“Anlatacaklarım bir şikâyetname değildir. Özgürlük, en büyük değerdir. Dolayısıyla bedeli de bir o kadar ağırdır. Ben de İçerdeki binlerce politik tutsak gibi bu değer için bedel ödedim, ödüyorum. Buna değer.”
Ahmet Bilge 28 yıldır hapis, şimdi Elbistan Cezaevinde.
Çizimleri bianet’te yayınlanan Ahmet Bilge, artık her Perşembe Periskop adlı köşesinde denemeleriyle de bizimle olacak, ilk yazı 17 Mart Parşembe günü bianet'te.
Yazıları başlamadan önce kendisi daha yakından tanımak istedik ve hem geçirdiği 28 yılı hem de hayatının önceki dönemini mektup aracılığıyla konuştuk.
Sorularımızı cevaplamadan önce de şu notu düştü: “Paylaşacaklarım arasında sadece şahsıma mahsus yaşanmışlıklar da var. Fakat genel itibariyle ele aldığımızda, anlatacaklarım sadece benim değil, neslimden binlerce politik tutsağın da bir biçimiyle yaşanmışlıklarıdır. Ve şuna inanıyorum; en sarsıcı yaşanmışlıklar, anlatılmamış olanlardır.”
Hapsedilmeden önce neler yapıyordunuz?
Tutuklanmadan önce öğrenciydim. Dicle Üniversitesi Eğitim Fakültesi sınıf öğretmenliği bölümünde okuyordum. 90'lı yılların başlarıydı. Başta okuduğum kent Diyarbakır olmak üzere Bingöl'de yoğun çatışmalar yaşanıyordu. Dönemin öğrenci gençliği, Kürt Özgürlük Hareketinin önemli bir dinamiğiydi.
Neticede, okuduğum üniversiteden birçok öğrenci “faili meçhul cinayet”le, birçok öğrenci dağda yaşamını yitirirken, birçoğu da benim gibi çeyrek asrı aşkın bir zamandır hapishanede.
Gözaltına alındığınızda ne oldu, o zorlu dönemde neler yaşadınız?
1994’ün ocak ayında gözaltına alındım ve ardından da tutuklandım. Bu, ikinci gözaltımdı. İlki, yaklaşık iki yıl önce Diyarbakır Emniyet Müdürlüğü’ndeydi.
İkinci gözaltımın daha çetin geçeceği, arabaya konduktan sonra etrafımı göremeyeceğim bir şekilde başımı eğmeleri ve nereye götürüldüğümü anlamamam için şehirde ve şehir dışında -göremesem de hissedebiliyordum- bir süre dolaştırmalarından anlaşılabiliyordu. Yaptırılan kısa geziden sonra, göremesem bile getirildiğim yerin Çevik Kuvvet binası olduğunu tahmin edebiliyordum. Zira o dönemin Diyarbakır’ında esaslı işkenceler Çevik Kuvvet Merkezi’nde yapılmaktaydı.
“İşkence insanlık dışı değil, insani bir uygulama”
Gözaltında neler mi yaşadım? Olayı fazla dramatize etmemek için ayrıntılara girmeyeceğim ama yaklaşık bir ay kaldığım gözaltında tazyikli su, falaka, elektrik, askı… Sayamayacağım daha birçok işkence yöntemine maruz kaldım. Seanslar esnasında çıplak bırakıldığınızı, ellerinizin ve gözlerinizin bağlı olduğunu söylememe gerek yok sanırım.
Seanslar arasında da dinlenemiyordunuz aslında; başka seanslardan yükselen çığlıklar kulaklarınızda patlıyordu. İşkencenin fiziki etkilerini aylarca yaşadım. Kollarımdaki uyuşma, süzülerek parmak uçlarımdan vücudunu terk ettiğinde bir yıl geçmişti.
Burada bir konuda dikkat çekmek istiyorum. Gustave Flaubert’ten Dostoyevski’ye, Nietzsche’den Foucault’a kadar birçok edebiyatçı ve felsefeci “insanlık dışı” diye tabir edilen birçok şeyi “insani” olanın tezahürü olarak kabul etmişlerdir.
Ben de işkence için aynı şeyi söyleyeceğim. İşkence -hele de sistematik olanı- insanlık dışı bir uygulama değil, insani bir uygulamadır. Zira insan dışında hiçbir varlık işkence yapma yeteneğine sahip değildir.
Doktor muayene etmedi, savcı ilgilenmedi
Konumuza dönelim. Gözaltı sürecinden sonra, önce adliye doktoruna, sonra da savcılığa çıkardılar. Doktora, gözaltında yaşadığım işkenceleri ve vücudumdaki ağrıları anlatmama rağmen, pek ilgilenmedi. Muayene bile etmedi. Dolayısıyla rapor da vermedi.
Kafada, yüzde yani vücudun açık yerlerinde, yaralar, kesikler, şişlikler yoktu ya, bu rapor vermemek için yeterliydi. Zaten sistematik işkencenin temel karakteri görünürde iz bırakmadan vücudu içten tahrip ederek kurbana şiddetli ağrılar çektirmekti.
Savcılıkta da gördüğüm işkenceleri anlattım. Ama savcının tavrı da doktorunkinden farklı olmadı. Yani ilgilenmedi.
Doğrusunu söylemek gerekirse ne adliye doktorundan ne de savcılıktan aksi bir yaklaşım beklemiyordum. Zira bunlar ekip halinde çalışıyorlardı; sadece unvanları ve görev alanları farklıydı.
DGM’ler lağvedildi, kararları baki kaldı
Ardından dava süreci… Devlet Güvenlik Mahkemesinde yargılandınız, burada hukuksuzlukla karşılaştınız mı, müebbet hapse giden süreç nasıldı?
Dava boyunca karşılaştığım hukuksuzluklarla ilgili sorunuza, yargılandığım mahkemenin karakterinden bahsederek başlamak istiyorum.
90’lı yıllarda politik davalar DGM’lerde [Devlet Güvenlik Mahkemeleri] görüldü DGM’lerde askeri üyeler de bulunurdu. Emir-komuta zincirine bağlı askeri üyelerin de olduğu bir mahkeme ne kadar hukuki olabilir ki?
