Solda yukarı doğru akan haberleri okumaya çalışırken, kitap çevirmenlerinin bir de tartışma sayfası olduğunu gördüm. Tıkladım ve grup sayfasına girdim: Grubun amaçlarını özetleyen güzel bir yazı vardı (Hâlâ var ama bu sıralarda oluşan yapılarla içeriği biraz eskimiş durumda).
"Bu grubu kurmamızın ardında yatan temel saik, çevirmenlerin varolmayan sosyal haklarını elde etmeye yönelik bir "oluşum" oluşturmak. Yeni bir dernek ya da örgüt kurmaktansa üretken ve yaratıcı önerilerin hiçbir kurumsal hiyerarşi ve kodlama gözetilmeksizin herkes tarafından rahatça ifade edilmesine imkan vererek dinamik bir hareketlilik yaratmayı ve mevcut dernek ve örgütlerle ilişki kurup bu hareketliliğin ivmesine onları da katmayı amaçlıyoruz. En baştan beri bununla atbaşı olarak deneyim ve birikimlerimizi birbirimizle paylaşma işini de sürdürüyoruz ki bu da en az ilki kadar önemli ve kalıcı sonuçları olacak bir girişim."Gruba üye olmak için bir bağlantı vardı ve kitap çevirmeni olmasam da şansımı denemek istedim. Geçmiş yayıncılık (AnaBritannica kuruculuğu gibi) deneylerimi yazınca kabul edildim.
Sanırım 300 kişi vardı o sırada ve bu 300 insan, hem bir yandan birbirlerine çeviride karşılaştıkları sorunları yöneltip destek alırken, bir yandan da kavgalar ediyor, yanlış anlamalar içinde boğuşuyorlardı ve günde 30, 40, hatta 50 mesajın geldiği oluyordu. Grupta Perşembe günü (5 Temmuz) aktif olan üye sayısı 598.
Ortak çeviri
Yeni katıldığım günlerde, çevirmenlerin yapmakta oldukları bir "ortak çeviri" faaliyeti konusunda, o konuda çalışanlara bir toplantı çağrısı vardı ve görev almamış olmama rağmen -biraz da meraktan- toplantıya katılmak istedim.
Hepsi, ilginç insanlardı ve Türkiye'nin kitap kurtlarına böyle güzel bir hizmeti götüren bu ekiple birlikte olmak, çok keyifliydi.
Görevler dağıtılmış olduğu için, toplantıda yeni görev verilmedi, ben de bir talepte bulunmadım. Ancak, yaklaşık 6 ay sonra, çalışmanın yöneticilerinden bir imdat çağrısı geldi.
Görev alan bir çevirmen arkadaş, haber vermeden başka bir yerlere gitmişti ve acil çeviri desteği isteniyordu. Verilen zaman dilimi içinde yapabileceğim 2 bölümü aldım ve keyifle çevirdim. Sonra bir tane daha... Daha sonra da unuttum gitti.
Bu arada Kitap Çevirmenleri Meslek Birliği (ÇEV-BİR), Mayıs 2006'da hayata geçti ama, çeviri yaptığım bir kitabım olmadığı için, istekli olmama rağmen üye olamadım.
Ama 12 Mayıs günü, gruba Tuncay Birkan tarafından yazılmış bir mektupta, ismim gözüme çarptı:
"Bu esnada ilk kez burada kitap çevirisine başlamış bütün üyelerimiz (bu arada aşağıda adı esprili bir biçimde geçen Vedat Çakmak da tabii. Kendisi ayrıca Irak Dünya Mahkemesi kitabına da çeviri yapmış -ve büyük bir incelik göstererek telifini ÇEV-BİR'e bağışlamıştı), bu sayede isterlerse Meslek Birliği'ne de girebilecekler."İnanılır gibi değil, durduk yerde iki kitabım birden olmuştu ve üstelik Çev-Bir'e davet edilmiştim!
Her iki kitap, Metis Yayınları tarafından yayınlandı. İkisinin de tasarımı, kitap tasarımcılarına güzel önerilerde bulunuyor.
İkinci kitap olan "Irak Dünya Mahkemesi", 2006'da yapılan mahkemenin son ayağı olan İstanbul celsesinde yapılan konuşmalardan oluşuyor. İzlemeyenler için güzel bir fırsat.
Yastıkname
Kitabın önsözünü, Çev-Bir Başkanı Birkan, çevirmenlerden ve kitabı yayına hazırlayanlardan biri olarak yazmış. Şöyle başlıyor:
"Bizim Osmanlı edebiyatıyla analoji kurup Yastıkname adıyla çevirdiğimiz, ama bu tür kaygılar gözetmeyen bir çevirmenin pekâlâ "Başucu Kitabı" da diyebileceği Makuro No Soşi, Japon edebiyatında zuihitsu adı verilen türün ilk ve en önemli numunesi sayılıyor."83 çevirmenin bir araya gelip, İngilizce, Fransızca, Almanca, İspanyolca ve Japonca'dan (sıralama, çevrilen dillerdeki bölüm sayılarına göre) çevirdiği bu eser, Japonca'nın diğer dillerden farklılığı nedeniyle batı dillerine çevirinin zorluklarını ve yapılan hataları görmemize de yardımcı oldu.
