Türkiye’de, her ne kadar ‘laikçi’ kesimin uzlaşma bilmez tutumundan kaynaklı saf bir iktidar partisi düşmanlığı yoluyla oluşmuş da olsa, son dönemde toplumun en alt tabakasına dahi (s)inmiş bulunan politizasyonu hayırlı buluyorum. Bu politizasyonun ne kadar sağlıklı olduğu tartışma konusudur; iktidara karşı yapılan muhalefetin yapıcılığı ise şüphe götürür; ancak ne olursa olsun, bu ülkede ‘tepede’ olup bitenler (ya da olup bitecekler), ‘aşağıda’ tartışılıyorsa, Türkiye’nin bazı konularda çağ atlamış olduğunu kabul etmek gerekir. O ünlü sözün dediği gibi, “Harekette, bereket vardır”.
Peki, biz ülke olarak son dönemde neleri konuşmaya başladık? Öncelikle iktidarın her fırsatta sırtını dayadığı ‘millî irade’nin, bir takım oligarşi gruplarına baskın gelip gelemeyeceğini merak eder olduk. Anayasa Mahkemesi’nin, tüm bir halkın gözünün içine baka baka aldığı yanlı kararlara şahit olduk. En önemlisi ise, bu ülkenin başının (yani cumhurun reisinin), ne kadar bu ülkenin ‘başı’ olduğunu tartışır olduk. Buradan ne sonuç çıkacağını şimdiden kestirmek güçse de, sadece tartıştığımız konulara baktığımızda, demokrasi açısından epey yol aldığımızı söyleyebiliriz.
Türkiye basınında yüzlerce kez yazılıp çizildiğinden, sivri bir kutuplaşmaya doğru evrilmiş bu tartışmalara girmeyeceğim. Daha ziyade, tartıştığımız gerçeklerin yanına hangilerini eklememizin hayırlı olacağı üzerine kafa yormayı uygun görüyorum.
Nasıl bir demokrasi?
Karşımızdaki tablo açık ve net: Son seçimlerin arifesinde vaziyet öylesine garipleşti ki, saf ‘demokrasi’ yanlıları Adalet ve Kalkınma Partisi'ne (AKP), cumhuriyetin temel değerlerine kökten bağlı olan gruplar ‘solcu’ Cumhuriyet Halk Partisi'ne (CHP), bu sonuncusunun yanına sos olarak milliyetçiliği ekleyenler ise Milliyetçi Hareket Partisi'ne (MHP) yöneldi. Burada, oluşan bir düşünce kıvılcımını alevlendirme yanlısıyım: Sözgelimi, bir zat-ı muhterem olsun ve kendisi ordunun sivil idare üzerindeki etkisine, ‘devlet’e ait mekanizmaların kendi seçtiği organlara yaptığı faşizan baskıya karşı çıkacak olsun. Bu durumda AKP’ye göz kırpacağı açıktır. Senaryo bu ya, sonra bu zat gitsin ve oyunu AKP’ye versin.
Şu durumda, bu kişinin oy verdiği partinin tüm politikalarının arkasında olduğu söylenebilir mi? Bir takım dış mihrakların baskısına karşı çıktığı için AKP’ye yönelmiş bir birey, bu partinin kentsel dönüşüme, özelleştirmeye, polisin görevlerine, 301’e, seçim barajına, cinsel özgürlüklere vs… bakışına da ortak olmuş olacak mıdır? Bir parti, ürettiği politikalarla gerçekten de ülkesindeki seçmenlerin yüzde 47’sini tam olarak kucaklamayı başarabilir mi?
Tüm bu sorulara cevap koca bir “hayır”dır.
O halde bizim yeni bir tür demokrasiyi konuşma vaktimiz çoktan gelmiştir.
Ne yapmalı?
İktidarın ‘millî irade’yi yansıtmak için gerçekten çaba sarf ettiği, vatandaşının karşısına beş (dört?) yılda bir sandık çıkarmakla yetinmediği bir sistemden bahsediyorum. Parlamentodan çıkacak her türlü kararın, o ülkenin vatandaşları arasında konuşulduğu, tartışıldığı, belki biçim olarak olmasa bile, bir tür ‘referandum’dan geçtiği bir düzenden bahsediyorum. Anlayacağınız, ben ‘demokrasi’ sözcüğünden bambaşka anlamlar çıkartıyorum.
Demokrasi, zor bir sınavdır. Belli zaman aralıklarıyla sandık başına gidip, görüşüne en yakın partiyi ya da bağımsız adayı işaretlemekle bitmeyecek kadar zordur hem de… Gerçek bir demokraside, vatandaşın, temsilcilerinden çıkacak her türlü karar üzerine katılımı esas olmalıdır. İktidar partisi, çıkartmak istediği en ufak bir yasa tasarısında dahi, sivil toplum kuruluşlarıyla (başında subay emeklilerinin olmadığı kuruluşlardan bahsediyorum) ve meslek odalarıyla (tek yaptıkları ‘poltically correctness’ı sağlamak amacıyla bildiri yayınlamak olmayan odalardan bahsediyorum) konuşmak zorunda.
Şayet bir mutabakata varılamıyorsa, o zaman bir kere daha sandığa gidilir, halk gerçekten de o zaman yönetime katılmış olur. Türkiye’deki ‘barajlı marajlı’ parlamenter sistem, basit bir katılım illüzyonundan ibaret.
Burada bir önemli görev de yerel yönetimlere düşüyor pek tabii. Halkın yönetime katılımı, yerel yönetimlerin icraatlarına katılımıyla paralel giden bir süreç. Sözgelimi, sokak tabelalarının değiştirilmesi, çöplerin toplanma saatleri, temizlik işleri vs gibi ‘angarya’ görülen işler dahi, gerçekte orada yaşayanların tasarrufunda olmalı. Türkiye geçmişinde buna benzer kimi deneyimler yaşamıştır (bkz: Fatsa deneyimi), dünyada ise Porto Alegre örneği pırıl pırıl parlamakta. İngiltere de, yerel yönetimlerde benzer bir katılım modeline geçileceğini belirten bir açıklama yaptı. Yerel yönetime katılım aracılığıyla oluşan bu demokrasi pratiğinin, merkezî yönetime de sıçrayacağı ortada.
Bizde de hal-i hazırda demokrasinin gerçek niteliğine, ne olup ne olmadığına ve yararlarına / zararlarına karşı böylesine ‘hareketli’ tartışmalar başlamışken, aradan böyle bir görüş çıkabilir mi, doğrusu merak ediyorum.
Demokrasi kavramı için en ‘radikal’ çıkışı yapmış Radikal gazetesinin “Orijinal Demokrasi”ye bakışı, insanların gidip istediği partiye oy vermesi ve bu son derece demokratik hakkını kullanması üzerine kuruluydu mesela. Acaba bu bakışı biraz daha geliştirmek, İsmet Berkan’ın bu haklı çıkışının üzerine bir tuğla daha koymak, meclisteki temsil oranının ne olursa olsun yetmeyeceğini savunmak mümkün olur mu?
Tüm bir okul hayatı boyunca demokrasi bizlere “Halkın kendi kendini yönettiği yönetim biçimi” olarak öğretildi. Gün gelecek, gerçekten de halklar kendi kendilerini yönetmeyi öğreneceklerdir. Buna da inanmasak, nasıl olacak da yarınlara umutla bakacağız ki zaten?(SM/EÜ)