Serkan Mutlu, atık kağıt işçisi Mustafa'yla birkaç saatini yazdı ve fotoğrafladı. Mutlu ve Mustafa'nın foto-öyküsünü görmek için tıklayın.
Kadıköy’de gezinmeye başlıyorum. Hava yağmurlu ve soğuk. Rastladığım ilk atık kağıt işçisine yanaşıp, fotoğraflarını çekmek istediğimi söyleyeceğim. Beni nasıl karşılayacağı, utanıp sıkılmayacağı, ya da tersleyip terslemeyeceği konusunda bir fikrim yok. Sadece, şehrin her yerinde rastladığımız, fakat modern yaşamın bize bahşettiği göz nedeniyle görmezden geldiğimiz bu insanların yaşamlarının birkaç saatine ortak olmak, bir şekilde dertlerini dinlemek niyetindeyim.
Ancak heyhat, ortada kimsecikler yok. Sadece birkaç kedi, yağmurdan korunmak için saçak aramak derdinde. Böyle bir havada kimse atık kağıt peşinde de olmaz gibi geliyor bana. Derken vazgeçiyorum. En azından biraz yürüyüş fena gelmez. Kadıköy’ün tenha sokaklarında yürüyorum. Yol beni Moda’ya sürüklüyor. Fotoğraf makinesi boynumda asılı, ama canım hiç fotoğraf çekmek istemiyor. Yapmak istediği şeyi yapamamış insanın üzüntüsü var üzerimde.
Adı Mustafa, soyadını bilmiyorum
Derken en tenha sokaklardan birinde, üzerinde artık yırtılmış, sarı renkte naylon yağmurluğu, sırtında kocaman arabasıyla biri çarpıyor gözüme. Yanaşıp durumu anlatıyorum. Öğrenciyim, atık kağıt işçileri üzerine çalışıyorum, kendisiyle birkaç saat gezinip biraz fotoğraf çekmeme izin verirse çok mutlu olurum. Kabul ediyor, ürkekçe. Gezmeye ve konuşmaya başlıyoruz.
İsmi Mustafa, soyadını bilmiyorum. Yaşımdan mütevellit “Mustafa Abi” diye hitap ediyorum, o da bana “Abi” diyor. Bir de soruyorum ki 85 doğumluymuş, benden küçükmüş. Yüzüne bakınca benden en az 10 yaş büyükmüş gibi duruyor oysa… Hayatın sillesi böyle bir şey olsa gerek.
"Ne yapacaksın ki?"
Detayları öğrendikçe, neden böyle olduğunu daha iyi anlıyorum: Mustafa Urfalıymış. 6 yaşından beri çalışıyormuş. Şimdiye kadar amele, hamal, otopark görevlisi, çiftçi, mevsimlik işçi olarak sayısız işte çalışmış. “Ne kadar kazanıyorsun günde?” diye soruyorum. “Kıçını yırtsan 20 YTL” diyor. Alüminyumun kilosu 1 YTL, kağıt ise 50 YKr. Günde iki kez o koca arabayı doldurup depoya götürüyor. Araba doluyken 100-150 kilo ağırlığına ulaşıyor. Boş bir anında çekip arabanın ne kadar ağır olduğuna baksam diye düşünüyorum, sonra utanıp vazgeçiyorum.
Bir karısı, bir de kızı var Mustafa’nın. Urfa’da yaşıyorlarmış. “Böyle zor olmuyor mu?” diye soruyorum, “Ne yapacaksın ki?” diyor o da bana. Bu cevabı konuşmanın ilerleyen dakikalarında birkaç kere daha duyacağımı biliyorum.
Deponun üst katında 20 kişi
Sürekli durup çöp karıştırıyoruz. Daha doğrusu o karıştırıyor, ben de onu sorularımla rahatsız ediyorum. Şükür ki iyi biri, hatta çoğumuza kıyasla fazlasıyla iyi bile denebilir. Başkası olsa, beni çoktan başından def etmişti bile. Mustafa’da ise doğu insanına has saflık ve ağırbaşlılık var. Sırf bu özelliğiyle bile pek çoğumuzu utandırabilir. Her birimize bir hayat dersi olabilir.
