Çocuk çıkıyor kürsüye, ‘popoma cop soktu’ diyemiyor, hakim “çık iskemleye yaz ben göreyim” diyor, çocuk yazacakken düşüp bayılıyor...
Anüste yarılma, göğüslerde tırnak izleri, yaralar, kulak zarları patlak… Çocuklar cezaevine girdikten sonra adli tıbba gönderttim, raporlar aldırttım. Bir yandan bu raporlar, diğer yandan polisin tanıdık bir sağlık ocağından aldığı sahte ‘darp izi yoktur’ raporları. Bunlar ortaya çıkınca Sınır Tanımayan Doktorlar da raporlar hazırladı. Avrupa İşkenceyi Önleme Komitesi geldi hapishane ziyaretine, Almanya’dan milletvekilleri gönderildi.
Basının dikkatini nasıl çektiniz?
‘Türkiye’de işkence vardır’ yazılı bir notu tüm bu raporlarla birlikte Ankara’da Başbakanlık’ın kapısına astım. O zaman Tansu Çiller başbakan. Dedim ki İzmir’in göbeğinde bunlar oluyorsa, Diyarbakır, Batman, Hakkari’de kim bilir neler oluyor… Olay patladı, basın ilgilenmeye başladı. Bu sefer Manisa Emniyet Müdürlüğü’nün kapısına ‘bu işyerinde işkence vardır’ yazdım…
Raporlara rağmen beni yalancılıkla suçlarlar diye tanık aramaya başladım. Emniyet Müdürlüğü’nün gözaltı defterlerinden çocuklarla aynı sırada gözaltında olan kişiler buldum. Bir kadın, işkence görmüş baygın kızları kollarında iyi ettiğini anlattı. Kadını infaz etmesinler diye yurtdışına çıkarttık.
‘Manisalı gençler’ neyle suçlanıyorlardı?
Daha çocuklar aslında, çoğunun yaşı 14-18 arasında, aralarında ortaokul öğrencisi de var, çoğu Anadolu Lisesi’nde. Başarılı çocuklar, okulda aktifler. Aralarında yoksul çocuklar da var, ailece ata binen de. Bir ikisi CHP’li ailelerin çocukları. Grupları var, gitar çalıyorlar, devrimci şarkılar söylüyorlar. Okulda ajanlar var tabii, her şeyi takip ediyor, aydınlık düşünen kim varsa onları korkutmak sindirmek adına...
Celal Bayar Üniversitesi’nde ‘halklara özgürlük’ ‘kahrolsun faşizm’ diye pankart asmakla suçlanıyorlar. Oysa bunlar lise öğrencisi. Bir de berber dükkanı yakmakla suçlanıyorlar molotofla. “Bunlar örgüt üyesi, daha büyük eylemler yapacaklardı” diyor polisler. Manisa Emniyet’in tüm baskılarına rağmen itfaiye rapor verdi “yangın tüp sobanın koltuk yakmasıyla çıkmıştır” diye. Sonuçta çocuklar tüm bu suçlamalardan beraat etti.
Vagonlara yazı yazma hikayesi nedir?
Bir yaş günü partisinden sonra bir parkın içindeki metruk bir tren istasyonuna gitmişler. O sırada üniversiteye hazırlanıyor çoğu. Aralarında bir polis çocuğu var, yerden bir kiremit buluyor, yük vagonuna ‘paralı eğitime son’, ‘halklar kardeştir’ yazıyorlar. Mesele bundan ibaret.
Kampanya nasıl bu kadar büyüdü peki?
İlk başta Emniyet böyle bir örgüt bulduk deyince basın inanmıştı. Biz anlatınca durum tersine döndü. Sonuçta çocuklar örgüt üyesi veya terörist de olabilirdi, elbette işkence etmemek lazım. İşkence gören örgüt davalarını da aldım zamanında. Ama kamuoyu o yıllarda genel olarak işkenceye duyarsız çünkü çok karşı propaganda var. Memurlar eylemde dayak yiyor, öğretmenler Kızılay’da yerlerde sürükleniyor, çoğunluk ‘terörist bunlar’ diye bakıyor, hak görüyor dayağı işkenceyi.
Ben de sol görüşlü bir milletvekiliyim ama kamuoyuna hitap ederken “tüm polisler böyle”, “kahrolsun polis” demedim. Masumiyet karinesi üzerinden kurdum söylemi, radikal, ideolojik bir lisan kullanmadım. Hem sağa hem sola hitap etmeye çalıştım.
Bir süre sonra en duyarsız kesim bile “bu kadar olmaz” diyecek noktaya geldi. Ortaya çıkarttığımız kanıtlar sonucunda uluslararası basının da gündemine girdi, Fransa’dan Japonya’ya birçok ülkeden televizyonlar geldi, New York Times’da haber oldu, Almanya’da liseliler yürüyüş yaptı.
