Birbirine benzeyen bu tepkiler arasında değişik bir tepki, Akşam yazarı Serdar Turgut'tan geldi. Turgut 8 Mayıs tarihli makalesinde, "O fotoğrafları ordu çekti, ordu sızdırdı çünkü sızmasının vakti gelmişti" diyordu.
Bir başka ilginç tepki Ahmet Altan'ınkiydi. O da gazetem.net'teki "İnsani Duygular" başlıklı makalesinde, işkence fotoğrafları vesilesiyle, "Amerikalılarla İngilizlere karşı dövüşen Iraklıları cesaretlerinden dolayı alkışlamak mı yoksa yirmi beş yıl kendi diktatörlerine sessizce boyun eğdikleri için aşağılamak mı gerekiyor?" diye soruyordu.
Bu tür birkaç yaklaşım haricinde dile getirilen hemen hemen sadece, katıksız bir öfkeydi. Fotoğraflardaki görüntülere duyulan öfke.
Bu öfkeye yankı nereden gelecekti? Hesabı kim ödemeliydi? İşkenceciler mi, onlarla beraber Bağdat'taki Amerikalı kadın general Janis Karpinski mi, Amerikan savunma bakanı Rumsfeld mi? Kim?
Çok geçmeden Amerikan devletinden beklenen yankı geldi ve Bush'un havayı yumuşatmaya çalıştığı bir televizyon çekiminin ardından Rumsfeld "özür diledi".
Peki ama, fotoğraflara duyulan tepkiler de, Rumsfeld'den yankılanan özür de, gerçek bir ses ve gerçek bir yankıyı temsil ediyor muydu? Yoksa dünyanın elbirliği ile sergilediği tablo, gizli fotoğrafların ortaya serildiği bir aile meclisinde insanlar sonsuza kadar bağırıp duramayacakları için ve yaramaz oğlanın babası da adeta sorumluluğu üstlendiğinden, dakikalar ilerledikçe cayırtının ister istemez yatışması gibi bir şey mi olacaktı? Oğlanı yetiştiren babaydı; atamazsın satamazsın. Oğlanın ruhu karanlık, diye tutup çocuğu bir deliğe tıkamazsın. İşte, "özür" demek de, ne de olsa uzlaşma demekti.
Nede uzlaşılabilirdi? Mevcut kurgu içinde ne değiştirilebilir, neyin bir daha yaşanmayacak olması sağlanabilirdi?
Bu arada, aynı günlerde bir başka olay yaşanmış, ama Serdar Turgut'un yaklaşımıyla, herhalde "sızmasının vakti henüz gelmediği için" basına çok sınırlı yansımış, dolayısıyla aile meclisinde yeni cayırtılara yol açmamıştı. Video kaydı bulunan bu olayı Independent'ta Robert Fisk anlatıyordu.
Kayıttaki görüntülerde, adları daha sonra Nager ve Alioto olarak açıklanan iki helikopter pilotu 30mm'lik bir makinalıyla aşağıdaki üç adama ateş ediyorlardı. Attıkları ilk 15 mermi boşa gitmişti. İkiliden biri diğerine, "Si.tir, otomatiğe alıyorum" diyor, aşağıda koşuşan adamlara helikopterden yirmişer mermi daha atıyorlardı. Adamların ikisi ölmüş, üçüncü yaralanmıştı. Telsizde pilotların birinden ya da yer kontrolden gelen komut duyuluyordu: "Uçur onu." ("Smoke him.") Sonra üçüncü adam da ölüyordu.
Helikopterdeki makinalının kamerasına yansıyan bu görüntüler, çarpışma sırasında yaralanan insanların öldürülmesini yasaklayan Cenevre Anlaşması'nın ihlalini belgeliyor ve olayı izleyen günlerde dünyada çok büyük ölçüde oto sansüre uğruyordu. Sadece üç televizyon kanalı, Fransız Canal Plus, Amerikan ABC ve Kanada Broadcasting Corporation görüntüleri yayınlıyordu..
Bundan hemen önce basına sızmaya başlayan görüntüler, Irak'taki Ebu Garip hapishanesinde yaşananların fotoğrafları ise sansürlenmedi, sansürlenemedi.
CACI, artık böyle ilanlar vermeyecek mi?
Soruyu tekrarlayalım: İşkence konusunda nede uzlaşılabilir, ne değiştirilebilir? Mesela, ordu kontratçısı bir şirketin, iş ilanıyla işkenceci araması bugüne kadar yadırganmamış ise, bundan sonra yadırganması nasıl sağlanabilir?
Irak'taki elemanlarının sayısı 15 bini bulan özel askerlik hizmetleri şirketlerinden biri olan ve Ebu Garip hapishanesinde "iş" üstlenen kontratçı "CACI International", söz konusu iş ilanını işkence fotoğrafları skandalından sonra geri çekmedi. İsmi, "Daima tetikte" ("Ever vigilant") sloganı ile daima yan yana duran bu şirketin ABD ve Batı Avrupa'da 100'den fazla ofisi var. 2003 gelirleri 843 milyon dolar, eleman sayısı 9400. İlanla, "Bağdat'ta tutsakları sorgulamada çalışacak eleman" arıyor.