Nitekim AİHM’nin [Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi] bağımsız ve hukuki yargı kurumları olarak tanımadığı bu mahkemeler, sonunda devlet tarafından lağvedildiler. Fakat bu mahkemelerin verdiği kararlara dokunulmadı.
Ben ve benim gibi içeride olan binlerce yurtsever ve sosyalist politik tutsak yaklaşık 20 yıldır lağvedilmiş olan bu mahkemelerin verdiği kararlardan dolayı hala içerideyiz ki bu başlı başına bir hukuksuzluktur.
Hizbullah davasından mahpuslardan da DGM’lerde yargılanmış olanlar vardı. Ama bunları -ki basında 400-500 kadar oldukları geçiyordu- kitabına uydurarak 2018 yılında tahliye ettiler.
Ben ve benim durumumdaki politik tutsaklar, Hizbullahçıların tahliyelerini de emsal göstererek yeniden yargılanmak için başvurularda bulunduk ama taleplerimiz reddedildi. Bu da binlerce devrimci politik tutsağa karşı yapılan diğer bir hukuksuzluktur.
“Son sözüm dinlenmeden karar verildi”
Evrensel hukuka tezat oluşturacak biçimde somut delil ve tanık olmaksızın, okuyamadığım ve savcılıkta yüzüme okununca reddettiğim, polisin hazırladığı ifadenin esas alınarak hakkımda ceza kararına gidilmiş olması da hukuksuzluktur.
Uzun süre gözaltında tutulmam, gözaltında avukat bulunduramamış olmam ve işkenceye maruz kalmam, hukuksuzluktur.
Son sözüm ve savunmam dinlenmeden hakkımda karara gidildi. O dönemde politik tutsaklar olarak avukatlarla eşgüdümlü biçimde tam da bu konuda, yani DGM’lerdeki hukuksuzlukları protesto etmek amacıyla bir süreliğine -15 gündü sanırım- mahkemelere gitmeyi boykot etmiştik.
Bu boykot döneminde, yani savunmamı yapamadığım ve son sözümü söyleyemediğim bir anda hakkımda ceza kararına gidilmiş olması, hukuksuzluktur.
“Mahkeme oturumu değil, mahkeme görünümü”
Yargılanmanız kaç yıl sürdü, duruşmalar nasıl geçiyordu?
Yargılanmam yaklaşık iki buçuk yıl sürdü. Çıktığım ilk mahkemede savunmamı yaptım. Ondan sonraki duruşmalarda konuşma imkânı buldum mu, pek hatırlamıyorum doğrusu. Konuşmuşsam bile belki bir iki defa ve birkaç cümlelik.
Zira getirildiğimiz mahkeme salonunun kapısından içeri girdikten sonra, çoğu zaman oturmaya fırsat bile bulamadan, hâkim hızlı hızlı bir şeyler okuyor ve bir sonraki mahkeme için tarih veriyordu.
Yani mahkeme heyetine görünüyor ve hapishaneye geri dönüyorduk. Bizimkine mahkeme oturumu denmez, mahkeme görünümü denirdi.
Mahkeme gidiş gelişleri de çoğu zaman eziyete dönüşüyordu. Kelepçeler bileklerde iz bırakacak biçimde sıkılıyordu. Askerden kelepçeyi gevşetmesini istediğimizde de talebimiz nadiren kabul görüyordu, çoğu zaman karşılıklı gerginliğe yol açıyordu.
Diyarbakır E Tipi’nde cop ve kalasla saldırı
Sorun kelepçeleri sıkmaktan ibaret değildi elbet. Gerek ringde gerekse mahkeme salonunda bekleme koridorunda askerler kimi zaman provoke edici söz ve davranışlardan bulunurlardı. Buna karşı tepkimizi gösterince ortam gerilirdi. Sürtüşme ve arbedenin çıktığı birkaç örnek yaşadım. Böylesi durumlarda, yaklaşımı sloganlarla protesto ediyor ve duruşmaya çıkmıyorduk.
Diyarbakır E Tipi’nde kaldığım zaman diliminde, mahkemeye giden arkadaşlara ciddi saldırılar da yaşandı. Cop ve kalaslarla saldırıya uğrayan arkadaşların kan revan içinde koğuşa dönüşlerine birkaç defa tanık oldum. Üstelik bu saldırılar çoğunluklu olarak mahkeme koridorlarında, hâkim ve savcıların yanıbaşında gerçekleşiyordu.
Ve hapishane… 28 yıl içerisinde kaç hapishane gördünüz, anılarınızı bizimle paylaşır mısınız?
İçeride kaldığım süre nazara alındığında gezdiğim hapishane sayısı fazla sayılmaz aslında. Diyarbakır E Tipi, Ordu E Tipi, İskenderun Özel Tip ve şimdi kalmakta olduğum Elbistan E Tipi.
İçerde kaldığım zaman diliminde neler yaşadığımı sormuşsunuz. Benim neslimden binlerce politik tutsak gibi içerideki yaşım dışarıdaki yaşımdan büyük. Yani içeride bir ömür geçirdim desem yaşımdan büyük. Yani içeride bir ömür geçirdim desem abartmış olmam. Bir ömrün yaşanmışlıklarını bir röportaja sığdırabilmek imkânsız. Ama bazı parçaları bir araya getirerek bir resim ortaya çıkarmaya çalışacağım yine de.
Diyarbakır E Tipi
“Okumaya fazla dalmışım, 28 yıl geçmiş”
Diyarbakır E Tip’iyle girişi yapayım. Aklıma geldikçe tebessüm etmekten kendimi alamadığım bir anımla başlayacağım. Şu an yazarken bile tebessüm ediyorum.
94’ün Şubat ayıydı. Şubat ayına tezat şekilde sıcak bir güneş çıkmıştı. Hava güzel olduğundan çaylarımızı havalandırmada içiyoruz. Güneşin sıcaklığını zayıf düşmüş bedenimde hissederek bir yandan çayımı yudumluyor, diğer yandan da arkadaşların arasından geçen hararetli bir tartışmaya kulak veriyorum.
