"ABD'nin gelişmekte olan dünyaya yönelik dış politikaları, çatışmalar ile barış arasındaki küresel dengede her zamankinden daha hayatî bir rol oynamaktadır. Ulusal güvenliğimizle ilgili meseleler ise giderek karmaşıklaşmakta ve bu açıdan gelişmenin rolü giderek öne çıkmaktadır.
Geçmiş 50 yılda yapılan çalışmaların birikimine dayanan ve gelecekte karşılaşılabilecek meseleleri ele alan 'Ulusal Çıkarlar için Dış Yardım: Özgürlük, Güvenlik ve Fırsatı Savunmak' raporu, uluslararası gelişmenin desteklenmesinde bilgi ve odaklanma sağlayacaktır.
Büyük ölçüde USAID dışından -Hoover Institute'dan Larry Diamond, Harvard'dan Michael Porter, University of California-San Diego'dan Peter Timmer, Hudson Institute'dan Carol Adelman'ın da içinde bulunduğu- önde gelen gelişme uzmanları tarafından kaleme alınan rapor, ulusal güvenlik ile dış yardım arasındaki kritik bağlantıyı bir kez daha teyid etmektedir. Rapor, gelişme ile ilgili olarak önümüzdeki 10 - 20 yılda karşı karşıya olduğumuz meselelerin ölçeğini ve doğasını ortaya koymaktadır."
Raporun 38. sayfasında, "Liberal Olmayan Demokrasinin Yükselişi" ("The Rise of Illiberal Democracy") başlığının altında şöyle deniyor:
"Üçüncü demokratikleşme dalgasında, seçimli demokrasi ["electoral democracy"] ile liberal demokrasi arasında büyüyen bir ayrılma yaşandığı görülmüştür. Liberal demokrasi sadece serbest, adil seçimleri kapsamamakta, aynı zamanda hukukun üstünlüğüne dayanmaktadır. Gücün kötüye kullanımını denetleyen, sivil ve politik hakları koruyan, böylece çoğulcu ve enerjik bir sivil toplumun serpilip gelişmesine olanak sağlayan, denetlenebilir kurumlar ve bağımsız yargı kurumları, bunu desteklemektedir."
Böylece Amerikan devleti, 2003 başı itibarı ile "demokrasi" kategorisini net bir biçimde iki alt kategoriye ayırıyor ve bunu "dış yardım"ın parametrelerinden biri haline getiriyordu.
Bu netlikte bir kategorilemenin bu düzeyde bir raporda yer alması biraz yeni ve dikkat çekici. Ama, bir seçimle başa gelmiş de olsa "hukukun üstünlüğü"ne dayanmayan ve insan haklarına yeterince saygı göstermeyen "kötü yönetimler"in Amerikan devletinin zaten yıllardır gözetimi altında olduğunu (bu, raporun içerdiği bir iddia; gerçek durum olarak düşünülmemeli) gene raporun sayfalarında, örneklerle görebiliyoruz.
"Kenya'da Bağış Dansı"
Sayfa 49'da, "Kenya'da Bağış Dansı" başlıklı bölümde şöyle deniyor:
"Kasım 1991'de bağış topluluğu ["donor community"], Kenya'ya ödemeler dengesi ve bütçe yardımı çerçevesinde yapılacak 250 milyon dolar bağışı, hükümetin ekonomiyi liberalleştirme, çürümenin önüne geçme ve insan haklarında ilerleme sağlama vaatlerini yerine getirmediğini belirterek askıya aldı. Böylece Kenya, kötü yönetim nedeniyle yardımın askıya alındığı ilk Afrika ülkesi oluyordu."
Aynı bölümde, 90'lı yıllar boyunca devam eden "dans"ın değişik aşamalarından söz edildikten sonra şu sonuç çıkarılıyor:
"Kenya'yla yapılan bağış dansının verdiği ders açıktır. Bağış topluluğu, Kenya hükümetine yapılacak yardımları sıkı bir biçimde koşullandırmalı ve çok yakından izlemeliydi. Fonlar hükümet bypass edilerek doğrudan sivil toplum örgütlerine ["NGOs"] ve özel kontratçılara aktarılmalı ya da gıda yardımı ve insani yardım programları kısıtlanmalıydı. USAID ikinci yöntemi tercih etmiştir."
