‘Haber Nöbeti’ için 24-25 Mart’ta Diyarbakır’ın Sur ilçesinde, tarihi Suriçi’ndeydim. Burada aylardır süren sokağa çıkma yasağından sonra, savaşın tek izi yıkık dökük binalarda değil: yasaklı sokaklar ve adım başı polis kontrolü hala olağanüstü hali devam ettiriyor. Mahalleli evinin durumunu soruyor, esnaf mağduriyetten başka bir şey anlatamıyor. Ortak istekleri, yaşamın biran önce olağan akışına dönmesi.
Önce kısa bir hatırlatma: Diyarbakır merkez Sur ilçesi'nde sokağa çıkma yasakları Tahir Elçi öldürüldükten birkaç gün sonra, 2 Aralık 2015’te başladı. İçişleri Bakanı Efkan Ala, 9 Mart’ta “operasyonların sona erdiğini” açıkladı ancak basında yer alan haberlere göre yasaklar 17 Mart itibariyle hala bazı sokaklarda (“arama tarama faaliyetlerinin sürmesi dolayısıyla bir müddet daha”) devam ediyordu. Özetle, 4 aya yakın süren bir sokağa çıkma yasağından çıkmış bir Amed’deydik.
24 Mart günü şehre vardık ve Suriçi’ne doğru yola koyulduk. Surun hemen dışındaki yeşil alanda tahta taburelerde, banklarda insanlar oturmuş; esnaf sokakta kuruyemiş ve meyve sebze satıyor, parkta çocuklar oynuyor, hatta bir balon satıcısı çimenlerde geziniyor.
Suriçi’ne açılan her kapıdaysa barikatlar ve polis kontrolüyle karşılaşıyoruz. İlk karşımızda çıkan Urfa Kapı: burada polis barikatından içeri girmeye çalışıyoruz ancak aramızdan birinin çantasındaki büyükçe spot mikrofondan dolayı içeri alınmıyoruz, “basının sadece Dağkapı’dan alındığını” öğreniyoruz.
Şansımızı Çiftkapı ve Tekkapı’da da deneyip birlikte içeri giremedikten sonra - her kapıda hepimize GBT yapılıyor - ikiye bölünüyoruz. Bir grup - tütün paketlerinin içine kadar aranarak - Tekkapı’dan içeri giriyor, mikrofonlu arkadaşımız ve bir diğeri Dağkapı’ya kadar yürüyerek oradan giriyor. Sonrasında Dağkapı’daki kontrol noktasında isimlerinin kayıt altında alındığını anlatıyorlar.
Suriçi’nden içeri girmemizin üzerinden beş dakika geçmeden yolun ortasında bir polis tarafından çevrilip, sokak ortasındaki bir kontrol noktasına alınıyoruz ve tekrar çantalarımız aranıyor. Bu sokak ortası çevirme-arama faslı Suriçi’nde geçirdiğimiz iki gün boyunca birçok kez tekrarlanıyor.
Mimarlar Odası Diyarbakır Şubesi’nden Serbay Şahin ilk gün bize eşlik etmek üzere katılıyor. Suriçi’nin hasar gören kültür varlıkları arasından Ermeni Katolik Kilisesi, Surp Giragos Ermeni Kilisesi, Kurşunlu Camii, Paşa Hamamı, Hacı Hamit Camii’yi görmek ve hasarı belgelemek istiyoruz, ancak bu anıtların bulunduğu sokaklara giriş olmadığını öğreniyoruz. Bunun üzerine yaklaşık bir haftadır açık olduğunu öğrendiğimiz - kahvaltıcılarıyla ünlü - Hasanpaşa Hanı’na gidiyoruz.
Saat 13 civarında hanın avlusunda dolu belki 4-5 masa var.
Handaki dükkanları dolaşıyoruz.
Mor Çarşı adlı, kadınların yaptığı el emeği eşyaları satan dükkan KAMER* tarafından işletiliyor.
