Anayasa tartışmalarına ilişkin yazı kaleme alan tutuklu gazeteci Elif Akgül, "Nasıl bir anayasadan önce, kiminle anayasa?" sorusunun asıl mesele olduğunu yazdı.
Gazeteci Candan Yıldız'ın "Dışarıdan İçeriye Mektuplar” köşesine atıf yapan Elif Akgül, tutuklu bir gazetecinin gözünden “Nasıl bir anayasa” sorusunu yanıtladı.
"İçerik, öznelerden bağımsız değil" diyen Akgül'ün yazısı şöyle:
Cumhuriyetleri Rousseaucu bir toplum sözleşmesi olarak ele alabiliriz. En basitleştirilmiş tarifiyle toplum olarak biz bir sözleşme (anayasa) yapacak bir irade seçiyoruz. Sonra o ve ardıl iradelerin o sözleşmeye uymasını bekliyoruz.
Lakin Türkiye Cumhuriyeti ne Ursula K. Le Guin’in Urras’ı, ne de bizler Omelas’ı terk edebilenleriz. Eşitlikçi, kapsayıcı, özgür bir anayasayla böyle bir ülke kurabileceğimiz başka bir gezegen yok elimizde. Kuruluşundan itibaren soykırım, katliam, pogrom, darbe ve zorla kaybedilmelerle yüklü bir bagaja sahip, her bir kesimin bir mağduriyet kimliği kazandığı, eski travmalar daha aktarılmaya vakit bulamadan yenilerin yaratıldığı bir ülke. Adaletin herkese ama herkese lazım olduğu bir ülke. Bu yüklerin başında ise durmadan etrafında tartıştığımız darbeler tarihi geliyor.
İşte toplum olarak ortak sözleşmelerimizi en çok da bozan bu darbeler. Öyle ki ülke tarihinin en özgürlükçü anayasası olarak adlandırılan ’61 anayasası da darbenin lekesini üzerinde taşıyor. Çünkü darbecilik geleneği askeri darbelerden de önce “iktidara gelenin sözleşmeye kendi kurallarını koyma hakkını” kendinde görmesine dayanıyor.
Bu gelenek -ki bunu tedavi edilmesi gereken bir hastalık bir patoloji değil yıkılması gereken sistemsel bir sorun olduğu için gelenek olarak adlandırıyorum- mevcut iktidarların ata saydığı Demokrat Parti dönemine dek uzanıyor.
Cezaevinde Mehmet Ali Birand'ın defalarca izlediğim Demirkırat belgeselinin Milliyet yayınlarından çıkan 1991 basımı kitabını okuma fırsatı buldum. Üzerine Yassıada yargılamalarına ilişkin Yüksek Adalet Divanı Kararları’nı okuduğum bir döneme denk geldi Candan'ın sorusu. Bu nedenle 2025 yılı yeni anayasa tartışmaları 1945-1961 arasına anayasa tartışmalarıyla beraber kafamda yankılanıyor.
“Keyfi idarelerine mesnet teşkil etsin diye vatandaş hak ve hürriyetlerine ve insanlık haysiyetine aykırı düşen memleket ve millet hakimiyetinin kurulmasına engel olan, anayasaya aykırı ve bu itibarla kanun dışı sayılmak ve meziyetten düşürmek icap eden konuların hala mevcut olduğunu kim inkar edebilir?”
Bu cümlenin 2025 Türkiye'sinde -misal- belediyelere kayyum atanmasını yasalaştıran KHK için sarf edildiğini varsayabilirdik. Ama bu konuşma Adnan Menderes tarafından 13 Haziran 1948'de Yenipazar'da dile getirildi.[1] Aynı Menderes hükümeti Nisan 1960'da Tahkikat Komisyonu’nu kurdu.
Menderes'in 11 Ocak 1951'de iktidara yükseldikten sadece bir yıl sonra meclis kürsüsünden yaptığı, “Müsaade ederseniz arkadaşlarım, bu hürriyet ve demokrasi denilen giranbaha nesne birçok memlekette misafir olmuştur ve sonra uçup gitmiştir”[2] sözlerini, kendisinden on yıllar sonra Recep Tayyip Erdoğan, “Demokrasi bir tramvaydır, gittiğimiz yere kadar gider, orada ineriz” sözleriyle yineleyecekti.
Anayasayı yapan, anayasanın ruhunu da tesis eder, demiştim. “En demokratik anayasa” olarak anılan 27 Mayıs Darbesi Anayasası, kitabede Yassıada hakimlerinin anayasal özgürlükler, basın hürriyeti perspektiflerini yansıtsa da, pratikte yazıcılarının ruhundan bağımsız olmadı. Darbecilerin “ihtilalci” olmadığı seçimleri, ertelemeleri, basına sansür, akademiden atılan 147 hocayla ortaya çıkıverdi.[3] Tıpkı yakın tarihteki gibi.
65-75 yıl önce yaşananların bugüne ışık tutması da aslında bir türlü kırılamayan bir döngünün, bozulamayan bir yazmanın tezahürü.
Cumhuriyet olma iddiamız, o ortak sözleşmeyi uygulasınlar diye seçtiklerimiz tarafından ihanete uğradı. Bugüne geldiğimizde sözleşmenin omurgasını oluşturan TBMM'nin bir imza ile çiğnendiğine şahit olduk. Bir “millet iradesinin” onayladığı İstanbul Sözleşmesi'nden tek bir imza ile çıkıldı. Can Atalay için Anayasa Mahkemesi gerekçeli kararını açıkladığında gözümüz kulağımız meclisteydi. TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş “Sorunun çözülmesi için gereken yapılır” gibi ılımlı, umut verici bir açıklama yapmışken atanmış bir bürokrat “AYM kararı yok hükmündedir” dedi. Bir bürokrat anayasanın, anayasal düzenin güvencesini bir tweette “yok saydı”. “Keyfi İdare” onu takip etti.
Sorun ne İstanbul Sözleşmesi'nden çıkılması ne Can Atalay'ın seçilme ya da Hatay halkının seçme hakkı. Mesele hakları tesis eden sözleşmenin bir zümre tarafından ortadan kaldırılmış olması.
LGBTİ+’ların varlıklarını ortadan kaldırmaya çalışan, sokağa çıkanı hapse atan, seçilene kayyum atayan, kendi yazdığı kanuna dahi uymayan bir özne ile yeni bir anayasa yapmaktan; bir de bu anayasanın darbeci gelenekten yani irade gaspından uzak, eşitlikçi, kapsayıcı ve özgürlükçü olmasını bekliyoruz.
Candan'ın “nasıl bir anayasa” sorusu, yaşadığı ülkenin idaresinde söz sahibi olmak isteyen bir genç olduğum için, anayasa haklarımı kullandığım için, mesleğimi yaptığım için, 3 aydan fazla süredir cezalandırıldığım bu hapishanede bana şu soruyu sorduruyor: Anayasa yapıcı özneler demokrasiye bir misafir ya da durağa geldiğinde inilecek bir tramvay gözüyle bakanlar mı, yoksa kendinden olmayanın varlığına, hakkına ve iradesine kefil olanlar mı? Cevabımı bu soruya verilen yanıt belirleyecek.
[1] Yüksek Divan Kararları, Kabalcı, 2007, s. 58-59.
[2] Menderes, TBMM 11.01.1952 D9, T.2, C.12, s.912
[3] Demirkırat - Bir Demokrasinin Doğuşu, M.A. Birand, C. Dündar, B. Çaplı, Milliyet Yayınları, 3. Baskı, 1991, s.243.
(AB)