Dünyanın dört bir yanında pek çok gelişmeye yön verme hedefiyle kaleme alınmış olan, en azından kesinlikle böyle bir potansiyeli bulunan raporun başka bölümlerine ileride geri döneceğiz. Ama bu aşamada, "ekonominin liberalleştirilmesi", bizdeki deyimle "serbestleştirilmesi" konusuna biraz odaklanacağız.
Ama devam etmeden önce raporla ilgili birkaç şeyi daha not etmek gerek.
Birincisi, raporun, genel olarak iki içerik bileşeninden oluştuğu söylenebilir: Onlarca sayfa sefalet istatistiği ve "Kenya bağış dansı" türünden, Harvard ağızlı cinlikler ya da "mücadele taktikleri". Bu iki bileşen toplandığında, ortaya çıkan belgeye "rapor" adı verilmiştir. Bu "raporlama" tekniğinin özünde ise, benzer yüzlerce başka raporda olduğu gibi temel bir varsayım bulunmaktadır: Verilerle sayfalara yansıtılan sefaletin, raporu hazırlayanların temsil ettiği devlet ya da "kaynak bekçileri" ile herhangi bir ilgisi yoktur. Hele sefalet, o kaynak bekçilerinin daha önceki politikalarıyla hiç ilişkili değildir. Şu anda herkes, özellikle de raporcular, sıfır noktasındadır ve raporda önerilen yaklaşımların, politikaların mevcut durum üzerinde etkisi şimdi başlayacaktır. Bu "insani politikalar" artık doğru dürüst uygulanabilirse, sefalete, çürümeye, haksızlıklara, panzehir olabilir.
Not edilmesi gereken ikinci bir şey de, bu stratejik 21. yüzyıl USAID belgesinin son sayfalarındaki tablolar, tablolardaki veriler..
"Gelişme" için Amerikan devleti tarafından sağlanan yaklaşık 23 milyar dolarlık dış yardımın (2002 yılı) devlet birimlerine göre tasnif edildiği 164. sayfada, bu birimler ve "yardımları" sıralanıyor.
"Resmi gelişme yardımı": 9.9 milyar dolar
"Diğer hükümet yardımları": 12.7 milyar dolar
12.7 milyar dolarlık bölümde USAID, sadece İsrail, yeni bağımsız devletler, Doğu Avrupa ve Baltık devletlerine yardım yapmış.
Gene bu bölümde, Dışişleri Bakanlığı tarafından şu alanlarda yardım yapılmış: "Operasyonlar, yayın ["broadcasting"], barış koruma, eğitim ve kültür değişim programları, uluslararası kuruluşlar, National Endowment for Democracy örgütü."
Savunma Bakanlığı'nın yardımları şuralara gitmiş: "Askeri eğitim, askeri yardım, antiterörizm, silahsızlanma."
Diğer birimler ise, "Export-Import Bank, Overseas Private Investment Corporation (OPIC) ve Inter-American Foundation"a yardım yapmış.
163. sayfada ise, "özel kuruluşlar" tarafından sağlanan yardımların yaklaşık 34 milyar dolar olduğunu görüyoruz. Vakıflar ve şirketlerin 4.3 milyar dolar payına karşı, "kişiler" tarafından 2002 yılında 18 milyar dolar, "özel gönüllü örgütler" tarafından ise 7.6 milyar dolar "dış yardım" yapılmış. Bu iki gruptakiler, Amerikan devletinin toplam yardımından daha fazla yardım yapmış.
USAID'in "gelişme yardımları"nda artık standart bir ölçüt haline getirmeye niyetli olduğunu gördüğümüz "liberal demokrasi"yi oluşturma çabaları, Latin Amerika ülkelerinde ne zamandır yoğunlaşmış durumda. "Çürümenin önüne geçme" ve "insan hakları" alanlarında değilse de, "ekonominin serbestleştirilmesi"nde, özellikle de hayatî doğal kaynakların özelleştirilmesinde birçok Latin Amerika ülkesinde radikal gelişmeler yaşandı, yaşanıyor.
"Mavi altın"
31 Ekim 2004 günü Uruguay'da yapılan başkanlık ve parlamento seçimleri, sadece ülkedeki politik güçler dengesini değiştirmekle kalmıyor, seçimlerden aynı zamanda bir anayasal reform çıkıyordu. Bu reformla su, bir "kamu malı" olarak tanımlanıyor ve ülkenin su kaynaklarının idaresine sivil toplumun katılımı garanti altına alınıyordu.