Bir kısmı, devrimin Mayıs ya da Haziran ayında gerçekleşeceğini iddia ederken, diğer bir kısmı ise bu teze karşı çıkarak devrimi Eylül-Ekim aylarına erteliyordu.
O esnada kendime, “içeride geçirdiğin bu kısa zamanı bol bol kitap okuyarak değerlendir Ahmet,” dediğimi hatırlıyorum. Ve o günden bugüne tam 28 yıl geçmiş-okumaya fazla dalmışım galiba…
26. Koğuşta 180 kişi
Diyarbakır E Tipi, kaldığım hapishaneler içinde en hareketli ve hararetli olanıydı. Her şeyden önce tutukeviydi ve mevcudumuz 1000 civarındaydı. Koğuşlar çok kalabalıktı; ranzalar yetmediğinden yerde de yatılırdı.
Örneğin bir süre kaldığım 26. Koğuş 180 civarında arkadaşı barındırıyordu. Gerek idareyle gerek askerle sık sık sorunlar yaşanırdı. Koğuş aramaları, mahkeme ve hastane giriş-gelişleri ve aile ziyaretleri aynı zamanda potansiyel sorundu. Yaşanan sorunların kimi zaman ciddi gerginliklere yol açardı.
“Heval, bırakmayın beni!”
Yine tutuklanıp hapishaneye getirilenlerin politik tutsakların kaldıkları koğuşlara geçmeleri bile soruna dönüşebiliyordu. İdare, tutuklanıp hapishaneye gelen yeni mahpuslardan koğuşlarımıza gelmek isteyenleri bazen zorlayarak ya da tehditlerle etkileyerek bağımsız koğuşlarda alıkoyuyorlardı.
Bunlardan bazıları revire ya da mutfaktan yemek almaya giderken –ki o dönemde koğuşlarının yemeklerini mahpuslar mutfaktan alırdı- ilk fırsatta koğuşlarımızın kapılarına koşar ve mazgalı açarak sıkı sıkıya kapıya tutunurlardı. Duruma anında müdahale eden gardiyanlar, onları kapıdan koparıp götürmeye çalışırlardı. Kapıdan söküp aldıklarını ya da kapıya ulaşamadan yakaladıklarını sonradan muhtemelen cezalandırırlardı.
Böylesi bir-iki olaya bizzat şahit oldum. Nefes nefese kalmış halde koğuşumuzun kapı mazgalını açarak kapıya sımsıkı tutunan bir arkadaşın feryat ederek, “heval, bırakmayın beni!” deyişini dün gibi hatırlıyorum. Biz birkaç arkadaş içeriden onun elini kolunu sıkıca tutmuş, bırakmıyoruz. Gardiyanlar da dışarıdan onu çekiyor, kapıdan koparmaya çalışıyorlar.
Tüm uğraşlarına rağmen onu kapıdan koparamadılar. Daha sonra idareyle iletişime geçildi. İdareden haber gelene kadar o arkadaş bir an olsun kapıyı bırakmadı. İdareden olumlu haber gelince de o arkadaş koğuşa alındı. Ama bu türden girişimler her zaman böyle mutlu sonla bitmiyordu… İdare, daha sonra hapishanenin bahçesinde ek bir bina yaptırarak bağımsız koğuşlarını oraya taşıdı ve başını ağrıtan bu sorunu kökünden halletmiş oldu. Kendi cephesinden.
“Diyarbakır E Tipi, devlet için bir laboratuvardı”
Hapishaneden Diyarbakır semalarına sık sık slogan, mazgal ve kapı dövme sesler yükselirdi. Çünkü Diyarbakır E Tipi, devlet için bir laboratuvar görevi görüyordu. Ve teslim almanın türlü yöntemleri burada deneniyordu.
Burada tanık olduğum bir operasyonu paylaşmaya değer buluyorum. Operasyon 4 Ekim 1994 tarihinden yaşandığından, aramızda “4 Ekim saldırısı” diye adlandırırız olayı.
O zaman 26. koğuşta kalıyordum. Yan komşumuz 27. koğuşta bir olay yaşanmıştı. İdare olayla ilişkili bir arkadaşın savcılığa çağrıldığını bildiriyor. O dönemler, savcıya ya da mahkemeye götürme adı altından polise götürerek işkenceden geçirme olayları yaşanıyordu yer yer.
Bunlardan dolayı arkadaşın gönderilmemesinde karar kılınıyor ve idareden, savcının gelip içeride ifade alması isteniyor. Ama bu istek kabul edilmiyor. İlla götürecekler arkadaşı. Durumun ciddiyeti anlaşılınca o koğuştaki arkaşdalar -ki 150 civarındalar- savcılığa istenen arkadaşın verilmeyeceğini kesin bir dille ileterek koğuşta barikat kuruyorlar…
Üzerinden bir süre geçtikten sonra gardiyanlar koridorları boşaltıyor, yerlerini askerler, polis ve özel timler dolduruyor. Bazıları da çatılara çıkmış, tepeden koğuş ve havalandırmalarımızı gözetiyorlar. Bu gelişmelere paralel olarak gerginlik an be an artıyor. Bir saldırının olacağı kesin artık. Bu sebepten, tüm koğuşlar havalanmalara çıkarak sloganlar atmaya başlıyoruz. Slogan atmalar uzun sürdüğünden sesimiz kısılıyor…
Hava henüz kararmamıştı. Çatıdaki polislerde bir hareketlilik başlıyor. Komşumuz 27. koğuşun arka pencerelerinden sis ve göz yaşartıcı bombalar atmaya başlayarak operasyonun startını veriyorlar. Bombanın etkisi kısa sürede bizim koğuşa da yansıyor. Battaniyeleri ıslatıyoruz. Islak mendiller ve puşilerle yüzümüzü örtmemize rağmen gözlerimizden, burnumuzdan yaşlar geliyor, nefesimiz tıkanıyor.
