TİP'in Dağılmasının 1979-1980 Aşaması/ Belgeler - Tanıklıklar kitabının Önsöz'ünde "Kanımca" diyor Orhan Silier, "Türkiye’de solun tarihindeki en yaygın, en etkili ve en çok-yönlü örgütü olan TİP’in birikimi, tarihin ve toplumun derinden akan yeraltı sularına karıştı. TİP hareketi, öteki Marksist parti ya da hareketlerle karşılaştırıldığında böyle bir potansiyel bakımından daha büyük avantajlara sahip olmasına karşın, bir ideolojik-politik-örgütsel süreklilik yaratamadı, bir gelenek oluşturamadı, giderek dağıldı".
Her ne kadar TÜSTAV Sosyal Tarih Yayınları'ndan çıkan kitabın başlığı 1979-1980 gibi iki yıllık bir dönemin anlatısını vaadediyorsa da Silier'in çalışması bu iki yılın öncesi ve sonrasıyla Türkiye İşçi Partisi'yle birlikte Türkiye solunun en az 60 yıllık hikayesi.
Çalışma pek çok benzeri kitaptan farklı olarak sadece bugünden o güne bakarak yapılan eleştiri ve değerlendirmeler üzerinden değil o günlerde/yıllarda parti yönetimine, partiliğe yönelttiği eleştiri ve muhalefeti belgelerle paylaşıyor. Geçmişte, hep söylendiği gibi, "eleştiri hakkı çalışmaktan doğar"da ifadesini bulan tarzda Silier'in iyi bir partili olduğu da aşikar.
Bu 60 yılın hikayesinde Silier'le kısa bir yolculuk yaptık, biz sorduk, o anlattı.
Kitabınız TİP'in kuruluş günü 13 Şubat arefesinde çıktı. Neden 1979-1980, neden bu kitap? Bu kapsamlı çalışmanın nasıl okumasını, nasıl anlaşılmasını istiyorsunuz, bekliyorsunuz?
Kitapta incelediğim sürecin yalnızca Türkiye İşçi Partisi'nin (TİP) 1970-80’lerin süreci olmadığı kanısındayım. Burada anlatılanlar, Türkiye’de TİP içinde yer alsın almasın, büyük bir oranda solda, Marksist hareket içinde yer alanların hikayesidir diye düşünüyorum. Beni bu konuda çalışmaya iten de 40 yıl öncesinin belgelerini karıştırıp, 40 yıl öncesinin tartışmalarını ve çatışmalarını anlatmak değil, konunun bu yaygınlığı ve güncelliği oldu.
Bir de işin kişisel yönü var: Kitapta üzerinde durduğum yıllar ve hemen sonra gelen dönem – elbette birçok yoldaşım gibi - yaşamımda çok önemli değişimlere, kırılmalara neden oldu. Benim için çok önemli bir örgütün göz göre göre dağılmaya yönelmesini dışarıdan seyretmek zorunda kalmak bana çok büyük acı verdi. Artık 75 yaşında bir kişi olarak, bu acıyı kendi genel bağlamı içinde önce kişisel olarak anlamaya ve yorumlamaya çalıştım. Bu konuda inat ettim.
Her kuşak olsa olsa kendi yanlışlarıyla öğrenir, denir. Bu saptamanın genelde geçerli olduğunu düşünüyorum. Yine de ben genç devrimcilerin, Marksistlerin, hiç yoksa aralarından bazılarının, bir yandan kendi başlarını duvarlara vura vura kendi doğrularını öğrenirken, bizim kuşağın özeleştirisine de ihtiyaç duydukları umudundayım.
Solun resmi tarihi bu ihtiyacı karşılamıyor. Örneğin TİP’te sürecin en önde gelen kişileri her nedense onlarca yıldır bir değerlendirme yapma, hesap verme ihtiyacını duymuyor. Sanıyorum bu da beni döneme ait, elde başka kopyası kalmamış büyük sayıda belgeyi saklayabilmiş ve Tarih Vakfı’na ve TÜSTAV’a bağışlamış bir kişi olarak elimden geleni yapmaya zorladı.