Aslında en çok gündelik yaşantısını merak ediyorum. Ancak gündelik bir yaşantısı olmadığını öğrenip iyice üzülüyorum. Haftanın yedi günü çalışıyor. Sabah 8’de yola çıkıyor, akşam 7’ye doğru son partiyi depoya verip yatacağı yere çekiliyor. Duşunu alıyor, belki biraz televizyona bakıyor ve uyuyor. Deponun üst katında kalıyor, toplam 20 kişi aynı yeri paylaşıyorlar. Kardeşi de onunla beraber çalışıyormuş.
“Hayat mı bu?” diye düşünüyorum. Mustafa arabasını bana emanet etti, sokağın dibindeki çöp kutusundan işine yarayanları alıp gelecek. Ağlamamak için zor tutuyorum kendimi. O zamana kadar kendi hayatımı zormuş gibi görmenin suçluluk duygusunu yaşıyorum. Biraz zaman sonra pek de fotoğraf çekememeye başladığımı fark ediyorum. Sokakta bir kedi gördüm, Mustafa çöpü karıştırırken ben de kediyi çekiyorum. Arsız, resmen poz veriyor, başka zaman olsa oturur severdim, ama moralim bozuk, yapmıyorum.
Atık kağıt işçilerinin bu kentte çevreye en duyarlı kişiler olduklarını biliyorum. Her birimiz yiyip içip çöpe atıyoruz; onlar topluyor, ayrıştırıyor ve depoya bırakıyor. Çevreye ve kent yaşamına yaptıkları bu hizmetin bedelini ise günde 15–20 YTL olarak alıyorlar. Gerçekten çok hakkaniyetli! Ama, “Ne yapacaksın ki?”
"Urfa güzel tabii ki de"
Kışın çok soğuk olduğunda bir aylığına Urfa’ya gidiyormuş. Neyse ki herkes gibi onun da sevineceği ve umutla bekleyeceği bir şey var. Urfa’da karısını, çocuklarını ve akrabalarını görüp, İstanbul’un ne kadar hızlı bir “öğütücü” olduğunu kim bilir kaçıncı kere anlatıyordur herhalde.
“İstanbul mu güzel, Urfa mı?” diye soruyorum. “Urfa tabii ki de” diyor. Ne de olsa peygamberler şehri. Havası güzel, suyu güzel. “İnsanın memleketi gibisi yok” zaten. İstanbul’da orta gelirli birinin yaşadığı yaşama sahip olsa da aynı şeyi düşünür müydü acaba? Bunu bilemiyorum.
"Bizde ayrım yoktur"
Kürt meselesi hakkında sormak istiyorum ama nasıl yapacağım, konuya nasıl gireceğim hakkında pek bir şey yok kafamda. Bir süre lafı geveledikten sonra birden cesaretlenip soruyorum. Yanıtı kısa, net ve bilgece oluyor: “Bizde ayrım yoktur. En nihayetinde herkes insandır.” Türkiye’deki çoğunluğun sahip olmadığı bilgelik var Mustafa’da.
Moda sokaklarında geziniyoruz ya, hani biraz da içimdeki yarayı kaşımak istediğimden midir nedir, şu soruyu soruyorum: “Hiç etrafına bakıp da imrendiğin oluyor mu?” Moda’daki emlak fiyatlarını, yaşam pahalılığını, orada oturanların maddî durumlarını bildiğimden bu soru benim için anlamlı. Ama benim bu soruya yüklediğim anlam Mustafa için aynı şeyi ifade etmiyor: “Bana ne ki abi. Ben ekmeğime bakarım.”
"Yeter bak hasta olacaksın"
İmrenmek, sadece bazı şeylere sahip olup da, o sahipliği az görenlerin, ya da yenisine sahip olabilmeyi umut edebilenlerin kelime haznesinde yer alıyor çünkü. Mustafa’da ise öyle bir şey yok. O sadece çalışıyor.
Ayrılık vakti geldi. Mustafa gezi boyunca kaçıncı kere “Yeter bak hasta olacaksın” diye uyarmıştı, bir kere daha uyarıyor. Peki diyorum, adresini alıyorum, çektiğim fotoğraflardan birkaç tanesini bastırıp ona götüreceğime dair söz veriyorum.
Mustafa artık iyice ağırlaşmış arabasını peşi sıra sürerken arkasından bakıyor ve düşünüyorum: “Ne yapacaksın ki?” (SM/TK)