Doğrudan hedef olmayan biz bile bu haldeyken, sayısız bombanın atıldığı 27. koğuştaki arkadaşlar ne haldeydiler acaba? Onları düşünüyor ve merak ediyorduk… Çatıda bombalar atan polisler bizim koğuşun yüksekte bulunan araka pencerelerinden ve karşımızda bulunan 23. koğuşun havalandırmasından görülebiliyor ve atış menzilindeydiler.
Bir taraftan bizim koğuşun pencerelerinden, diğer taraftan 23. koğuşan çatıdaki polislere taş, cam bardak, kırık cam parçaları, sabun vs. yağmaya başlıyor. Çatıdaki polisler paniğe kapılarak bacaların arkasına sığınmaya çalışıyorlar ama bacalar kar etmiyor.
Çünkü bacaların bir tarafına geçtiklerinde bizim koğuşun, diğer tarafında geçtiklerinde bizim ise karşımızdaki koğuşun hedef alanında giriyorlar. Çatıda epey bocalayıp kaçışıyorlar. Çok geçmeden asker kulesinden otomatik silahların tarama sesleri yükselince pencerelerden aşağı atlıyoruz.
“Saldırı, ayakta tek kişi kalmayıncaya kadar devam etmiş”
Fırsattan istifade eden polisler, itfaiye aracının çatıya uzattığı merdivene atlayarak aşağı iniyorlar… Karanlıkla birlikte içeriden patlama sesleri yükseliyor. Bazıları o kadar şiddetli ki hapishaneyi sallıyor. Arda bir de balyoz sesine benzer sesler geliyor. Anlıyoruz ki 27. koğuşun duvarlarını delmeye çalışıyorlar.
Patlama ve gürültü sesleri gece boyu devam ediyor, sabaha doğru duruluyor… Gerisini, olayı bizzat yaşamış olan 27. koğuştaki arkadaşlardan nakledeyim: İçeri atılan sis ve göz yaşartıcı bombalardan dolayı arkadaşlar çok zorlanmış düşenler, bayılanlar olmuş. Ama yine de direnmiş ve kendilerini savunmaya çalışmışlar.
Barikat ve duvarlardan gedikler açılınca, komşu 29. koğuş ile aralarındaki kapıyı patlatarak -zor kullanmak suretiyle kapıyı yerinden sökme ya da kırma anlamında- o koğuşa geçmişler ve orada kendilerini savunmaya çalışmışlar. Bir süre sonra da, oradaki kapıyı patlatarak 18. koğuş ile birleşmişler.
Yani üç ayrı koğuş birleşiyor ve sayıları yaklaşık 300’e ulaşıyor. Son olarak dar bir alana sıkıştırılmışlar. Bombaların etkisiyle çoğu ayakta duramaz hale gelince de askerler ve polisler cop ve kalaslarla saldırıya geçmişler. Saldırı, ayakta tek bir kişi kalmayıncaya kadar devam etmiş…
Neticede, bir arkadaş [Ramazan Özüak] yaşamını yitirmiş. Bazıları ağır olmak üzere çoğu arkadaş da yaralanmış. Arkadaşları o halleriyle ringlere tıkıştırarak Antep hapishanesine götürmüşler. Yaralı arkadaşlardan biri Antep’te yaşamını yitirmiş.
“Problemleri kadar moral ve coşkusu da zirvede”
Türkiye’deki hapishaneler saldırı, operasyon ve katliamlara yabancı değil aslında. Diyarbakır E Tipi’nden ayrılışımın üzerinden yaklaşık üç ay geçtikten sonra bir ziyaret gününde, şebekelerden sıkıştırılarak saldırıya uğrayan ve 10 arkadaşın katledilmesiyle neticelenen 1996’daki Eylül saldırısında olduğu gibi ya da onlarca politik tutsağın katledilmesiyle neticelenen 2000’deki 19 Aralık operasyonu gibi…
Diyarbakır E Tipi ’ne den sadece slogan, mazgal ve kapı dövme sesleri yükselmiyordu elbet şarkı, türkü ve marş seslerine de aşinaydı Diyarbakır semaları. Coşkulu sıtranlar eşliğinde tutulan halayların ritmine kendimizi o denli kaptırırdık ki, ayak seslerinden camlar zangırdardı. Yani problemleri kadar moral ve coşkusu da zirvede olan bir hapishaneydi Diyarbakır E Tipi.
Politik tutsaklara yeni açılan hapishaneler genelde sorunludur, biliyor musunuz? Böylesi hapishaneleri yaşanılır hale getirmek için bazen yıllarca emek, çaba ve mücadele göstermeniz gerekir. Çünkü böylesi yerlerde uygulama adli mahpusa göre şekil almıştı. Aynı uygulama politik tutsağa da dayatılır başlarda.
Ordu E Tipi
Yıl 1996’ydı. Adalet Bakanı ise Mehmet Ağar! Düşünebiliyor musunuz, bugün her türden karanlık iş ve ilişkiyle anılan biri, o dönem “adalet” dağıtıyordu! Ben, cezayı almış, sürüleceğim yeni mekânımın merakı ve beklentisindeydim. Bir akşam gardiyan mazgala geldi ve sabah Ordu E Tipi’ne gideceğimi, hazırlanmamı söyledi.
Başka koğuşlardan da gidecek olanlar vardı. Biz üç kişi Ordu E Tipi’ne dört kişi Giresun E Tipi’ne ve üç kişi de Trabzon E Tipine. Böylece Karadeniz hapishaneleri de bize ilk kez kapıyı açıyorlardı. Elbette ki sorunlarıyla birlikte.
Yola çıkışımız bile sorunlarla başladı. Asker, ellerimizi kelepçeledikten sonra ayağımızı da ringin koltuğuna kelepçelemek isteyince, karşı çıktık. Bu sebepten tartışmalar yaşandı ve ortam gerildi.
Ama neticede ayaklarımızı da kelepçelediler. Şehirden çıkmış, epey yol almıştık ama durumu protesto etmek için hala slogan atıyorduk. Ordu’ya varana kadar ne tuvalete gidebildik ne de yemek yiyebildik. Gerçi o atmosferde bir şey yiyecek havada değildik zaten, su dolu pet şişelerimizi yanımızda getirmemiş olsaydık susuz da kalacaktık.
