Bundan 50 yıl önce, 25 Mart 1957'de Roma Sözleşmelerini imzalayan Avrupalı devlet adamları bunları düşünmüş olabilirler mi acaba? Onu pek bilemeyiz ama faşizmin ve dünya savaşlarının acı deneyimlerinden ders çıkartmak istedikleri pek âla söylenebilir. "In varietate concordia" (Çokluk içerisinde birlik) şiarı altında "Birleşik Avrupa" düşüncesinin ifade edildiği o yıllarda, Avrupa'da savaşın "bir daha asla!" çıkmaması, Avrupa toplumlarının çoğunluğunun dile getirdiği yaygın bir istemdi. Hatta bugün bile Avrupa'nın birliği tartışıldığında, Lüksemburg Başbakanı Jean-Claude Juncker'ın söylediği gibi "her kim ki AB'nden şüphe duyuyorsa, bir askerî mezarlığı ziyaret etmelidir" yanıtı verilmekte.
Bu açıdan bakıldığında 27 üye ülkesi, 493 milyona ulaşan nüfusu, toplam 9,5 bilyon luk GSMH'sı, refahı ve sınırları içerisindeki savaşsız durumuyla AB'nin bir başarı hikâyesi olduğu söylenebilir. AB elitlerinin de hep tekrarladığı bu zaten.
Biz ise, söylenmeyenlere bir göz atalım: AB seksenli yıllardan, ama özellikle 1989/90 deviniminden bu yana giderek sosyal ve demokratik hakların budandığı, kitlesel işsizlik ile yoksulluğun kök saldığı, sosyal, ekolojik ve vergi standartlarını indirme yarışının vuku bulduğu, çalışma ve yaşam koşullarının güvencesizleştirildiği, bütün kamusal alanın sermaye birikimi boyunduruğu altına sokulmaya çalışıldığı, toplumların merkezlerine ırkçılık ve refah şövenizminin yerleştiği, dış politikasının militaristleştirildiği ve politik şekillendirme olanaklarının parlamentolardan, meşruiyetleri son derece şüpheli, bürokratik-otokratik kurumlara devredildiği bir Avrupa haline gelmiştir. Neoliberalizm ve uluslararası malî piyasalar iktisadî, sosyal ve politik yaşam üzerinde hegemonya oluşturdular.
Diğer tarafta Avrupa toplumları, "Birleşik Avrupa" düşüncesinin salt güçlülere ve zenginlere yarayan bir yapılanma haline gelmesi nedeniyle, AB'ye ve AB kurumları ile politik aktörlere artık güven duymamaya başladılar. AB Anayasa Sözleşmesi'nin Fransa ve Hollanda'da yapılan halk oylamalarında büyük çoğunlukla reddedilmesi ve piyasa radikali AB yönergelerine karşı geniş toplumsal direniş hareketlerinin ortaya çıkması, bu güvensizliğin bariz bir göstergesi. Bunların yanı sıra Çekirdek Avrupa'nın emperyalist müdahale savaşlarına katılması ve AB çeperindeki ülkeler üzerinde saldırgan bir etkinlik politikası uygulaması, Avrupa'nın barışçıl değil, savaş çıkaran bir güç haline geldiğini kanıtlamakta. İşte Roma Sözleşmeleri'nin 50. yılının kutlandığı bugünlerdeki AB'nin gerçek resmi bu.
Böylesi bir resmin oluşmasına neden olan aktörlerden birisi ise kuşkusuz Almanya. Almanya'daki CDU, CSU, SPD, FDP ve Yeşiller'den oluşan fiili büyük neo-liberal koalisyon, AB ve AB çeperindeki ülkeleri bu resim çerçevesinde şekillendirmeye kararlı. Almanya, AB'deki olumsuz gelişmenin motoru durumunda.
Bunun nedeni ise çok basit. Çünkü Avrupa, dünya ihracat şampiyonu olan Almanya'nın en önemli ve en büyük pazarı. Federal İktisat Bakanlığı'nın 22 Mart 2007 tarihli istatistiklerine göre Almanya'nın ihracatı şöyle dağılıyor: Avro bölgesi yüzde 43, 2; Avro bölgesi dışındaki AB üyesi ülkeler yüzde 20,2; AB çeperindeki ülkeler yüzde 17,3; Asya yüzde 10,5 ve ABD yüzde 8,8. Yani sonuç itibariyle Almanya'nın ihracatının yüzde sekseninden fazlası Avrupa'ya dağılmaktadır.
Alman sermayesi, neo-liberal politikalar sayesinde AB çatısı altında dünya devi olma planlarını büyük ölçüde gerçekleştirdi. Federal Parlamento'da alınan kararların yüzde sekseni Brüksel'den yönlendirilmektedir. Brüksel'i ise Almanya ve Fransa'daki egemenler... Kısacası Evropa, mitolojide olduğu gibi bugün de iğfal edilmekten kurtulamıyor. Aradaki tek fark, Zeus'un yerini sermayenin almış ve iğfal edilenlerin halklar olması.(MÇ/EÜ)