TİP’e ilişkin kitabınızın yayını TİP’in 61. kuruluş yıldönümüne rastladı. SizceTİP niye daha önceki legal partilerden uzun yaşadı, daha etkili oldu? Kuruluş biçiminin bunda etkisi var mıydı?
Türkiye İşçi Partisi’nin kuruluş dilekçesi, 1961 Genel Seçimlerine katılabilecek partilerin kurulması için belirlenen son tarih olan 13 Şubat 1961 tarihinde verildi. Ne var ki, parti, ancak bir yıl sonra, Şubat 1962’de, geleceği olan bir politik örgüt niteliğini kazandı. Dolayısıyla bir yanıyla, bu yıl aslında TİP’in kuruluşunun 60. yıldönümünü kutluyoruz.
1946’da savaşın anti-faşist güçler tarafından kazanılmasının sağladığı dış dinamikle kurulan sol partiler hemen altı ay sonra sıkıyönetim tarafından kapatıldı. Buna rağmen, daha 1950’de Demokrat İşçi Partisi’nin kuruluşundan başlayarak, en bilineni Vatan Partisi olan bir dizi sosyalist parti kurma girişimi oldu. Ancak bunlar, en uzunu üç-beş yıllık, demek ki kısa ömürlü, üstelik kuruluşundan çok kısa bir süre sonra kendisine yüklenen umutları tüketen hayli küçük çaplı girişimler olarak kaldılar.
TİP’i kuran sendikacıların ve Mehmet Ali Aybar’ın anıları şunu gösteriyor: 1951-52 TKP tutuklamalarının estirdiği terörün etkisinin hafiflemesi, Demokrat Parti’nin yükselişinin tökezlemeye başlaması ve Vatan Partisi’nin Hikmet Kıvılcımlı’nın yakın çevresiyle sınırlı kalması ile, 1950’lerin ortalarından başlayarak, bazı solcu aydınlar ve sendikacılar, birbirinden bağımsız olarak, sol bir partinin kuruluşu için zemin yoklamalarında bulundular. TİP bu yanıyla 1950’lerin çeşitli örgütlenme deneyimlerinin ve birbirinden bağımsız arayışların 27 Mayıs’ın sağladığı uygun politik ortamın katkısıyla ürün vermesidir.
Ne var ki, genel politik ortamın elverişliliğinin ötesinde, daha önceki deneyimlerden farklı olarak, TİP’in Türkiye’nin politik yaşamında derin etkileri olan bir harekete dönüşmesinin arkasında önemli bir bileşim ve iç ilişki hukuku vardı. TİP’i kuran işçi ve sendikacılar, işçi sınıfı içinde daha önceki denemelere öncülük edenlere göre çok daha büyük bir oransal ağırlığı temsil ediyorlardı.
Aynı şekilde, Aybar’ın TİP Genel Başkanı olmaya davet edilmesi kişisel ya da dar-grupsal bir katılım değildi. 1962-63 yılları içinde Türkiye’nin Marksist ya da Marksizme sempati ile bakan aydınlarının çok önemli bir kesimi TİP’e katıldı ve önemli roller oynadı. Ayrıca TİP, Kürt demokrat hareketinin ve Alevi direnişinin saygın, etkili, sol unsurlarından çoğunu kendine çekebildi ve onlara parti içinde önemli görevler verecek olgunluğu ve güveni gösterdi.
Sözünü ettiğiniz "iç hukuku" biraz açmak mümkün mü?
Saydığım özellikler TİP’e işçi ve emekçi kitleler ile Marksizm, demokrasi ve bağımsızlık mücadelesi kararlılığının birleşebildiği bir örgüt niteliğini kazandırdı. Bu niteliği sürdürmenin iç hukuka ait çok temel bir koşulu vardı: çoğulculuk, birbirine güven ve saygı. TİP, TİP’i TİP yapan bu özelliğini koruduğu sürece, büyüdü, etkisini henüz zayıf bir ağ olsa da tüm Anadolu’ya yaydı ve politik gündemi derinden etkileyen adımlar attı.