"Geniş Cephe" koalisyonunun sosyalist adayı Tabaré Vázquez'in başkan seçilmesiyle sonuçlanan seçimlerde halkın yüzde 60'ından fazlası da "suyun hayatî bir doğal kaynak" olduğunda birleşmişti.
"Friends of the Earth International" ("Uluslararası Dünyanın Dostları") örgütünün 36 ülkeden 127 örgüt tarafından imzalanan bildirisinde, tarihteki bu ilk "su referandumu"nun "suyun tüm kürede korunması için, bir ülkenin anayasasına doğrudan demokrasi yoluyla ilkeler yerleştirerek bir başlangıç oluşturduğu" belirtiliyordu.
Anayasal reformdan en fazla canı yanacak olanların başında, ülkenin güney doğusundaki Maldonado bölgesine su sağlanması için daha önce sözleşme yapmış olan İspanyol şirketleri Uragua ve Aguas de la Costa geliyordu. Bu arada muhafazakâr Colorado Partisi reformu, yatırımcıları kaçıracağı gerekçesiyle ve "totaliter rejimler tarzında bir kamulaştırmayı onayladığı" için reformu eleştiriyordu. Yeni başkan Vázquez ise kampanya sırasında, reformun su işinde çalışmaya başlamış yabancı şirketleri etkilemeyeceği konusunda güvence vermişti.
Suez-Lyonnaise des Eaux şirketinin bir iştiraki olan İspanyol Aguas de Barcelona'ya ait olan Aguas de la Costa, Maldonado'da faaliyetlerine 1992'de başladıktan sonra bu bölgede suyun fiyatı, ülkenin diğer bölgelerine oranla yedi kat artmış. İspanyol Cartera Uno, Ibredola ve Aguas de Bilbao şirketlerine ait olan Uragua faaliyetlerine başladıktan sonra ise, 2002'nin ocak ayında (güney yarımkürede yaz), turizm sezonunun tam ortasında Maldonado'da suların kaynatılarak içilmesi için duyuru yapılmış. Nedeni, sularda dışkı kaynaklı e-koli bakterisine rastlanmış olması.
Dünya su piyasasının devleri olan ya da "Norquist devleti" bünyesindeki bir tür "Devlet Su İşleri" (DSİ) sayılabilecek Vivendi-Générale des Eaux ve Suez-Lyonnaise şirketleri, küresel su pazarının yüzde 40'ına hakim durumda ve 100'ün üzerinde ülkeden 110 milyon insana hizmet veriyorlar.
Kanadalı Maude Barlow, yeni kitabı "Blue Gold"da ("Mavi Altın"), IMF ve Dünya Bankası'nın su özelleştirmelerini teşvik ettiğini ve az gelişmiş ülkelerde bu özelleştirmeleri kredi koşulu haline getirdiğini yazıyor.
Su hizmetlerinin özelleştirilmesi konusunda Dünya Bankası'nın 1998'de Bolivya'da bir ültimatom çektiği biliniyor. Banka, Cochabamba belediyesinin şehirdeki su işletmesini özelleştirmemesi halinde, su hizmetlerinin finansmanı için taahhüt ettiği 25 milyon dolar krediyi vermeyeceğini bildirmişti.
Ültimatomdan sonra Bolivyalı yetkililer Amerikan Bechtel şirketiyle sözleşme imzalamış, sözleşme imzalanır imzalanmaz su fiyatları iki katına çıkmıştı. Bu, pek çok Bolivyalı açısından, suyun artık yiyecekten daha pahalı olduğu anlamına geliyordu. Suyun özelleştirilmesinin ardından ülkede sendikacı Oscar Olivera öncülüğünde, işçiler, yoksul köylüler ve çiftçilerin geniş katılımıyla "Su ve Hayatın Korunması İçin Koalisyon" kuruluyor, suyun özel mülkiyetin hakimiyetinden kurtarılması mücadelesi başlıyordu.
