Yıldırım Türker aşağıdaki yazıyı 2 Haziran 2011 günü Vedat Türkali'nin NTV'de yayınlanan Banu Güven'in programı üzerine yazmıştı.
Türkali programda Barış Emek ve Demokrasi Bloğunun adaylarına güvendiğini söylüyor ve özellikle Leyla Zana'yı anıyor. "Kürt adaylar içinde ise en çok Leyla Zana'ya güveniyorum. Geçenlerde Diyarbakır'ın bir köyünde 'oylarınızı gerillaya verin' demiş diye ortalığı ayağa kaldırdılar. Ya baba ben de oyumu gerillaya vereceğim. Ama gerilla ölsün öldürsün diye değil, gerilla dağdan insin, silahlar bırakılsın diye oyumu veriyorum."
Türkali çözüm için, barış için yaşadığı süre boyunca mücadele verdi. 2010 yılında başır için dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdaoğan'a mektup yazmıştı.
TIKLAYIN - YAZAR TÜRKALİ'DEN BAŞBAKAN ERDOĞAN'A MEKTUP
***
Uzun süren kış, bahçemi kurutmuştu.
Brecht’in, insanlığa yazmış olduğu vasiyeti, ‘Bizden Sonra Doğanlara’ şiirini okuyordum durmadan. Bahçemde kimseleri ağırlamaya takatim yoktu. Değil mi ki ‘Kötülüğe karşı duyulan nefret yüzünü çirkinleştirir insanın/ Haksızlığa karşı bağırmak sesini kabalaştırır’, ne sesimi ne yüzümü beğeniyordum.
Heves bir nefeste uçup gidiyordu. Bahçe kurumuştu.
Dün akşam canlı yayında Vedat Türkali’yi izlerken ruh iklimim değişti; ışıyıverdi içim. Ne yalan söylemeli, utandım kendimden.
Türkali, “Bunları söylemeye korksam, okurum utanır benden” diyordu. Korkunun, yalanın, riyanın karşı kıyısından bütün bilgeliğiyle elini uzatıyordu.
Vedat Türkali hep bir hakikat anlatıcısı oldu. Cesareti de bunun kanıtıydı.
Lafı dolandırmadan
Şimdi televizyonda milyonların karşısına geçmiş, 93 yaşında hevesi diri, hakikat inancı kavi bir genç olarak Kürt sorununun çözümü üstüne konuşuyordu. Hiçbir geciktiriciye, oyalayıcıya, imaya, satırarası mimarlığına ihtiyacı ve zamanı yoktu. Hakikati bir kez daha, hiç lafı dolandırmadan hatırlatıyordu. İçimi titreten, söylediklerinden çok, söylemeye olan bitmez tükenmez inancı oldu.
Vedat Türkali, benim için öncelikle sinemadır. Romanları da sinematografik bir bakışı derinleştirdikçe derinleştirir zaten.
Ama onun, ‘Otobüs Yolcuları’, ‘Üç Tekerlekli Bisiklet’, ‘Karanlıkta Uyananlar’ senaryoları, daha çocuk yaşımda beni sinemaya yakınlaştıran, sonraları da senaryo yazmaya kışkırtan film hikayeleridir.
1974 yılında çıkan romanı ‘Bir Gün Tek Başına’nın birkaç kuşak üstündeki etkisi hakkında en az aynı kalınlıkta bir kitap yazılabilir.
O roman dili, karakterlerinin derinliği ve kurgusuyla uzun süre hepimizin başucunda uğuldadı.
Türkali, bir an olsun boş durmadı. Onlarca kitap yazdı. Türkiye edebiyat ve sinema tarihinde benzersiz bir yeri vardır.
Ama bunların ötesinde o, yazmayı-düşünmeyi-mücadele etmeyi şiar edinen çoğu insan için bir pusula oldu.
Server Tanilli ile birlikte daha 1992 yılında Kürt sorunu üstüne bir duyuru yayımladığında henüz savaşın en kirli, sözün mühürlü olduğu günlerden geçiyorduk. Bu paralı duyuruyu bütün büyük gazetelerimiz, yani özgür basınımız yayımlamayı reddetmişti. Hakikatle aramızda daha dökülecek çok kan vardı.
‘Özgürlük için Kürt Yazıları’nın girişinde bize bir metafor armağan eder:
“Bir günler, bey takımı arasında avcılık tutkusu pek yaygınmış Fransa’da. Attığını vurmak kolay değil, boşa atmak da heves kırıcı ya; ormanlarda, daha kuşlar yumurtadayken, geniş alanlar üstüne ağ gererlermiş. Uçuş denemelerine başlayıp da yükselince ağlara çarpıp düşe havalana büyüyen kuşlar öylesine koşullanırlarmış ki, av mevsimi gelip de ağlar kaldırılınca belirli yüksekliğin üstüne uçamazlar, kolayca vurulurlarmış.
Olayı niye anlattığımı umarım anladınız. Yetmiş yıllık baskılı eğitim, özellikle Kürt sorununda, insanımızın beyin çatısına, hem de paslı tellerden örülü öyle bir ağ gerdi ki, kaldırılmış da olsa, yukarlara uçup olaylara biraz yükseklerden bakmaya en yeteneklilerimizin bile gücü yetmiyor. Kaldı ki; hep tepemizde o ağ. Tüm acılarımızın kaynağı da bu.”
Türkali, Kürt sorunu üstüne en doğruyu en erken dile getirenlerden biridir.
Daha sonra Kemalizmin ağına takılarak kafaüstü yere çakılan sosyalist arkadaşlarının, kendi tanımlamasıyla ‘Cumhuriyet Marksistleri’nin bütün açıklarını o gösterdi. Onu onlarca yıl gözaltında tutmuş, hapislerde yatırmış Devleti karşısında bir an olsun kekelemedi. Düşünmeye bile korktuklarımızı en berrak dille yüzümüze haykırdı. Sevenlerini hiç utandırmadı.
Tepemize gerili ebedi ağda açtığı deliklerden sızıyor işte ışık.
Ben, kendisine buradan şükranlarımı sunuyorum.
Vedat Türkali’siz bir Türkiye’nin, onsuz bir Türkçenin boynu bükük olurdu. Kalıbımı basarım.
Hani yukarıda andığım şiirinde Brecht,
“Yollar bataklığa çıkıyordu benim zamanımda./ Konuştuğum dil ele veriyordu beni./ Elimden gelen çok azdı. /Fakat muktedirler daha huzurlu oluyordu bensiz/ Bunu umut ettim hep/ İşte böyle geçirdim ömrümü/ bu dünyada. //Haklıların gücü azdı./ Hedefse çok uzak./ Apaçık görünüyordu,/ benim ulaşmam olanaksız olsa da./ İşte böyle geçirdim ömrümü/ bu dünyada” diyor ya.
Evet, muktedirler daha huzurlu olurdu Türkali olmasa. Kendinin ulaşamayacağı hedef, göremeyeceği güzel günler için mücadele edenlerin bahçeleri daha erken solardı. (YT/HK)