Bununla birlikte, TİP’in, bağımsızlık-demokrasi-sosyalizm mücadelesinde başarılı olmanın ancak ve ancak sol işçi ve emekçi önderlerinin, Marksist aydınların, ilerici Kürt ve Alevi önderlerin büyük bir bölümünü birleştirmekle olanaklı olduğu bilincinin karşısında üç önemli tehdit vardı:
* Ülkenin merkezci – tekçi – pederşahi –çatışmacı kültürel alışkanlıkları
* Var olması çok doğal görüş ayrılıklarının nasıl çözümleneceğine ilişkin yöntemlerin tanımlanmamış ve bunlara kesinlikle uyma terbiyesinin gelişmemiş oluşu
* Özellikle legal mücadele zeminin daraldığı koşullarda, dış ve iç istihbarat ve provokasyon merkezleri karşısında kullanılabilecek etkili savunma ve iletişim mekanizmalarının yokluğu.
Örgüt içi demokrasiye, iç hukuk kurallarına uygun bir yönetim anlayışına ve etkili savunma mekanizmalarına ilişkin bu tehditler parti yaşamına nasıl yansıdı?
TİP’in 1968’e kadar olan ilk döneminde kurucuların ve yöneticilerin birbirine güveni ve birbirinin hukukuna ana çizgileri ile uymaları ile ilk iki kriz görece ucuz atlatıldı. 1964’de
Parti programı ve partide işçi-emekçi ağırlığının nasıl sağlanabileceği üzerine olan tartışmalarda gereksiz keskinlikte suçlamalara yer verilmesi ve bir grup aydının partiden uzaklaştırılması, daha çok bu gruptaki kişilerin esneklik gösterip parti çevresinde kalmasıyla aşıldı.
1965-66’dan başlayarak, Mihri Belli önderliğindeki bazı eski komünistlerin ve gençlik liderlerinin politik strateji tartışması olarak sunulan, ancak solcu subaylarla BAAS’cı darbe taraftarlığına kadar gelişen örgütlü muhalefet hareketi, partinin gelişme, kitleselleşme hızını önemli ölçüde kesti. Yine de özellikle seçim kampanyalarında emekçi kitlelerle kurulan sıcak diyalog, parlamentoda yapılan başarılı çalışmalar, anti-kapitalist, anti-emperyalist ajitasyon-propaganda kampanyaları örgütsel gelişmenin sürmesini sağladı.
1968’de Genel Başkan Mehmet Ali Aybar'ın Sovyetler Birliği’nin Çekoslovakya’ya askeri müdahalesi sonrasında yaptığı açıklamaların sert tonu, bu açıklamaların parti yönetim organlarına danışılmadan yapılmış olması, Aybar’ın dünya sosyalist hareketi hakkındaki kişisel görüşlerini bu krizi daha da derinleştirecek bir biçimde ard arda parti platformlarında ifade etmesi, diğer bazı parti merkez yöneticilerinin – benim de aralarında olduğum bazı partili gençlerin doktriner kışkırtmalarıyla – süreci daha da tırmandıracak bir çıkış yapmaları, parti içi güven ve ortak yönetim ilişkilerini benzeri görülmemiş bir düzeye taşıdı.
1961-63 sürecinde büyük emeklerle yan yana gelebilmiş taraflar birbirinden koptular; tartışma parti içi bir tartışma olmaktan çıktı. Bu kuralsız ve harcayıcı çatışmada parti yönetimine duyulan güven önemli orada aşındı; en dinamik ama deneyimsiz grup, yani parti gençliği, büyük bölümüyle önce Mihri Belli ve arkadaşlarının önderlik ettiği muhalefet hareketine, kısa süre sonra ise parti dışına, çeşitli kent ve kır gerilla gruplarına aktı.
1968 yılı, TİP’in, işçi -sendika hareketi, Kürt demokrasi mücadelesi, Alevi ilericileri ve genç - yaşlı ülkenin yetiştirdiği Marksist aydınlar arasındaki etkinliğinin ve saygınlığının önemli oranda kırıldığı bir yıl oldu. Parti bu bileşenlerini hiçbir zaman eski oranlarında yeniden kazanamadı. Parti hukuku geçerli bir temelde yeniden kurulamadı. Bu bağlamda, denilebilir ki, 1968 bölünmesi ve buna bağlı gelişmeler TİP’in dağılmasının ilk aşamasını oluşturdu.