Burada da izninizle güleceğim; çünkü Ordu’ya varıp hapishaneden içeri girdikten sonra gardiyanlara sorduğumuz ilk şey “tuvalet nerede?” sorusuydu. Üç arkadaş tuvalet sonrasında aramaya tabi tutulduk.
Önceki kimi örneklerde çıplak arama dayatmaları yaşandığından, böylesi bir ihtimale karşı gardımızı almışız, zira onur kırıcı bir aramayı kabul etmeyeceğiz ve bunun neticesinde ortalık karışacak. Ama kafamızdaki olası kötü senaryo gerçekleşmedi ve normal bir aramadan geçtik.
“Metafor değil, basbayağı yemek kaşığı işte”
Giriş sorunsuz olmuştu fakat koğuşa girip hapishanenin uygulamalarını genel çerçevesiyle öğrendikten sonra gidişatın sorunsuz geçemeyeceğini anladık ve sabah kahvaltısı için getirdikleri çorbaya el sürmeden, yaklaşık 20-30 maddelik bir talep listesiyle süresiz açlık grevine başladık. Sayım düzeninden tutalım yemek kaşığına kadar değişmesi gereken birçok şey vardı.
Yemek kaşığını bir metafor olarak kullanmıyorum; basbayağı yemek kaşığı işte. Zira Ordu E Tipi’nde metal kaşıklar yasaktı. Kantinden aldığımız tahta kaşıklarla yemek yiyebiliyordunuz yemeği o kaşıklardan sıyırıp almak meşakkat istiyordu ve özellikle üst dudağa büyük iş düşüyordu.
Ordu’da az bir süre kaldık ama çok şey yaşadık. Hele de ilk dönemler! Kürdü hayatında belki de ilk defa gören gardiyanlar vardı. Kürdün kendisi çoğu için bir merak konusu iken, Kürdün “PKK’li halinin” kafalarındaki tasvirini varın siz düşünün.
Sayımlara çok kalabalık giriyor ve başka bir gezegenden gelen varlıklara bakar gibi merakla bize bakıyorlardı. Ön yargılarla doluydular. Ama tanıdıkça bazılarının yaklaşımları değişiyordu.
Bugün gibi hatırlıyorum; iri kıyım başgardiyan, bir grup gardiyanlarla boy göstermiş ve tepkiyle, “adlilere uygulanan prosedürün aynısını siz de uyacaksınız!” demiş, biz aksine söyleyince, “göreceğiz!” diyerek çekip gitmişti.
“Kendimi duvarlara vurmak suretiyle…”
İçerideki arama istismarı ve hukuksuzluğa örnek teşkil etmesi açısından -en azından o dönem için -başımdan geçen bir olayı paylaşayım: Yaşanan kimi sorunlar için hapishane müdürüyle görüştükten sonra koğuşuma dönüyorum. İdarenin ana Malta’ya açılan ara bölümünde 15-20 kadar gardiyanın toplandığını gördüm, beni bekliyor olduklarını ilk bakışta anladım. Başlarında da o başgardiyan var.
Baş gardiyan arama yapılacağını söyledi. Müdürle görüşmemden önce oradan geçerken aranmıştım oysa. Yine de “yapın aramanızı” dedim. Başgardiyan, “kollarını kaldır” dedi. Ben gerekli ölçüde kollarımı kaldırdım. “daha da kaldır” dedi. Az daha kaldırdım. “Tam kaldıracaksın,” dedi tepkiyle. Durum anlaşılıyordu; arama bahaneydi.
Bunun üzerine, “kollarım aramanıza engel değil, yapın aramanızı,” dedim ve kollarımı daha da kaldırdım. O an karşılıklı tartışırken bir gardiyan suratıma tokat attı. Ben de ona tokatla karşılık verdikten sonra tümü birden yumruk ve tekmelerle üzerime çullandılar.
Böylesi hallerde elinizdeki tek silah slogan atmaktır. Ben de bilinç ve takatimin yettiği yere kadar bu silahı kullanmaya çalıştım. Mevzuyu uzatmayayım. Neticede, fiziki saldırıya uğramış ve vücudumun her tarafından darbeler almıştım.
Adaletli bir kararın çıkmayacağının bilmekle birlikte revirden rapor alarak ilgili gardiyanlar hakkında suç duyurusunda bulundum. Meğer benim hakkımda da hem disiplin soruşturması açılmış hem de suç duyurusunda bulunulmuş…
Sonuç ne mi oldu? “Arama yaptırmamak, görevli memura mukavemet etmek ve yumruk atmaktan” bir buçuk ay iletişim cezası aldım. Vücudumdaki çürüklere, yüzümdeki şişlik ve morluklara da kendimi duvarlara vurmak suretiyle kendim sebep olmuşum!
“Esas sorgulanması gereken sistemin kendisi”
Burada bir parantez açmam gerekiyor. Tüm gardiyanları ya da bir bütün hapishane personelini aynı kefeye koymak da pek adilce olmayacaktır. Evet, olaylara kendi duygu ya da ideolojik penceresinden bakarak görevi istismar edenler az değil; bunun yanında görevini yaparken daha insani davranan, hatta yardımcı olmak için koşullarını zorlayanlar bile var.
Bana sorarsanız esas sorgulanması gereken sistemin kendisidir. Örneğin yönetmelikte çıplak aramaya imkân tanınıyorsa, bu her zaman istismar edilebilecektir.
Mecliste Hükümete sorulan çıplak arama iddialarını yetkililer ısrarla reddettiler. Daha sonra da çıplak aramanın mevzuattan çıkarıldığını duyurdular. Mevzuatta yer alan bir uygulama hiç uygulanmamış olabilir mi? O zaman mevzuatta ne yeri var?
“Talebimiz kabul edildi, açlık grevini bitirdik”
Konumuza dönelim. Ordu’da dört beş ay kadar kaldık. Kaldığımız sürenin dörtte üçü açlık grevlerinde geçti. Zaman içinde bazı hakları alındı. Son açlık grevinde -ki o zaman dört arkadaştık ve biz grevin ortasındayken üç arkadaş daha gelmişti- taleplerimizin arasına, isteyeceğimiz hapishanelere nakledilme maddesini de eklemiştik.