İlanda işin tanımı şöyle yapılmış: "Tutuklularla, konuyla ilgili kişilerle ve savaş tutsaklarıyla uğraşırken, çalışmanın etkinliğini artırmak üzere sorgu destek program ekibinin yöneticisine yardımcı olacak.."
Başvuruda bulunacak kişilerde aranan nitelikler ise şöyle: "Üniversite lisans derecesi ya da buna eşdeğer, benzer işlerde, tercihen istihbarat alanında beş ilâ yedi yıllık deneyim. Üst Düzey Gizlilik İzni ('Top Secret Clearance') zorunludur.."
CACI'nın bu ilanının aynen yer aldığı "ClearanceJobs", konuya biraz daha makro perspektiften bakmayı sağlayabilir. Burası, ABD'de faaliyet gösteren bir tür iş ve eleman bulma ajansı. Adındaki "clearance", "security clearance"dan geliyor. Yani, "güvenlik izni".
Ajansın Web sitesinde "güvenlik izni" olan kişi şöyle tanımlanıyor: "ABD hükümeti tarafından atanan, kişinin ulusal güvenlik belgelerine erişim ve bu bilgileri görme yetkinliğini belirleyen konum.."
Tamamen butik çalışan bir ajans olan ClearanceJobs, veritabanında listelediği iş olanaklarıyla sadece bu özel konumdaki insanlara hitap ediyor. Sitenin hemen girişinde bir de anket var: "İyi bir işe girme imkânınız olsaydı, güvenlik izninizden feragat etmeyi düşünür müydünüz?" Bu soruya cevap verenlerin yüzde 29'u, "Evet, iyi bir iş bulmak kolay değil" demiş. Yüzde 71'i ise, "Hayır, güvenlik iznim çok değerli" diyor.
İşkence fotoğrafları ortaya çıktı diye, elbette ne CACI ilanını çekecek, ne de "güvenlik izni"ne sahip güvenilir Amerikan vatandaşlarının istihdamı için ter döken bir kurum, o kurumun parçası olduğu bir sektör durup dururken buharlaşacaktır.
CACI'nın da içinde bulunduğu özel askerlik şirketlerinin yıllık gelirleri, konunun uzmanlarından, "Corporate Warriors: The Rise and Ramifications of the Privatized Military Industry" nin yazarı Peter Singer'a göre, 100 milyar dolara ulaşıyor. Irak'ın yeniden yapılanması için ABD tarafından tahsis edilen 18 milyar doların üçte biri de bu şirketlere gidecek.
Sonuçta "adam öldürme"yi de içeren bir "iş"i meslek olarak benimseyip icra edebilmek, öz savunma dışında ölümcül şiddet uygulayabilmek, zaten baştan psikopat olmayı gerektiriyor. Amerikan askeri sisteminde ise kadrolu psikopatlara ne zamandır, giderek artan sayılarda sözleşmeli psikopatlar ekleniyor.
"R21" yürürlükten kaldırılacak ve hafızalardan silinecek mi?
Guardian'dan David Leigh, 8 Mayıs 2004 tarihli haberinde, Bağdat'tan yeni dönen bir İngiliz özel kuvvetler görevlisinin anlattıklarına yer veriyordu.
Görevli, Ebu Garip fotoğraflarıyla gündeme gelen işkencenin, hapishanedeki gardiyanların münferit eylemleri olmadığını, bunların belirli bir "sistem" dahilinde yapıldığını söylüyor, hatta "sistem"in kodunu veriyordu. "R21" kodlu "sorguya mukavemet" ("resistance to interrogation") sisteminde, "tutsağın şokunun süresini uzatma" amacıyla cinsel taciz ve aşağılama yöntemleri kullanılıyordu. Kimliğini açıklamak istemeyen görevli, "Bu sorgulama yöntemleriyle ilgili büyük bir birikim var ve eski özel kuvvet askerleri bu yöntemleri kullanmak üzere eğitilmiş durumda. Şimdi bu eski askerler Irak'taki kontratlı şirketler tarafından işe alınıyor" diyordu.
Görevli, İngiliz ve Amerikan askeri istihbarat görevlilerinin daha önce Ashford'daki (Kent, İngiltere) "sorgulama eğitimi merkezi"nde, şimdi ise Chicksands'deki (ABD) eski bir askeri üste bu yöntemler üzerine eğitildiklerini de ekliyordu. Eğitimlere, kadın görevlilerin tutsak erkeklere cinsel tacizde bulunması da dahildi. Görevli ayrıca, "Son bir hafta içinde konuştuğum Amerikan askerleri arasındaki hissiyat, 'eldivenlerin çıktığı'. Birçoğu ise hâlâ, 11 Eylül olaylarından sorumlu insanlarla savaştıklarını sanıyorlar" diye ekliyordu.