Japonca cümle yapısında özne kullanılmaması, batı dillerine yapılan çevirilerde, yer yer hangi işin, kimin tarafından yapıldığının karışması ya da belirsiz hale gelmesine yol açmış.
Geniş bir grupla, özgün hali de ele alınarak ve çok çeşitli dillerdeki çeviriler incelenerek yapılan Türkçe çeviri, bu noktaları da ortaya çıkararak gelişmiş.
Rahatlıkla söyleyebilirim ki, Türkçe "Yastıkname", akademik anlamda diğer bütün çevirilerden daha başarılı.
O dönemde kullanılan Japon takviminde ayların adları, çeviri için sorun olsa da, başka toplumların yaşama bakış açılarını yansıtması nedeniyle çok zarif:
"Ocak: Filizlenme ayıKitap ise, mevsimleri anlatarak başlıyor:Şubat: Çamaşır serme ayı
Mart: Serpilme ayı
Nisan: Havlupüskülü ayı. 'Havlupüskülü' güzel bir beyaz çiçeğin adıydı
Mayıs: Çeltik filizi ayı
Haziran: Susuz ay
Temmuz: Şiir yazma ayı
Ağustos: Yaprak dökümü ayı
Eylül: Uzun gece ayı
Ekim: Tanrıların olmadığı ay
Kasım: Kırağı ayı
Aralık: Yılın sonu/Koşan keşiş ayı"
Baharda Şafak, Yazın Geceler...
"Baharda, günün en güzel vakti şafaktır. Hava yavaş yavaş ağarırken, dağların siluetleri ölgün bir kızıla boyanır, üzerlerinde leylak rengi bulut huzmelerinden bir yol oluşur.Kışın anlatımını, sizin okumanıza bırakıyorum."Yazın, geceler güzeldir. Mehtaplı geceler değil sadece, zifiri karanlık geceler de... ateşböcekleri oraya buraya uçuşurken, hatta yağmur yağarken, o kadar güzeldir ki!
Sonbaharda, akşamlar... Altın gibi parlayan güneşin tepelerin sırtlarına kadar indiği, kargaların ikişerli, üçerli, dörderli gruplar halinde yuvalarına döndüğü günbatımı vakitleri... Hele ufukta küçücük benekler gibi görünen bir yabankazı sürüsü de varsa, bundan âlâsı olmaz. Güneş battığında, rüzgârın sesini ve böceklerin vızıltısını duyduğunuzda yüreğiniz çarpar."
Kitap, o dönemin sosyal yapılanması hakkında da oldukça fikir veriyor. Sei Şonagon, saray çevresinde bulunan bir kişi olarak, dönemin yöneticilerinin davranışları hakkında yazdıklarıyla, tarih okumayı seven okurlara önemli ipuçları aktarıyor. Bir örnek şöyle:
İmparatoriçe taşınırken
"İmparatoriçenin, Başvekilharç Narimasa'nın evine taşınması sırasında evin avlusunun doğu kapısı dört sütunlu bir yapıya çevrilmişti, İmparatoriçe Hazretlerinin tahtırevanı buradan geçecekti. Benim ve diğer nedimelerin bindiğimiz arabalar ise kuzey kapısından girecekti. Muhafız kulübesinde daha kimsecikler yoktur diye düşünüp, üstümüze başımıza çekidüzen verme zahmetine girmeden öylece, olduğumuz gibi geçelim dedik; yolculuk sırasında kadınların çoğunun saçı başı dağılmıştı, ama kimse taranmakla uğraşmadı, zira arabaların doğruca evin verandasına çekileceğini sanıyorlardı. Ne yazık ki kapı, palmiye yaprağından arabalarımızın geçebileceği kadar geniş değildi. Hizmetçiler kapıdan eve kadar önümüze hasırlar serdiler, biz de dışarı çıkıp yürümek zorunda kaldık. Fena halde can sıkıcı bir durumdu bu, hepimiz çok sinirlendik, ama ne yapabilirdik ki? Bunlar yetmezmiş gibi, saray nedimleri, hatta daha düşük rütbeli bir grup adam da Muhafız Evi'nin yanında dikilmiş, sinir bozucu bakışlarla bizi süzüyorlardı."Bu paragrafın sonuna doğru, 10'uncu yüzyıl Japonya'sında, sosyal sınıflar arasındaki ilişkilere de bir ipucu var: "Daha düşük rütbeli bir grup adam". Bu konuda Birkan, bizi uyarıyor:
"Bütün gerçek yaratıcılar gibi Sei Şonagon'un da bugün bize hâlâ derinden hitap edebilmesini salt içinde yaşadığı kültürün kodlarını çözerek anlayamayacağımızı, onu asıl değerli kılanın bu kodlara verdiği "bireysel" tepkinin niteliği olduğunu düşünsem de, bir bölümünü dolaysızca içselleştirdiği, hatta bazen düpedüz aşmayı başaramadığı (alt sınıflardan insanlar karşısında duyduğu bariz tiksinti günümüz okurlarının Sei'yle romantik bir özdeşlik kurmasını imkânsızlaştırır mesela) bu kültürel-tarihsel kodları anahatlarıyla olsun serimlemeye çalışmak gerekiyor diye düşünüyorum."Aslında Osmanlı dönemi ile ilgili okumalarda alışık olduğumuz bir durum bu. Birkan'ın uyarısı, belki de aşırı dikkatli bir uyarı.