Onca kopuşa rağmen kapatılıncaya kadar parti nasıl dağılmadan ayakta kalabildi?
1969-70 yılları dağılma sürecini engelleyip kontrol altına almak üzere Behice Boran liderliğinde verilen bir mücadele ile geçti. Bu mücadele, dönemin ruhuna da uygun olarak, “arınarak güçlenme ve safları sıklaştırma” anlamını taşıdı.
Emek dergisi çevresinde yürütülen TİP’e sahip çıkma çalışması, dünyada ve Türkiye’de egemen olan Marksizm, Marksist parti ve politika anlayışına paralel bir biçimde– işçi ve emekçilerin günlük mücadeleleriyle daha yakın ve derin bağlantılar kurma ve demokrat, sol güçlerin birliğini sağlama ağırlıklı değil, kendi kimliğini daha kesin çizgilerle tanımlama ağırlıklı bir çalışma oldu.
Bu nedenle de, örneğin 15-16 Haziran İşçi Direnişi, birikim sürecinde TİP’in ve TİP’lilerin her açıdan büyük katkıları olmasına, DİSK’in partiyi kuran sendikacıların öncülüğünde kurulmuş olmasına karşın, kurum olarak TİP’in dışında gerçekleşti; TİP o sırada kendi krizi ile meşguldü. Bu direniş günlerinde önemli roller oynayan TİP’li gençlerin ve işçi liderlerinin çoğu bir daha TİP’e dönmediler.
12 Mart 1971 Muhtırası ile yarı-askeri bir rejimin kurulması, TİP’in geleceğini kestirdiği ve o dönem için istisnai açıklıkta bir doğru tavırla karşı çıktığı bir darbe idi. Bunun da katkısı ile rejim, Anayasa Mahkemesi eliyle partinin kurumsal varlığına son verdi. Doğru durum tahlilleri yapmak ve uyarılarda bulunmak yetersiz kaldı; güçlü kitle bağlarının eksikliğine ek olarak deneyimsizlik ve hazırlıksızlık uzun süre TİP yöneticilerinin elini-kolunu bağladı.
12 Mart döneminde doğrudan baskıya uğrayan, gözaltına alınan, tutuklanan yönetici ve üye sayısı birkaç yüz kişiyi geçmemiş olsa da, merkez yöneticilerinin hapiste olması, hele de bunların kendi aralarında ikiye ayrılmış bulunmaları örgütsel ve hatta politik bağları çok sınırladı.
Böylece kısa süre içinde 12 Mart rejiminin hızla çözülmesinin yarattığı fırsatlardan TİP hareketi yararlanamadı, mücadele görevlerini hızla üstlenemedi. Bu boşluk CHP’de Bülent Ecevit hareketi tarafından, daha solda ise TKP’nin Atılım yapmasıyla, TSİP’in kurulmasıyla ve Dev-Genç geleneğinden gelen akımların çeşitli merkezler etrafında hızla kendi yapılarını kurmalarıyla dolduruldu. Kürtler ve Aleviler ise kendi bağımsız politik örgütlenmelerine yöneldiler.
1975’te Boran önderliğinde TİP’in yeniden kurulması nasıl karşılandı?
1974 Affı ile tutsaklıktan kurtulan TİP yöneticilerinin önemli bir bölümünün Behice Boran etrafında Mayıs 1975’de TİP’i yeniden kurmaları, dağılma eğilimine karşı, yine de hayli güçlü bir çıkış niteliğini kazandı. Kurucu listesi daha önce öngörülenden hayli zayıf kalsa da toplumda, sol çevrelerde belli bir yankı buldu.
Bu çıkış, TİP’in ilk dönemdeki programından daha ileri bir programı ortaya koyarak, “Demokrasi Bildirgesi”, “Güncel Görev”, “MC İktidardan Düşürülmelidir!” başlıklı manifesto niteliğinde kararlar alarak, bir önceki dönemin “derinlemesine örgütlenme ve parti içinde sosyalist eğitim” hedeflerine sahip çıktığını açıklayarak, yüzlerce kadronun, binlerce destekçinin uzun süre umut bağladığı bir politik merkez yarattı.