"Eldivenlerin çıkması" ne demek?
Eylül 2002'de CIA'in Karşı İstihbarat Merkezi yöneticisi Cofer Black, sorgulamalarla ilgili hukuki çerçeve üzerine bir Senato komisyonuna bilgi verirken (ya da vermezken), "Bu konu çok gizli" diyordu. "Bilmeniz gereken tek şey şu: Bir, 11 Eylül öncesi vardı, bir de, 11 Eylül sonrası var. 11 Eylül'den sonra eldivenler çıktı.."
11 Eylül'den sonra teröre karşı ve "medeniyet savaşı" için çıktığı havası verilen eldivenlerin gerçekte ne için ve kime karşı çıktığı, Ebu Garip olaylarının ardından herhalde daha iyi anlaşılıyor.
Irak halkının karşısında işkenceciler ittifakı
Eylül 2003'de, Saddam Hüseyin'in eski gizli servis görevlilerinin CIA tarafından işe alındığı Sunday Times'a yansımıştı. Gazeteye göre Amerikan kuvvetleri, on binlerce Iraklıya işkence yapılmasından ve pekçoğunun ölümünden sorumlu eski Muhaberat ajanlarını işe almak üzere kampanya başlatmıştı.
Sunday Times bunlardan biriyle röportaj da yapmıştı. Muhammed Abdullah isimli bu kişi 10 yıl Muhaberat'ta, sekiz yıl ise askeri istihbaratta çalışmıştı. Mayıs ayından beri CIA'e çalışıyor ve ayda 700 dolar kazanıyordu. Abdullah, "Düzinelerce eski görevli işe alındı. Bize ihtiyaçları var. Muhaberat dünyadaki en iyi devlet güvenlik örgütlerinden biriydi" diyordu.
Bu noktada, toplu katliamlardan (el Hilla'da bulunan toplu mezarlar) sorumlu Şeyh Muhammed Cevat el Neyfus adlı Saddamcı aşiret reisinin yakalandıktan sonra 18 Mayıs 2003'de "yanlışlıkla" serbest bırakılması olayını da, üstünde durulması gereken kirli bir not olarak eklemek gerek.
Çıkarlarına direnenlere karşı işkenceciler ittifakları örgütleme konusunda Amerikan devleti elbette yeni yetme değil. Haziran 1995'de Baltimore Sun gazetesinde Gary Cohn ve Ginger Thompson, CIA'in Honduras askeri istihbarat birimi 316. Tabur'la birlikte çalıştığını ortaya koyuyordu.
Bu "iş"te CIA, işkence ve tutsakları öldürmede deneyimli Arjantin ordu görevlileriyle de işbirliği yapmıştı. CIA ve Arjantinli uzmanlar, 316. Tabur askerlerini istihbarat ve sorgulama yöntemlerinde eğitmiş ve yönlendirmişti.
"Association for Responsible Dissent" adlı kuruluşa göre, 1987 yılına kadar CIA'in gizli operasyonlarında ölen insanların sayısı 6 milyonu buluyor. Eski Amerikan dışişleri görevlisi ve tarihçi William Blum, bu operasyonlar için "Amerikan Soykırımı" ("American Holocaust") terimini kullanıyor.
İşkence konusunda ilk ihbarı yapan kişi olan inzibat Joseph M. Darby'nin üstlerine ilettiği mektubun ardından çorap söküğü gibi gelen bilgi ve fotoğraflar, Amerikan kuvvetlerinin ve CIA'in Irak'ta "demokrasiye geçiş takvimi" nedeniyle olağanüstü bir tempoda çalıştığını gösteriyor.
Haksızlığa ve talana karşı direnişin olduğu her yerde onlar da var. Zaman yöntemlerine çok fazla bir şey eklemiş değil. ABD ve İngiltere'yi yönetenler elbette onlardan haberdar. Sadece haberdar da değil, onların varlığını elbette destekliyor, gerektiğinde işleri onlara yaptırıyorlar.
Onlardan bizde de var. Türkiye'de toplumsal muhalefetin yükseldiği yıllarda, yedi genci, evlerini gecenin bir vakti basıp, telle boğarak, elleri bağlı kurşunlayarak 26 yıl önce Ankara Bahçelievler'de öldürenlerden Haluk Kırcı gibiler... Kırcı bugün hâlâ adaletle tavla oynuyor.
Birileri, onun yerine geçip eli bağlı insanlara işkence etmeye, kurşun sıkmaya can atanlar, çıkıp onunla gurur duyduklarını haykırıyorlar. Bizim ülkemiz fiilen işgal edilse onlar da Muhabberatçı Muhammed Abdullah gibi koşup işgalcinin yanında işe girerlerdi. Güçten başka hiçbir şeyden etkilenmeyen böyle tipler daima olacak. İttifaka dahil olacak kadrolu ya da sözleşmeli işkenceciler. (ŞA/BB)