2000 başlarında binlerce Bolivyalı Cochabamba'ya yürüyor, genel grev ve ulaşımın durması şehri felce uğratıyordu. Ateş açılması sonucu göstericiler arasında ölenler oluyor, kitle tutuklamalarına gidiliyor, ama direniş devam ediyordu. 2000 baharında Bechtel ülkeyi terkedecek ve halkın nefretine hedef olan özelleştirme mevzuatı hükümet tarafından iptal edilecekti. Sahipsiz kalan Cochabamba su şebekesi, oluşturulan bir kamu şirketi tarafından devralınıyor ve şirket işe en yoksul mahallelere su dağıtmakla başlıyordu. Bechtel ise Dünya Bankası üzerinden (Banka bünyesindeki "Centre for the Settlement of Investment Disputes") Bolivya hükümetine 25 milyon dolarlık tazminat davası açacaktı.
2003 baharına gelindiğinde, Dünya Bankası'nın "Su ve Gelişme" konferansını düzenlediği günlerde, artık Bolivya hükümetine su özelleştirmesi konusundan yapılan baskının "nakit karşılığı" -kredi durdurma tehditine konu olan para miktarı- 600 milyon doları (Bechtel'in tazminat talebi dışında) bulmuştu. Bu arada, Dünya Bankası tarafından düzenlenen konferanstaki panellerden bazılarının konuları şöyleydi: "Kamu-Özel Münazarasının Ötesinde", "Özel Sektör Katılımı Açısından Yeni Yaklaşımlar".
Latin Amerika politikaları açısından hareketli ay
Latin Amerika'da "mavi altın" gibi doğal kaynaklar da dahil tüm kaynakların idaresini Norquist devletinin farklı birimlerine geçirmek için ABD'nin uzun süredir yürüttüğü mücadelede hem "darbe" yönteminin, hem de "yardım"ın özel yeri var.
21 Kasım 2004 günü Şili'nin Santiago şehrinde düzenlenen Asya-Pasifik Ekonomik İşbirliği (APEC) zirvesine gelen Bush, 50 bin gösterici tarafından "piyasa diktatörlüğüne hayır" sloganıyla karşılanıyordu. Askeri diktatörlük günlerinden beri düzenlenen en büyük ve ateşli gösteri olduğu bildirilen gösteride, "neoliberal serbest ticaret anlaşmaları"na duyulan öfke kadar 1973'deki askeri darbeyi desteklemiş Amerikan devletine duyulan, dinmeyen öfke de vardı.
Zirve dönüşü Bush, başkan Alvaro Uribe'yi ziyaret etmek üzere Kolombiya'ya uğrayacaktı. Venezüella'daki Chavez yönetiminin Beyaz Saray'da uykuları kaçırdığı bir ortamda, ABD açısından tam anlamıyla "bulunmaz bir müttefik" olan Kolombiya hükümetine Amerikan yardımı bugünlerde daha da artacak gibi görünüyor.
2000 yılından beri 3.3 milyar dolar Amerikan yardımı alan Kolombiya'da (dünyada en fazla Amerikan yardımı alan ülkelerden biri) Bush'un ziyaretinden daha iki hafta önce 100 köylü kurşuna dizilerek öldürülmüştü. Katliamı ülkenin güneyinde üslenen sağcı milislerin yaptığı sanılıyor. Bush, ziyaretinde Uribe'ye, solcu gerillalarla mücadelesi için daha fazla askeri yardım yapılacağı sözünü veriyordu.
Kolombiya'da hükümet Amerikan yardımıyla solcu gerillalara karşı savaş yürütürken, sağcı milislerle işbirliği yapıyor. "Birleşik Kolombiya Savunma Güçleri" (AUC) adlı bu milis örgütünün hedefi ise sadece solcu gerillalar ve onları destekleyenler değil. Özelleştirmeye direnen petrol işçilerini ve sendikacıları, özerklik talep eden yerlileri ve çatışmaların dışında kalmak isteyen köylüleri de hedef alıyorlar.
Orta Doğu'daki karışıklığın iyice stratejik hale getirdiği Latin Amerika enerji kaynakları* açısından da Kolombiya'nın önemli bir yeri var. ABD'nin enerji ithal ettiği ülkeler arasında 15. sırada bulunan Kolombiya'da petrol endüstrisinin özelleştirilmesi gündemde. Ama Kolombiya'nın bir başka önemli özelliği de, Suudi Arabistan, Meksika ve Kanada'nın ardından ABD'nin dördüncü petrol tedarikçisi konumunda bulunan Venezüella'ya komşu olması.