Dükkanda çalışan Münevver Görmez anlatıyor:
“Bir haftadır sadece tek bir keçe cep telefonu kabı sattık. Onun dışında henüz hiçbir satış yok. Bu saatte han tıkış tıkış olurdu... Hanın ortasındaki Avlu Cafe’yi de biz işletiyoruz, han kapalı ama 3 aydır boşa kira veriyoruz - ayda 7 bin lira... Kafede standart müşterimiz Suriçi’ndeki bankacılardı, onlar da açıldığımızdan beri bir kez çay içmeye geldiler henüz. Müşterilerimiz zaten çoğunlukla dışarıdan gelenler. Civarda yaşayanlar fakir, alım güçleri yok.”
Hanın üst katına çıkıyoruz. Buranın ünlü kahvaltıcılarından ‘Mustafa’nın Kahvaltı Dünyası’nın sahibi Mustafa Avcılar, dükkanı açalı henüz beş gün olmuş:
“120 gündür kapalıyız.Haftasonu günde 400’e, günde 150’ye kadar tabak verirdik. İnanın burada yer bulamazdınız. Son birkaç gündür günde 20 tabaktan fazla satamıyoruz.” Han’daki bu dükkanın 2007’den beri açık olduğunu ama işin kendisine 30’lardan babadan kaldığını anlatıyor, çatışmadan dolayı başka bir dükkanlarını da kapatmak zorunda kalmışlar.
Tahir Elçi’nin öldürüldüğü Yeni Kapı Sokak hanın çok yakında. Sokağın ortasında beyaz bir branda gerili, önünde polis barikatları duruyor. Brandanın ardından, Tahir Elçi’nin korumak isterken vurularak öldürüldüğü tarihi Dört Ayaklı Minare gözüküyor. Esnaf bu barikatın yakın zamana kadar sokağın başında olduğunu, sonradan ortasına çekildiğini anlatıyor.
Duvarlar mermi delikleriyle kaplı. “1955’ten beri açık” ciğerci Halim Usta’nın, Yılmaz Sakatat’ın kepenkleri kapalı. Üstteki dairelerin camları kırık.
Sokak belki bizim de varlığımızla gitgide kalabalıklaşıyor. İki kadın, evlerine yasaktan beri giremediklerini söylüyor, brandanın ardından sokağın ötesini görmeye çalışıyorlar.
Kepenk açmış az sayıda dükkandan biri olan Sevval Kuruyemiş’e giriyoruz. Onların da camlarında üç mermi kırığı var. Veysel Yalaz, dükkanına ilk kez önceki önceki gün girmiş, hala elektrikleri yok. Hasar tespiti beklerken anlatıyor:
“45 yıldır bu sokaktayız, 70 yıllık bir firmayız. Tahir Elçi bu sokakta öldürüldüğünden beri kapalıyız. Aslında burada 1 senedir çatışma var, zırhlı araçlar, karşılıklı çatışma, bıktık. Büyük bir toptancıyız, bu dükkanda üretim yapıyoruz, aylardır zararımız 250 bin lirayı buldu. İlaçlama yapılamadığı için, çatışmada lağım patladığı için Suriçi’nde her yeri fareler bastı, tüm esnaf mağdur. 8 tona yakın ayçekirdeği, 12 ton kabak, 900 kilo antep fıstığı var dükkanımda. Çuvallar yırtıksa hepsi atılacak. Hasar tespiti hala yapılamadı, bugün 20-30 müşteri geldi ürün veremedim. Kendi yemediğimi başkasına da yediremem.” Yalaz, cep telefonu ışıklarıyla çıktığımız üst katında çuvalların içinde fare ölülerini gösteriyor.
Dört Ayaklı Minare’nin etrafını daha iyi görebilmek için civardaki bir binanın terasına çıkıyoruz, özel harekat tarafından kullanılan Class Hotel’in çatısındaki keskin nişancılara - hala oradaysalar - dikkat etmemiz uyarıları eşliğinde...
Yasak sokaklara giremediğimiz için göremediğimiz yıkımın boyutunu buradan bakınca kısmen daha iyi anlıyoruz. Bir bina deprem geçirmiş gibi çökmüş. Uzaktan da olsa yıkıntılarının arasında gezinen insanlar seçiliyor.