Neticede nakil talebimiz kabul edildi ve biz de açlık grevini bitirdik. İstediğimiz altı hapishaneden birine, nakil ücreti devlet tarafından karşılanmak üzere nakledilecektik. Yaklaşık on gün sonra da istediğimiz yere nakillerimiz gerçekleşti.
O yaşlı “amca” hala içeride
Son açlık grevimizde iken üç yeni arkadaşın geldiğinden bahsetmiştim. İkisinin yaşı 50’nin üzerindeydi, greve girmek istiyorlardı. Ama yaşlarından dolayı sokmuyorduk onları. Grev epey ilerleyince ve onlar da çok ısrar edince isteklerini kabul ettik.
Yan koğuştan kaldığımız koğuşa eşyalarını taşırken bir gardiyan yaşlı arkadaşlardan birine takılarak, “Amca sen şimdiden ölüyorsun, greve nasıl dayanacaksın?” diyor. Tabii “Amca” da lafını esirgemiyor ve “esas sen ölüyorsun” diyor. Yanımıza geldiklerinde kahkahayla anlatıyorlardı bu olayı. Onların katılımından üç gün sonra grevi bitirdik. Yıl 1996’ydı. Ve biliyor musunuz, o yaşlı “amca” hala içeride.
Şimdi o başgardiyanın sözü geliyor aklıma. İddia ettiği gibi adli mahpus prosedürünü üzerimizde uygulayamamıştı; ama adli mahpuslar metal karışıklarla yemek yiyorlardı artık.
“Renk olarak bir maviniz var, o da hava açıksa”
Kaldığım diğer hapishanelerde olmayan başka özgürlükleri de vardı Ordu E Tipinin. Koğuşun havalandırmasından bile yükselttikleri evleri, yemyeşil doğayı görebiliyorduk. Koğuş pencerelerinden ise daha geniş açıdan görmek mümkündü. Hapishaneler “gri dünyalar”dır.
Dört bir yanımız gri renk betondandır. Renk olarak bir maviniz var; o da gökte ve havanın açık olduğu zamanlarda. Ama Ordu’da yeşilimiz de vardı. Bir de fındıklarımız; kuşların taşırken havalandırmamıza düşürdüğü… Çoğu sabah havalandırmaya çıktığımızda yerde fındıkları bulurduk.
Bazen beş on tane fındığın havalandırmaya nereden geldiğini ilkin anlamamıştık. Biraz düşününce havalandırmamızın üzerinden geçen kuşların gagalarından düştüklerini fark ettik. Afiyetle yiyorduk elbet. Makinalardan geçmemiş, insan eli değmemiş taze fındıklar. Bazen havalandırmaya erken çıkarak fındık kapma yarışı da yapardık!
İskenderun Özel Tip
“Kafayı dinleyeceğim” derken firara denk geldi
Tercih ettiğim altı hapishaneden İskenderun Özel Tip’e sevkim çıkmıştı. Burayı tercih edişimin bazı sebepleri vardı: memlekete yakındı, kalabalık bir arkadaş mevcudu vardı, koşulları alabildiğine rahattı ve olanakları fazlaydı. Başka ne isteyebilirim ki! Nihayet kafayı dinleyebileceğim bir hapishaneye gidecektim. İşte bunu belirtirken de gülmekten kendimi alamıyorum.
Zira ben İskenderun’a gidip kafayı dinlendirme hesabı yaparken, İskenderun’daki arkadaşlar da uzun zamandır emek harcadıkları tüneli bitirmiş, firar etmek için uygun günün hesaplarını yapıyorlarmış.
Şanssız bir dönemde geldiğimden, İskenderun’daki “Lale Devri” nimetlerinden istifade etmekten ziyade, firar sonrası yaşanan kargaşa ve sıkıntılardan nasibimi aldım.
Hapishaneyi “düzen”e sokmak için şedit bir müdür kendi “A Takımı”yla birlikte gelmiş ve koşulları alabildiğine daraltmıştı. İlk dönemlerde yaşanan kaos ve kargaşa durularak sıkıntılar bir parça aşılsa da İskenderun Özel Tip bir daha asla eski “Lale Devri” ne dönemedi.
Elektrik faturası
İskenderun Özel Tipi anlatırken, bu hapishanede yaşanan bir garip enerji savaşından bahsetmemek olmaz. 19 Aralık operasyonundan sonra çıkarılan bir genelgeyle tüpgaz ve ocaklarımız alınmış, semaverlere mahkûm bırakılmıştık.
Bu yetmiyormuş gibi devlet, ekonomiyi mahpusların birkaç kuruşuyla toparlayacakmış gibi prizlerden harcanan enerjinin de artık ücrete tabi tutulacağını ilan etmişti; Hani yolsuzluk ve usulsüzlüklerle devleti milyarlarca dolar zarara uğratanlara karşı da aynı hassaslık gösterilse diyeceğim yok…
TIKLAYIN- Hapishanede elektrik faturası üçe katlandı
Bizim cenahın aldığı karara göre hiçbir hapishanede elektrik parası ödemeyecektik. Nasılsa ödemeyeceğiz ya, bol keseden harcıyoruz elektriği… İlk faturamız nihayet geldi. 16 odamızın toplam borcu iki küsur milyar tutmuştu. Gülüp geçtik ve idareye, ödemeyeceğimizi söyledik.
İdare bir tarih verdi; o tarihe kadar borcumuzu ödemediğiniz takdirde, prizlere gelen elektriği keseceklerdi. Nitekim o tarih gelince de elektriği kestiler… Prizlere gelen elektriğin kesilmesi semaverleri susturmuş, semaverlerin susması ise çaykolik arkadaşların ağızlarını açtırmıştı.
Nitekim çözüm de gecikmedi: Kablolar aracılığıyla floresanlardan elektrik çekildi ve semaverler yeniden çalışmaya başladı. Sistem bir süre sorunsuz devam etti. Ama rahatlığımızdan huylanan idare bunun sebebini anlamış ve sonunda kaynağı bulmuştu.