Bunun örnekleri, kitabın içinde, çok çeşitli yerde dağılmış durumda. Yukarıda belirtmiş olduğum "tanıdık gelme" olgusu, Osmanlı tarihini okumuş olmamızla da sınırlı değil.
Bugünkü sosyal yaşamımızda da bulabileceğimiz bir dizi olay ya da gözlem var Şonagon'un kitabında:
Kadının adı
"Daha düşük sınıftan bir kadını ziyaret eden soylu bir delikanlının, kadının adını, herkese kadınla yakın ilişkiler içinde olduğunu fark ettirecek biçimde söylemesi hiç hoş bir şey değil. Kadının adını ne kadar iyi bilirse bilsin, bu adı sanki unutmuş gibi belli belirsiz söylemelidir ki ince davranmış olsun. Diğer yandan, bir beyefendi gece vakti bir nedimeyi ziyaret ediyorsa, bu bile yanlış olacaktır. Böyle bir durumda hanımın adını söyleyecek birisini de yanında getirmelidir - örneğin, hanım Sarayda ise Has Bahçe Odası'ndan bir uşağı ya da Uşaklar Odası'ndan birisini yanma almalıdır; çünkü hanımın adını kendisi söylemesi durumunda beyefendinin sesi tanınacaktır."Bölümün başlığı, Duygu Asena'nın ünlü kitabını çağrıştırıyor. Kitap, o dönemdeki cinsellikle ilgili üstü kapalı bilgiler aktarmakta:
"Verandada bulunan genç nedimelerden birkaçı daha sohbetimize katıldı. Aradan söze karışıp 'Sevgilin var mı? Çocuğun var mı? Nerede yaşıyorsun?' türünden bir yığın soru soruyorlardı. Kadın ise sorulara kimi şaka dolu, kimi hafif alaycı cevaplar veriyordu. Nedimelerden biri dans edip etmediğini, şarkı söyleyip söylemediğini sorunca, kahkahasını tutamayıp şarkı söylemeye başladı:Yazar, kitabı bir günlük olarak kaleme almış ve paylaşmayı pek düşünmemiş. Bunu, sondan bir önceki bölümde öğreniyoruz:Kim paylaşacak benimle yatağımı bu gece?
Erkeğim Hitaçi no Suke!
İpek gibi teniyle"
Kitabımın ele geçişi
"Saray Muhafızlarının Sol Bölük Komutan Yardımcısı Tsunefusa, henüz İse Valisi olduğu dönemde, benim memleketimdeki evime gelmişti. Hemen oracıkta bulunan minderi kendisine sunarken bu notları yazdığım defter de üzerindeymiş meğer. Büyük bir telaşla saklamaya çalıştım, ama Efendi Tsunefusa hemen fark etti ve aldığı gibi beraberinde götürdü, uzun bir süre de geri getirmedi. Cümle âlem Yastıkname'nin varlığından bundan sonra haberdar oldu herhalde."Son bölümde, bu olay üzerine sıkıntılarını anlatıyor:
"...Bu kitabı, kimsenin görmeyeceğini düşünerek, memleketimde can sıkıntısıyla yaşarken yazdım. Gördüğüm, hissettiğim her şeyi kattım ona. Önemsiz şeyler olsa da, yer yer abartarak yazdığım bazı kısımlar bazı insanları incitebilir. Neyse ki insanlar farkında değil diyordum ki, nasıl oldu anlamadım, birden herkes kitabı öğreniverdi..."Kitabın son cümlesi de çarpıcı:
"Ne derlerse desinler, keşke bu kitabı yazdığım hiç bilinmeseydi.""Şonagon iyi ki yazmış"
Yazara burada karşı çıkıyorum. 1000 yıl sonra bile, "iyi ki yazmışsın" diyorum Sei Şonagon'a, bu uzak coğrafyadan.
Türkçe kitap, büyük bir olasılıkla Guinness Rekorlar Kitabı'na da girecek. Dünyada 83 çevirmen tarafından çevrilen başka bir kitabın varlığı konusunda bir bilgim yok.
Üretimine tesadüfler sonucu katkıda bulunduğum ve yaklaşık 100 (Metis Yayınları ekibi, matbaacılar ve mücellithane çalışanları dahil) kişinin ortak çalışmasıyla ortaya çıkan bu güzel yapıtın, Türk edebiyat ve eleştiri dünyasına, bu arada dilbilim araştırmacılarına ışık tutmasını diliyorum.
Benzer "ortak çeviri" projelerini de heyecanla bekliyorum.(VÇ/EZÖ)