Ben de oradaydım. Gelen Barış Grubu'nu karşılamak için Habur sınır kapısında.
Sabah Mardin'den yola çıktığımızda havanın çok sıcak olacağı belliydi. Güzün kokusu bile ulaşmamış henüz o topraklara.
Adını katliamla duyurmuş olan Bilge köyü, Diyarbakır yolunda kalmıştı. Biz, Silopi'ye gidiyorduk. Önce 12 yaşındaki Uğur'un, terörist diye ayağında terlikleriyle kurşuna dizildiği Kızıltepe'den geçtik.
Mardin'den Habur'a kadar kanla, acıyla, oralarda yaşamayanların tahmin bile edemeyeceği zulümle kirletilmiş topraklardan geçecektik. Nusaybin, Cizre, Şırnak...
Oysa güneşin altında o topraklar sanki bambaşka bir dünyanın ışığıyla parlıyordu. Yanımızdan sevinçli bir telaş içinde arabalar geçiyordu.
Nusaybin'e kadar durdurulmadık bile. Askerler kontrol noktalarında yavaşladığımızda bize usulca selam verip devam etmemizi söylüyorlardı. Genel olarak kimliğimizi, nereden nereye neden gittiğimizi soran jandarma da bayram havasına uymuştu.
Daha sonra, Silopi'ye yaklaştıkça sıklaşan durdurmalarda da son derece kibar polisler ve askerler tarafından kalabalık trafik konusunda uyarıldık. Hepsinin yüzü gülüyordu. İlk olarak o topraklarda kendimi suçlu hissetmedim. Başıma gelebileceklerden korkmadım.
İlk olarak ne ben zanlıydım ne de asker-polis bana düşman.
Barışın olabilirliğini galiba hayatımda ilk kez bu denli büyük bir inançla o yolda giderken hissettim.
Nice derin cinayetin, nice bok yedirmeli zulmün küçük merkezi Cizre'den de geçtik bayram havasında. Silopi'ye geldiğimizde pankartlar onurlu barışı kutluyor, halkı barış grubunu karşılamaya çağırıyordu.
Silopi'nin büyük otelinde buluştuğumuzda Ahmet Türk'ün konuşmasını kaçırmıştık. Ama otelin lobisinde Türk, her zamanki sükûneti ve efendiliğiyle etrafındakilere bu işin zor olacağından yakınıyordu. Ankara'dan gerginlik haberleri gelmeye başlamıştı bile. Lobideki televizyonda Fatih Çekirge'nin Türk'ün konuşmasını yorumlaması yayımlanıyordu.
Çekirge, bu konuşmadan büyük rahatsızlık duymuş, hassasiyeti incinmişti. Saygıdeğer gazetecinin engin hassasiyetini ilk Star gazetesi çığırtkanlığından iyi hatırlarız.
Çekirge, bütün namlı akil adamlar gibi bizi olabilecek kötü olaylar konusunda uyarıyordu. Bu uyarının ne anlama geldiğini bu topraklarda yaşayıp da bilmeyen yoktur kanısındayım. Basın erkânının kışkırtıcılık pratiğinde, 'bakın böyle giderse çok kötü şu bu olaylar olur' diye haykırmak, o olayları daha olmadan meşrulaştırmak, onlara zemin hazırlamak misyonu yüklenir. Taktik, kısacası. İnsanları provokatör ilan edip kimi beyaz berelileri onlara karşı linçe ayaklandırmak da bu taktiklerden biridir.
Neyse, o andan itibaren hiçbir barış adımının tepkisiz ve provokasyonsuz karşılanmayacağını hatırlamış bir vatandaş olarak ağzımın tadı kaçmıştı tabii. Halkın toplandığı, Habur kapısına yakın toz toprak içindeki alana varana kadar.
Orada on binlerce insan, bayramlıklarını giymiş, heyecan içinde bekliyordu.
Bir platformun üstünde şarkılar söylendi, kimi DTP milletvekilleri konuştu. Hasip Kaplan, bir ara sınır kapısına doğru hareketlenen kalabalığı uyarıyordu. Bu kutlu günün bir demokrasi sınavı olduğunu, Kürt halkının taşkınlıklardan sakınıp bu sınavı başarıyla vermesinin çok önemli olduğunu vurguluyordu. Halk, vekillerine kulak veriyordu.
O koskoca meydanda kimsenin coşkusu düşmanlıkla parlatılmamış, kimsenin sesi öfkeyle çatlamamıştı. Orada en güzel giysilerini giyip barışı kutlamaya gelmiş bir kalabalık vardı.
Onurlu barıştan dem vuruyorlardı.
Barışın, bir tarafın burnunu sürterek tesis edilmiş haline barış denemez zaten. Gerilimli bir ateşkes denir ancak.
Sonraki günler milli hassasiyeti incinmiş, ille de AKP devrilsin isteyen zevat, savaş borazanlarını ellerine aldı. Zaten hiç bırakmamışlardı.