Ne var ki, geçmiş eksik ve yanlışların köklü bir değerlendirme ve özeleştirisinin yapılamamış olması, sonuçlarını adım adım birlikte getirdi. Parti, en tipik temsilcisini parti organı konumundaki Yürüyüş’ün başyazarı Yalçın Küçük’te bulan sekter, demokratik, sol güçlerin iç tartışmalarına hapsolmuş bir fiili stratejinin etkisine girdi. Günlük politik çalışma anlayışında emekçi kitleler içinde, onların mücadelesini paylaşıp, tek bir ana çizgide birleştirme işlevi ağırlık kazanamadı. Bunun yerine, TİP yönetimi, bir yanda seçime katılmak için gerekli sayıda örgüt birimi kurulmasına, öte yanda “işçi hareketinin tek politik partisi” olduğu imajını yaratmaya yönelik çabalara büyük ağırlık verdi.
Partinin II. Büyük Kongresinde “her hal ve şartta görev başında olma” kararı alınmışken bu doğrultuda hemen hiçbir hazırlık yapılmadı. TİP yöneticileri olarak söz verip, sloganlarla yetinmenin ağır sorumluluğunu taşıdık.
Partiye büyük maliyetler getiren ağır seçim yenilgilerinin ve tabandaki birikmiş hoşnutsuzlukların dayatması sonucu, parti yönetiminin çoğunluğu tarafından yıllarca büyük bir dirençle savunulan eski strateji ve politikalardan vazgeçilmesi kararlaştırıldı.
1980 Şubatında alınan Tek Parti – Tek Cephe kararları ile köklü bir özeleştiri yapıldı ve hayli farklı bir strateji ve politika anlayışı benimsendi. Ne var ki, bu süreçte yaşanan, TİP’in Dağılmasının 1979-80 Aşaması’nda ayrıntılarıyla anlattığım hukuksuzluklar ve yönetim içinde karşılıklı güvenin yok olması, partiyi çok derin bir krize soktu.
12 Eylül 1980 TİP’i bu koşullarda, çok zayıflamış, ertelenip ertelenip sonunda yapılamayan bir büyük kongrenin tartışmaları içinde buldu. TİP, muhafazakar unsurların adım adım örgütlediği bir bölünme ile büyük kan kaybetti.
12 Eylül 1980'de...
Darbenin hemen ertesi günü parti kurucu ve merkez yöneticilerinin de aralarında olduğu geniş bir grubu dışlama kararı alan yeni TİP yönetimi çeşitli uyarılara rağmen bu tutumundan vazgeçmedi. Partinin illegale geçtiğini ilan etti ve yurt içinde ve dışında iki merkezli bir çalışma yürütmeye girişti.
TİP’in 12 Eylül 1980 sonrası yönetimi, faşist cuntanın terörüne, zor koşullara rağmen, Türkiye içinde ilk demokratik sanat-kültür yayıncılığı ve gençlik çalışmalarının oluşturulmasında başarılı oldu. Yurt dışında, sonra partiden ayrılacak usta bir ekibin sağladığı olanaklarla, Cunta rejiminin teşhiri ve uluslararası demokratik dayanışma için ilk çalışmaları örgütledi.
Ancak, çoğunlukla başka sol örgüt ve hareketlerle işbirliğinden kaçınılarak, parti olarak yürütülen bu ve benzeri çalışmalar demokratik güçlerin tek cephesinin kurulmasının gereklerini karşılayıcı olamadı. 12 Eylül rejiminden çıkış sürecinde artık iyice daralmış olan TİP’in Cunta’ya karşı mücadelenin sonuç alıcı çalışmaları örgütleyen, önde gelen aktörlerden biri olmasını sağlayamadı.
TKP’nin direnişi ile 1985-86’ya kadar kilitlenen Pro-Sovyet Marksist partilerin birlik çalışmalarının 1987’de TBKP’de [Türkiye Birleşik Komünist Partisi] birlik ilanıyla sonuçlanması da gerçek yaşamda böyle bir birliği getirmedi.