Terastan diğer tarafa doğru bakıldığında aynı sokakta bulunan iki polis kontrol noktası gözüküyor: Etraflarında kum torbaları yığılı, önlerinde barikatlar, Türk bayrakları…
Terasta biber gazı kokusu alıyor ve bir patlama sesi duyuyoruz, aşağı indiğimizde sokaktaki kalabalığa doğru gaz sıkıldığını öğreniyoruz. Patlama için de sokaktakiler “Polis, kontrollü mayın patlatıyor” diyor. Suriçi’ndeki iki gün boyunca ne olduğunu tam bilemediğimiz bu patlamalardan birkaç kez daha duyuyoruz.
Ertesi gün Cuma, Suriçi’nde Ulu Camii’nin önü öğle namazı çıkışında güneşli havanın da etkisiyle oldukça kalabalık.
Çarşiya Şewitî’de (Yanık Çarşı) tek tük müşteriler geziniyor. Bu tarihi çarşının esnafı dükkanlarını açalı bir hafta olmamış, onlar da satışların azlığından şikayetçi.
Önceki gün kapısını kapalı bulduğumuz Sülüklü Han’a tekrar girmeyi deniyoruz. Esnaf, özel harekatın aylarca handa kaldığını ama artık gittiğini, işletmecilerin gelmiş olabileceğini, kapıyı çalmamızı ve beklememizi söylüyor.
Beklediğimiz yaklaşık 15 dakika boyunca çok sayıda insan hanın içini görmek için geliyor, kapının arasından bakıyor. Genç bir kadın gelip hanın kapısını okşayıp gidiyor. Kapıyı açan olmayınca bitişikteki binalardan bir merdiven bularak hanın çatısına çıkıyoruz. Handa ciddi bir hasar göremiyoruz. Yerlere boş su şişeleri ve çöpler atılmış, masaların üzerinde ekmekler bırakılmış. İçeride bir de minder gözüküyor.
Çatışmalar sırasında Sülüklü Han’ın sokağındaki Rojin Cafe’nin de tüm camları kırılmış.
Sokakta fotoğraf çektiğimizi gören esnaf bizi aylar boyunca özel harekatçıların kaldığını anlattıkları Bağdat Palas Otel’e götürüyor. Nalburiye, kıraathane, internet kafe ve baharatçı tabelaları arasından göze batmayan bir kapıdan otele giriyoruz. Otelin yerleri cam kırıkları içinde, yürüdükçe ayaklarımızın altından çatırtılar geliyor, camlar daha da kırılıyor.
Merdivenlerin köşelerine aynalar yerleştirilmiş - esnaf bunların merdivenden çıkanları görebilmek için yerleştirildiğini anlatıyor. Tavanda, merdivenin trabzanında, duvardaki aynadaki mermi deliklerini gösteriyorlar.
Oteldeki en büyük sobalı odada belli ki çokça vakit geçirilmiş. Otelin odalarındaki tüm kapıları sökülerek bu sobada yakılmış, tüm çöpler odaya ve ortadaki avluya atılmış. Buzdolabı darmadağın.
Duvardaki bir halının üzerine Türk bayrağı asılmış, resepsiyondaki çerçeveli Atatürk resmi de sobalı odaya alınmış. Otelin odalarındaki çoğu cam kırık, yataklar camlara siper yapılmış. Ve sonra her şey olduğu gibi bırakılmış…
Sülüklü Han’ın sokağındaki demircilerden biri bizleri atölyesine çağırarak sokağa çıkma yasağı sırasında atölyede açlıktan ölen güvercinlerinin kemiklerini, yuvalarını ve içindeki yumurtaları gösteriyor...
Suriçi’nden çıkmadan sokağın ortasındaki polis noktalarından birinde tekrar durduruluyoruz. “Siz hala burada mısınız?” sorusu eşliğinde çantamızı araması için bir kadın polis çıkıyor. Duvarda bir çocuğun çizdiği Türkiye haritası, etrafında el ele tutuşmuş çocuklar… Çantalar yine didik didik aranıyor.
Son kontrol noktasında doğru yürürken karşımıza bir trafo üzerinde, abluka altındaki şehirlerden tanıdık o yazılama çıkıyor: “Geldik yoksunuz.” (Eİ/ÇT)