Rumsfeld: Asker - polis ayrımını gözden geçirmeliyiz
Bush'un zirve turuna çıktığı günlerde ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld de, 16 - 20 Kasım tarihlerinde Ekvator'un Quito şehrinde düzenlenen "Yarıküre Savunma Bakanları Konferansı"na katılıyordu. "Kıta güvenliği için yeni bir mimari tasarlama"yı hedefleyen konferansta Rumsfeld, 21. yüzyılla gelen tehditler karşısında "silahlı kuvvetler" ile "polis kuvvetleri" arasındaki ayrımı bir kez daha gözden geçirmek gerektiğini belirtiyordu.
İnsan hakları açısından temel bir reform olarak kabul edilen bu ayrımın "yeniden gözden geçirilmesi" konusunu Rumsfeld şöyle açıyordu: "11 Eylül 2001'den beri, ordumuzla polis kuvvetlerimiz arasındaki ilişkileri esaslı bir biçimde yeniden gözden geçirmek durumunda kaldık. Bu yeni dönemin karmaşık yeni sorunları ve karşı karşıya olduğumuz asimetrik tehdit, devletin ve toplumun bütün unsurlarının birlikte çalışmasını gerektiriyor."
Rumsfeld, "teröristler, uyuşturucu kaçakçıları, insanları rehin alanlar ve suç çeteleri, sivil toplumu giderek artan oranda istikrarsızlaştırmayı hedefleyen bir toplum karşıtı ["anti-social"] bileşim oluşturuyor" diyordu. Konferansta sonuç bildirisinin kaleme alınışında ise, anti-terörizm hükümlerini uluslararası insan haklarına referanslarla dengelemek isteyen bir girişime (Kanada delegasyonunun girişimi, Brezilya ve Şili delegasyonları tarafından desteklendi) Amerikan delegasyonu engel oluyordu.
Şili'de Bush'un zirveye, Ekvator'da ise Rumsfeld'in konferansa katıldığı günlerde, 22 Kasım 2004 günü, 16 bin kişi Fort Benning'deki (ABD) "School of the Americas" önünde toplanmış bir protesto gösterisi yapıyordu. Gösteride 20 kişi tutuklanıyordu. Tutuklananlardan bir bölümü, maske taktıkları için, 1951 tarihinde Ku Klux Klan'la mücadele için çıkarılmış bir kanuna dayanılarak tutuklanmıştı.
Resmi adıyla "Batı Yarıküre Güvenlik İşbirliği Enstitüsü"nün önünde düzenlenen gösteride rahip Roy Bourgeois soruyordu: "Bir silahın namlusunun arkasında demokrasiyi nasıl öğretebilirsiniz? Demokrasiyi bu kadar umursuyorlarsa, neden bu okulu kapatıp öğrencileri iyi üniversitelere göndermiyorlar?"
Rahip Bourgeois'nın yöneticisi olduğu SOA Watch örgütü, "okul mezunları"nın cinayet, tecavüz ve işkenceden suçlu olduğunu iddia ediyor ve 1989'da El Salvador'da altı Cizvit rahibin öldürülmesi olayından da okul mezunlarını sorumlu tutuyor.
Asker, polis ve sivil devlet görevlilerini eğiten okul, darbelere, başta sistematik işkence olmak üzere insan hakkı ihlallerine, suikastlere ve cinayetlere "insan kaynağı" yetiştirmekle itham ediliyor.
1989'da Alex Lopera adlı bir hükümet görevlisini ("Barış Elçisi" olarak görevli) öldürdükten sonra hapsedilen ve beş yıl hapiste kaldıktan sonra kaçan Kolombiyalı binbaşı David Hernandez, okulun mezunlarından. Sağcı "Birleşik Kolombiya Savunma Güçleri" (AUC) yöneticilerinden biri olan Hernandez geçen ekim ayında hükümet birlikleri ile girdiği bir çatışmada öldürülmüştü.
Sendikacı değil mi, "Taliban'ın terörist ajanı işte!"
Pazarın serbestleşmesi ile insan haklarının, USAID raporu gibi belgelerde takdim edildiği gibi bir bütünlük değil, tam bir çelişki oluşturduğunu Uruguay ve Bolivya'da yaşanan "mavi altın" operasyonları gösteriyor. Ama çelişki sadece hayatî doğal kaynakların "serbestleştirilmesi" söz konusu olduğunda mı yaşanıyor?