Onlara kalırsa Mahmur'dan gelen mülteci Kürtlerle Kandil'den gelen PKK'lıların karşılanış biçimi kışkırtıcıydı. AKP sayesinde terör kazanmış, teröristler zafer ilan etmişti.
Çocuğundan yaşlısına, kadınından erkeğine yüz binlerce insan onlara kalırsa teröristti.
Ya da teröristler tarafından kandırılmış.
Oysa onlarca yıldır göremedikleri çocuklarını karşılamaya, onları hasretle kucaklamaya gelmişlerdi. Barışın sevinci yansıyordu her hallerine. Biji Aşiti diye haykırıyorlardı.
Ama elbette Baykal ve Bahçeli'den hiçbir farkı olmayan kimi kanaat önderleri onca şehit vermiş Türk halkının bu gösterilerden incineceğini, delirip ortalığı duman edebileceğini haykırmaktan kaçınacak değil ya. Bu zevatın çoğu gazeteci olduğuna göre, onlardan beklenen küçücük bir araştırma, sözgelimi Şırnak'ın kaç şehit cenazesi karşıladığı olabilirdi.
Çeşitle kanallara çıkıp hukuktan dem vuran akademisyenlere ne demeli? Bu yuvaya dönüşte savcıların sınır kapısına gönderilmesini, dönenlerin pişmanlık yemini etmeden serbest bırakılmasını hukuka aykırı bulup hazmedemeyen uygar liberal demokrat akil adamlara?
Hukuk konusunda gösterdikleri bu hassasiyeti on yıllardır o topraklarda devletin deriniyle sığıyla uygulamış olduğu vahşet karşısında elbette dile getirmemişlerdi.
Bu savaş kışkırtıcısı milli hassasiyet tacirleri karşısında durmadan aynı şeyleri yazmak, onların oyunlarını aşikâr etmek zorundayız.
Barışın mümkün olduğu hissedilmeye başladığında, ikbaline savaşın getirileri üstünden kavuşmuş olan kan tacirlerinde müthiş bir huzursuzluk baş gösterir. Kendinden menkul soylu ve milli düsturlar adına karşısına aldığı insanların köylerini yakmış, ırzlarına geçmiş, onları aç bırakmış, işkencelerde telef etmiş, bok yedirmiş, adını küfre dilini yasağa yazmış, onları ısrarla savaşa zorlamış, bütün bunları yaparken stratejisini emanet ettiği çetelerini aklamış, çetebaşlarını bir bir bağrına basmıştır. Ama yenişememiştir. Ya insanlar gerçekten barış burcuna geçiverirse? Ya barış kendi koşullarını diretecek bir güç edinirse? Ya günün birinde bütün savaşçı katiller insanlığa hesap vermek zorunda kalırsa?
Şimdi bir soluklanıp soruverelim. Kürt halkı Mahmur v Kandil'den gelenleri karşılarken nasıl bir yanlış yaptı ki Avrupa'dan geleceklerin gelişi ertelendi?
Sopaları alıp vilayete mi yürüdüler? Kalaşnikoflarını sırtlanıp savaş yemini mi ettiler? Kürdistan devletinin kuruluşunu mu ilan ettiler? Hayır. Yıllardır görmedikleri kardeşlerini barışın öncüsü görüp coşkuyla kucakladılar.
Tekrarlayalım: Barış, ancak barışarak gerçekleştirilebilir.
Bir zamanlar savaşıp silahını bırakmış Kürt ile onu bağrına basan koca bir halkı yenilmiş, burnu sürtülmüş, boynu bükük, pişman görmek isteyenler, biliyoruz, barış adına atılan her adıma köstek olup her girişimi baltalayacaklar.
Onlardan ve temsilcilerinden, harçlığını fazla tutmuş oldukları çocuklarından yakınır gibi şımarıklıkla suçlayacaklar. Bu gelişimi şimdiye dek gayet iyi idare etmiş olan hükümeti de korkutacaklar elbet.
Genelkurmay'ın da katkılarıyla bu bayramı 'kabul edilemez' ilan edecekler.
On yıllardır kabul edip hazmedebildikleri bütünüyle kaydımızdadır. O halkın da.
Savaşla parçalanmış hayatları onarmak; yakılmış köyleri, ormanları, hayatları yeniden yaşar hale getirmektir barış ülküsünün menzili. Evet, öncelikle güçlü olanın tövbesini şart koşar.
Pişmanlık, vicdani bir meseledir. Varoluşa şart koşulamaz. İnsanları tövbeye zorlayarak, birbirlerini ihbara kışkırtarak barış tesis edilemez. Onları bu onursuz koşullar altında "kazandırdığın" toplum ne barış ne de hayat üretebilir. Zor olan, yaşadığına pişman edilmiş insanları yeniden hayata kazandırmaktır.(YT/EÜ)
* Yıldırım Türker'in yazısı Radikal gazetesinin 26 Ekim 2009 tarihli sayısında yayınlandı.