Bunu nasıl mı anladık? Çay kaynattığımızda sigortaların ikide bir atmasından. Zira floresanlara gelen elektrik akımını zayıflatmışlardı… Enerji sistemimizde yaşanan kısa kaos döneminden sonra, floresanlara fazla yük binmesin diye odaların çay saatlerini bir düzene koyarak listeledik. Artık her oda listedeki saatine göre çayını kaynatacaktı. Bu sistem de kısa sürede oturdu. Geçinip gidiyoruz…
Çaykoliklerde kulis ve istişareler
Lakin rahatlığımızdan yine kıllanan idare, çözümü floresanlara gelen elektriği gündüz saatlerinde tümden kesmede buldu. Çaykoliklerde kulis ve istişarelerin ardı arkası kesilmiyordu. Çözüm, bir odamızın havalandırmasından yükselen dumanla ilk işaretini veriyor. Çok geçmeden diğer havalandırmalardan da dumanlar yükseliyor. Çayımızı havalandırmada yaktığımız ateş üzerinde kaynatıyoruz artık.
Yakıtımız boldu: İdare margarinlerini eski paçavralara sürüyor ve yakıyorduk. Ardından, kulpundan çekpas sapı geçirdiğimiz su dolu çaydanlığı ateşin üzerinde aslı tutarak kaynamaya bırakıyorduk. Özellikle öğle yemeklerinden sonra hapishane dumanaltı oluyordu.
Yangın değil çay saati
Bir gün bu manzarayı dışarıdan görüp koşa koşa kapı mazgalına gelen bir başgardiyan telaşlı bir şeklide, “yangın mı var?” diye sormuş, bizde gayet doğal, “yok, çay saatimiz,” demiştik… İdare arada bir yokluyor ve “şu inadınızdan vazgeçin de elektriği bırakalım, hepimiz rahatlarız,” diyor, fakat bizim kararımız kesin; kuruş vermeyeceğiz. Ne idare ne de biz, iki taraf da geri adım atmıyor. Bu eziyet aylarca devam etti…
Derken, hepimizi şaşkına çeviren bir haber ulaştı. Meğer diğer hapishanelerdeki arkadaşlar elektrik parasını veriyor, bir biz vermiyormuşuz. Tepkiler, ilenmeler yaşanıyor hepimizde. Hani haksız da sayılmayız; madem elektrik paraları verilecekti, “Verilmeyecek” diye bilgilendirilmeyecektik.
Son gelişmeden sonra idareye haber gönderdik; elektriklerimizi bırakmalarını, artık para ödeyeceğimizi söyledik. Lakin bir sorun vardı. Birikmiş borcumuz! Ancak bu borcu ödedikten sora elektriğimizi bırakacaklardı. İki küsur milyarı ödeyemezdik. Dolayısıyla vaziyet mevcut biçimiyle devam etti…
İki yılı aşkın süren bu sorun, 2003 yılında bir arkadaşla birlikte ben Elbistan E Tipi’ne sürgün edildiğimizde hala devam ediyordu. Daha sonra öğrendiğime göre bir süre daha devam etmiş. En sonunda Müdür, paranın bir kısmını arkadaşların hesaplarından, bir kısmını da sevke giden arkadaşların sevk parasından keserek borcu kapatmış ve böylece arkadaşlar yeniden elektriğe kavuşmuşlar.
“Arkadaşlar aylarca hastaneye gidemedi”
Elbistan E Tipi’ne geçmeden önce, İskenderun’da yaşadığımız ve aylarca devam eden ağız içi arama uygulaması da ilginizi çeker sanırım. İskenderun Özel Tipte arama mevzuu kaldığım süre içinde hiç sorun olmamıştı. Bir gün hastaneye giden arkadaşlar henüz 15-20 dakika geçmeden odalarına geri döndüler. Erken gelmelerinin sebebi aramaymış.
Üstleri arandıktan sonra, ağızlarını açmalarına, zira ağızlarını da arayacaklarını söylemiş asker. Arkadaşlar bu dayatmayı kabul etmemiş. Bunun üzerine asker, ağız içlerine bakılmadan hastaneye gidemeyeceklerin söyleyince arkadaşlar hastaneye gitmekten vazgeçerek odalarına geri dönmüşler.
Bu konu idare ile konuşuldu. Hapishane idaresi sorumluluğu üzerine almayarak askere yükledi ve askerin aramasına da karışmayacaklarını söyledi (hapishane dışına çıktığımızda önce gardiyan, sonra da asker aramasından geçiyorduk.)
Askerle konuşuldu; asker, bir adli mahpusun hastaneye giderken ağzında jilet sakladığını tespit edildiğini, bu sebepten, hastane ya da mahkemeye gidecek tüm mahpusların ağız aramalarının da yapılacağını söylüyor ve bu konuda ısrarlı görünüyordu.
Savcılığa yaptığımız başvurular da para etmedi. Hastane sevki olanlar Nizamiye kapısına kadar gidiyor, ağız araması dayatılınca geri dönüyorlar, bu hep tekrarlanıyor. Ve aylarca devam ediyor.
Hastaneye gidecek arkadaşların arasında ciddi rahatsızlığı olanlar, kronik hastalar vardı. Bir canı kurtarmak için bazen saniyeler bile çok kıymetliyken, arkadaşlar aylaca hastaneye gidemedi. Ve ben ayrılana kadar da devam ediyordu bu sorun.
Elbistan E Tipi
Kelepçeli muayene ve tedavi
Bir bahar günü Elbistan’a doğru yol alırken yanımdaki arkadaşla üzerimizde tişört vardı. Elbistan’a yaklaştıkça hava soğuyor ve biz üşüyorduk. Bir yerden sonra etraf kardan bembeyazdı artık. El altında bir kazak ya da mont bulundurmamış olduğumuza hayıflanmıştık.
Hapishaneye gelip odamıza yerleştikten sonra da bilmem kaç defa kar yağdı. Altı yedi yıldır kar görmemiştim. Sık sık havalandırmaya çıkarak kardan yürüyüşler yapar, kara olan hasretimi giderirdim. Uzun süre sıcak ve nemli bir iklimde kaldıktan sonra buranın iklimi hoşuma gitmişti doğrusu.