Norquist devletinin bünyesindeki birimlerden ya da taşeronlardan birinin de "Maersk" adlı uluslararası taşımacılık şirketi olduğu söylenebilir. Merkezi Kopengag'da bulunan Maersk, çeşitli ülkelerde kara ve su konteyner taşımacılık pazarlarını elinde tutuyor. Bu ülkelerden biri de, Maersk'in pazarın yüzde 80'îne hakim olduğu El Salvador. Geçenlerde Maersk yönetimi, bir cinayet olayı için "bağımsız bir soruşturma" başlatacaklarını ve soruşturmada El Salvador yetkilileriyle işbirliği içinde çalışacaklarını açıkladılar. Öldürülen kişi, Gilberto Soto, kamyoncuların küresel örgütlenmesi için çalışan bir sendikacıydı.
Maersk yönetimi tarafından yapılan açıklamada, 5 Kasım 2004 tarihinde El Salvador'da kimliği belirsiz kişiler tarafından öldürülen Soto'yu tanımadıkları da belirtiliyordu. Oysa Maersk kamyoncuları örgütleyen sendikacıları yakından tanıyor. Kamyoncular sendikasının liman şubesi (San Salvador) başkanı Chuck Mack, dört yıl önce sendika aracılığıyla sözleşme yapmak isteyen kamyonculara Maersk yöneticilerinin "teröristler, haydutlar" dediğini anımsatıyor. Şirket üç yıl önce de, Oakland'daki (ABD) iştiraki Pacific Rim Transport'ta örgütlenme çalışmaları yürüten sendika yöneticisinin "Taliban'ın terörist ajanı" olduğu iddiasını ortaya atmış.
Maersk, Latin Amerika'da faaliyet gösteren Norquist devleti unsurlarının en önemlisi değil. Ne de başkent San Salvador'un Usulutan mahallesinde, annesinin evinin hemen önünde vurularak öldürülen Gilberto Soto, Latin Amerika'da cinayete kurban giden ilk sendikacı.
Latin Amerika'da gene kasım ayında işlenen bir başka cinayette de, Venezüella'da savcı Danilo Anderson arabasına yerleştirilen bomba patlatılarak öldürüldü. 18 Kasım 2004 tarihinde öldürülen savcının kim olduğuna geçmeden önce, "Taliban'ın terörist ajanı" olanlar için küçük bir uyarı:
Henüz BBC, hatta Reuters gibi tarafsız haber kaynakları içinde kendine bir yer açamamış olsa da, ABD'de savcı Brian Boyle tarafından 2 Aralık 2004'de tarihî bir açıklama yapıldı ve "işkence altında elde edilen delillerin hukuken geçerli olduğu" bildirildi. Amerikan Yüksek Mahkemesi'nin 1934'de, "üçüncü derece taktikler" ile elde edilen delillerin geçersiz olduğunu ilan etmesinin tam 70 yıl sonrasında, işkenceyle delil etmenin yasal olduğu, bir Amerikan devlet görevlisi tarafından böylece açıklanmış oldu. (ŞA/BB)
Sıradaki öykü: "Liberal demokrasi" tehdidini en fazla hisseden ülke ve Savcı Danilo Anderson kimdir?
* "Oxy" olarak bilinen Occidental Petroleum şirketi, Arauca bölgesini Karayipler'e bağlayacak yaklaşık 800 kilometrelik petrol boru hattını inşa ediyor. Boru hattının geçtiği bölgeler, Amerikan askeri danışmanlarının en yoğun olduğu ve insan hakkı ihlallerinin en fazla yaşandığı yerler.
Oxy bir yandan da Ant Dağları üzerinden, Ekvator'dan Pasifik limanlarına petrol akıtacak yeni bir boru hattı inşa ediyor. Peru'da ise Hunt Oil ve Halliburton şirketleri, Amazon bölgesinde büyük bir doğal gaz projesine girişmiş durumda. Buradan çıkan boru hattı da Pasifik'e ulaşacak. Ayrıca Bolivya'da Shell'in de dahil olduğu bir konsorsiyum tarafından geliştirilen projede, doğal gaz kaynaklarının bir boru hattıyla Şili'deki bir terminale bağlanması hedefleniyor.