Kısaca, TKP ve TSİP gibi, TİP de, Marksist işçi-emekçi önderlerinden ve aydınlardan ülke çapında güçlü eylem ve etkinlikler gerçekleştirip politik ağırlık taşımaya yetecek bir oranını gelişmiş bir örgütlenme kapsamında çevresinde toparlayamayan bir hareketin etkisiz kalacağını, izole olacağını tekrar tekrar deneyimlemiş oldu. 1962-68 dönemi TİP’inin hepimize verdiği ders bir türlü öğrenilemedi.
TBKP 7 Ekim 1987'de kuruluşunu ilan etti. İki gün sonra Behice Boran'ın ölümü TBKP için ne anlama geldi?
Behice Boran’ın trajik ölümünden hemen önce ve onun tarihsel kişiliğinin sağladığı ivme sonucu TBKP yönetimi, Boran’ın cenazesinin hak ettiği resmi törenle ve büyük bir kitle katılımı ile kaldırılmış olmasını, yanlış bir değerlendirme ile Türkiye’ye dönerek komünist hareketi legalleştirmeleri için stratejik bir fırsat olarak gördü.
Çeşitli sol çevrelerin yaygın bir demokratik dayanışma göstermelerine rağmen, bu kestirim yanlış çıktı. Böylece TİP yönetimi TKP ile birleşerek tarihi bir adım atmış olduğunu düşündüğü ve 1988’de Birleşme Kongresi’ni yaptığı koşullarda, yani tam da parti tarihinin en başarılı dönemine geçildiğini sandığı sırada, TİP’in 1988-91 dağılma aşaması başladı.
Bir yandan birleşik parti yönetiminin dünya ve Türkiye değerlendirmeleri, izlediği politikalar yönetimin bölünmesine yol açtı; bazı TKP yöneticilerinin sağa savruluşları TİP tabanında – elbette TKP tabanında da - tepki ile karşılandı… Öte yandan TİP ve TKP tabanları hiçbir zaman tam olarak birleşmedi.
Bu trajediye mutlu bir son bulma ümidiyle 1991’in ilk haftalarında SBP’nin [Sosyalist Birlik Partisi] kurulmasıyla atılan adımlar ve daha sonraki BSP [Birleşik Sol Parti] ve ÖDP [Özgürlük ve Dayanışma Partisi] denemeleri, temel olarak aynı eksik ve yanlışların tekrar tekrar yaşanması sonucu bu tür bir sonu sağlayamadı.
En genelde Marksist hareketin bütününe baktığınızda gördüğünüz en temel eksiklik nedir?
Sözü uzatmamak için bunu doğrudan kitaptan bir alıntı ile cevaplayayım:“Galiba Lenin sonrasındaki son yüz yılda örgütlü mücadele içinde unutmakla en büyük hatayı yaptığımız alan, Marksist partilerin yalnızca mücadele, iktidarı etkileme ve alma aracı değil, ‘amaçladığımız yarınki toplum’ un insanlarının ya da bu yönde kendini geliştiren insanların içinde bulunduğu, birbirleriyle etkileştikleri ve benzer yeni insanlar yetişmesine yardımcı oldukları toplumsal alanlar olduğunu, bir diğer deyişle bu partilerin geleceğin insanlarının mayalanma alanları olma işlevini gözardı etmemizdir.
Stalin döneminde yaşanan kıyımla bir büyük trajediye dönüşen, zaman içinde katılımın azalıp, bürokratizmin kanıksanması ile de gitgide büyüyen bu gözardı ediş, kanımca Sovyet Tipi Sosyalizm Deneyimi’nin görece kısa ömürlü olmasının olduğu kadar, diğer ülkelerde Marksist partilerin yalnızlaşmalarının, farklı bir dünyayı kurma adayı olmaktan çıkmalarının da temel nedenlerinden biridir.” Kitapta bu tezimi ayrıntılandırıyorum.