Her duruşmaya binlerce kişi geliyordu, Türkan Şoray’dan Mahsun Kırmızıgül’e birçok sanatçı, yazarlar, düşünürler…
Mutlaka üç beş Avrupa Parlamenteri oluyordu. Sadece solcular değil sağcılar da destek olmuştu. Barolar ve İHD’nin yanında Mazlumder de geliyordu.
Sonuçta ben milletvekili olarak görevimi yapmaya çalıştım ama tek başıma götürmedim davayı. İsimsiz kahramanları kadın örgütleri, sivil toplum, işçiler, sendikalar, yazar çizerlerdi. Özellikle de davayı takip eden gazetecilere müteşekkirim. İlk defa işkence televizyonlarda bu kadar geniş yer tuttu, aylarca gündemden düşmedi. Manisalı gençler davası anonim vicdanın işkenceye isyanıdır.
Polislerin hapis cezasından kaçırılmaması için de uzun süre mücadele etmiştiniz.
Polislerin mahkumiyeti olaydan 7 yıl 4 ay sonra kesinleşti. Zaman aşımına birkaç ay kalmıştı. O zamana kadar işkenceden mahkum olsa bile kaçırıyor, saklıyor devlet polisi. Vize almasınlar diye Avrupa büyükelçilerine tek tek başvurdum. Bir kısmı Ankara Polis Evi’nde kalıyordu polislerin, televizyonlarla gittik hiçbiri kaçamadı.
O zaman Başbakan Erdoğan benimle aynı sitede kalıyordu Ankara’da. Onun göreceği şekilde balkona ‘Manisa’daki işkenceciler mahkum oldu, yakalayıp cezaevine teslim edin’ yazılı pankart asıp ışıklandırdım. Sonuçta polisler hapse girdi, cezalarını çektiler.
Üst düzey sorumlular yargılanmış mıydı?
Vali’den Emniyet Müdürü’ne birçok üst düzey yetkilinin yargılanması gerekirdi ama o düzeye gelemedi. Cezayı bıraktım, en azından görevden alınmaları gerekliydi. Ama maalesef ülkenin tüm sorunlarını Manisa Davası’yla çözecek halimiz yok. Her şeyi çözmese de işkence konusunda milat oldu, işkenceyi bir süreliğine de olsa yenen dava oldu.
Manisa Davası’ndan sonra işkence konusunda ne değişti? Örneğin ‘ikinci Manisa davası’ diye anılan olay olmuştu 1996’da, yine ortaokul ve lise öğrencileri örgüt üyeliğiyle suçlanarak 15 gün gözaltında işkence görmüştü. 21 yaşındaki Devrim Öktem bebeğini düşürmüştü.
Evet, onlarla da ilgilenmiştik. Ben aynı zamanda Meclis’in İnsan Hakları Komisyonu’ndaydım, çok sayıda benzer işkence vakası gördüm. İşkence özellikle de 92-95 arasında olağanüstü yaygındı.
Manisa gibi hakkaniyetle sonuçlanan davalar da oldu sonradan. Daha fazla ceza davası açıldı polisler hakkında, mahkemelerde de bir duyarlılık oluştu. İşkencede önemli bir gerileme oldu, kamuoyu hassasiyeti arttı. Bir yandan da Metin Göktepe’nin davası takip ediliyordu, Işık Yurtçu cezaevindeydi… Hepsi üst üste geldi. DGM’ler kalktı, Ceza Kanunu değişti, işkence ağır suç haline geldi ve cezası arttı. İlk defa işkencede zaman aşımı kalktı.
Polisler de artık devletin arkalarında olmadığını gördü, onlar için de caydırıcı oldu. Sonuçta devlet işkenceci polisleri korumasaydı, kanunlarda değişiklik yapılmasına gerek bile kalmadan kısa bir sürede işkence bitirilebilirdi. Ancak işkence devlet politikasıydı. Polis “Aslanlarım devlet sizden sorulur, vatan anarşist tehdidi altında siz kurtarıyorsunuz” diye motive edilir, onlar da vatan görevi yaptıklarını zanneder.
Polis devleti budur, sana işkence yaparak hemen yerinde ceza verir. Amaç kimsenin haksızlık karşısında isyan etmemesini sağlamak; suskun, yılgın bir toplum yaratmaktır.
Bugünkü durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Polis şiddeti sürekli gündemimizde...
Türkiye 2007’den sonra tam bir polis devletine dönüştü. En tehlikelisi de bu zaten, tepki verme refleksini kaybetmiş, yıldırılmış bir toplum yaratılmak isteniyor. Dört yılda bir oy vermek tepki göstermek değildir. (Eİ/HK)
[1] Hüseyin Korkut, “Ateş Manisa'ya Düştü”, Radikal, 01.12.2007
[2] "İşkence emaresine rastlanmadı", Milliyet, 28.02.1996
[3] "Manisalı gençler tüberküloz oldu", Milliyet, 05.02.1997
[4] “Gençlere beraat, işkenceci polislere 85 yıl ceza”, Radikal, 01.12.2007