Kitabın başlığında “dağılma” terimini kullanmanız nedeniyle TİP yönetimlerinde yer almış bazı kişilerden gelen tepkileri nasıl yorumluyorsunuz?
Bence iyimser bir yorumla, tepkilerin asıl kaynağında Sovyetler Birliği’nin ve Sosyalist Sistem’in çökmesi, bununla birlikte yüze yakın komünist ve işçi partisinin ya dağılması, ya da yapı ve isim değiştirmesi, hatta genel olarak solun büyük mevzi kaybetmesi var.
Bu travmatik değişim, Türkiye ve büyük emek verdiğimiz bir partinin somutunda tarihsel süreci bağlamında anlatılınca, kelimelere dökülünce tepkiye neden olabiliyor. Halbuki yaralarımızı tımar edip yeni bir örgütlenme, kitleselleşme ve yükselişe hazırlanmanın yöntemi bu değil.
Bir de şu var: Solun resmi tarihiyle yetinmemizi, şu parti bu parti ile birleşti, bu parti de o parti ile birleşti, sonra o parti de öteki partiye katıldı, “ne var ki bu arada da çok telefat verdik“ ile solun bugünkü durumunu özetlemek isteyenler, sanki bize şu bildik tekerlemeyi söyleyip duruyorlar: “Komşu, komşu hu! Oğlun geldi mi? / Geldi / Ne getirdi? / İncik boncuk / Kime kime? / Sana bana / Başka kime? / Kara kediye / Kara kedi nerde? / Ağaca çıktı / Ağaç nerde? / Balta kesti / Balta nerde? / Suya düştü / Su nerde? / İnek içti / İnek nerde? / Dağa kaçtı / Dağ nerde? / Yandı, bitti, kül oldu…”
Bu tekerlemenin sonrası da var: “Vah benim köse sakalım! Vah benim köse sakalım!” Eğer köse sakalımızı sıvazlayıp durmak istemiyorsak “partimiz yaşıyor! savaşıyor!”dan ibaret olan söylemi bir yana bırakmalıyız.
Marksist hareketin derlenip toparlanmasında, üstümüze düşen görevleri, işçi ve emekçilerin özgür ve sömürüsüz bir toplum, sosyalizm hedefine yönelmenin gereklerini yerine getirmek, hiç yoksa genç kuşaklara karşı özeleştirimizi yapmak için, bu tekerlemeleri aşmalı, soğukkanlı, öze ilişkin, cesur, derinliği olan bir araştırma ve tartışmaya girişmeliyiz.
Bence TİP’in geçmişine de, bugününe de sahip çıkmanın, aynı adı kullanmanın ilk gereklerinden biri budur.
Orhan Silier hakkındaTİP’in birinci döneminde Ankara Çankaya İlçesi ve Merkez Eğitim Bilim Kurulu üyesi olarak, ikinci döneminde İstanbul Kartal İlçesi üyesi, Bilim Yayınevi Müdürü, İl Yönetim, Merkez Yönetim ve Başkanlık Kurulu üyesi olarak TİP’e emek verdi. Daha sonra, Uluslararası Emek Tarihçileri Kongresi Başkan Yardımcısı, Uluslararası Sosyal Tarih Enstitüsü Türkiye Bölümü Kurucu Başkanı, Tarih Vakfı Kurucu Genel Sekreteri ve Yönetim Kurulu Başkanı, Avrupa Kültürel Miras Kuruluşları Federasyonu Yürütme Kurulu Üyesi ve Europa-Nostra-Türkiye Kurucu Yönetim Kurulu Başkanı olarak görev yaptı. |
(APK)
* Orhan Silier, TİP'in Dağılmasının 1979-1980 Aşaması/ Belgeler-Tanıklıklar, Sosyal Tarih Yayınları Belge-Araştırma Dizisi, TÜSTAV, baskıya hazırlık: Gönül Göner, kapak fotoğrafı: Türkiye İşçi Partisi II. Büyük Kongresinden, Şubat 1979; Fotoğraf: Bülent Erdem, İstanbul Aralık 2021
Fotoğraflar: Orhan Silier Tip'e üye olduğu yıllarda (1965-1966) ve Şubat 2022.