Karşılaştığım benzer sorun ve uygulamaları paylaşmaktan kaçınacağım. Ama yukarıda sağlık sorunundan bahsetmişken, sorunun Elbistan’da yaşanmakta olan başka bir veçhesini paylaşayım. Bu bildiğim kadarıyla başka yerde de yaşanan bir sorundur. Sorunun adı, kelepçeli muayene ya da tedavi.
Diyelim bir sağlık probleminiz var önce revire gidiyorsunuz -ki acil durumlar dışında 15 günde bir revire gitme hakkımız var-, revir doktoru yetersiz kaldığı takdirde hastaneye sevk ediyor.
Haftalarca hastane sevkini bekliyorsunuz. Günü geldiğinde resmi işlemlerden, aramalardan geçerek ring aracıyla hastaneye gidiyorsunuz. Hastanede mahpuslar için tasarlanmış kapalı odalarda elleriniz kelepçeli halde bazen saatlerce bekliyorsunuz.
Nihayet sıranız geliyor ve doktora çıkıyorsunuz. Doktor odasında, size nezaret eden askerden kelepçenizi açmasını istiyorsunuz. O sırada asker, doktora soracaktır, “kelepçeyi açmaya ihtiyaç var mı?” diye. İşte o zaman doktor, “ihtiyaç yok,” dedi miydi, kelepçeli muayene ya da tedaviyi kabul etmediğimizden, herhangi bir muayene ya da tedaviden geçmeden geri dönüyor ve onca çileyi boşa çekmiş oluyorsunuz.
Ben birkaç defa yaşadım bu durumu. Kelepçeleri açtıran doktorlar çok az. Burada asıl sorumluluk doktorlara düşüyor. Çünkü doktor kelepçenin açılmasını istediği takdirde asker açmak zorunda. Kelepçeli halde yapılan muayene ya da tedavi insan onuruna dokunur. Doktorların meslek ahlakları gereği böyle bir uygulamayı reddetmeleri gerekir.
“Sayın” davaları
Elbistan, aynı zaman da adliye yolunu en çok aşındırdığım yer. Diyebilirim ki yargılandığım ana davamdan Diyarbakır DGM’sine gitmediğim kadar Elbistan adliyesine gittim. Bunlardan bir ikisi içeride gardiyan vs. ile yaşanan sorunlardan kaynaklıydı. Ama ağırlıklı olarak, bir dönem dışarıda da epey gündemleşen meşhur “sayın” davasından kaynaklıydı.
Bir insan isminin önünde “sayın” ifadesini kullandı diye biz buradaki 100’e yakın arkadaş hakkında davalar açıldı.
Gruplar halinde adliyeye gidip geliyoruz, gidip geliyoruz… Henüz bir “sayın” davası bitmeden başka bir “sayın” davası açılıyordu. Zira savunmalarımızda da “sayın suçu” işliyorduk. Kişi başına kaç “sayın” dosyası açıldı bilemiyorum. Bu konuda açılan kendi dosya sayımı bile takip edemedim.
Her bir dosya için de ayrı günlerde mahkemeye çağırılıyorduk. Bereket daha sonra akıl ettiler de dosyaları birleştirdiler ama her dosyadan ayrı ayrı cezalar verildi. Üzerinden birçok yıl geçtikten sonra da tüm cezaları kaldırdılar.
Yani hâkim ve savcıların harcadığı onca mesai, tüketilen onca zaman, ulaşımda kullanılan ring araçlarının harcadığı onca yakıt, harcanan onca kırtasiye malzemesi vs. ucube bir dava yüzünden hiç uğruna gitti. Bir de Türkiye’deki mahkemelerde iş yoğunluğu fazla, denerek şikâyet ediliyor. Tabii buradaki sorunun kaynağını da sistemde ve siyaset kurumunda aramak gerekir.
Görüş yolundaki kazalar
Olayları dramatize etmekten de dramatik olayları anlatmaktan da hoşlanan biri değilim. Ama takdir edersiniz ki insan dramlarıyla yüklü bir coğrafyada yaşıyoruz. İçerinin de kendi renginden dramları var. Elbistan’da tanık olduğum ve etkilendiğim iki olayı paylaşayım.
Biri, yıllar önce yaşanan bir trafik kazasıydı. Kadın bir arkadaşın ailesi ziyaretine geliyor. Ziyaretten sonra dönüş yolunda ailesi kaza geçiriyor. Kazada arkadaşın babası yaşamının yitiriyor, yanı sıra yaralananlar da oluyor. Böylesi kazalar içeridekinin ruhunda büyük yaralar açar.
İçerideki, hiçbir sorumluluğu olmasa bile sonuçtan kendini sorumlu görür ve derin bir suçluluk duygusu yaşar. Kendini çok hırpalar ve uzun süre kendine gelemez.
Kazayı öğrendikten sonra arkadaşa mektuplar yazdık; başsağlığı diledik ve teselli etmeye çalıştık. Kadın arkadaş cevaben mektup yazmıştı. Acısı mektupta taşıyordu adeta. “Sanki içime doğmuştu, arabayı babam değil, kardeşim kullansın demiştim, ama beni dinlememişler...” diyordu mektubunun bir bölümünde.
Tahliye olacaktı, COVID-19’dan yaşamını yitirdi
Tıpkı yaşamak gibi, ölmek de insanın doğasında var. Ama kimi ölümlerde ruhumuzu isyana kaldırır. 28 yıldır içeride olan Rojavalı bir arkadaş, bir yıl önce COVID-19’dan yaşamını yitirdi. Şu an yaşıyor olsaydı, tahliyesine ay hesabı kalmış olacaktı.
Ölümün soluğunu her an ensenizde hissettiğiniz dağda onca badireden geçeceksiniz, gözaltında zorlu işkencelerden sağ kurtulacaksınız, sayısız defa açlık grevine girecek ve yine de yaşama tutunacaksınız, hapishanedeki baskılara ve yokluklara karşı yıllarca göğüs gerecek ve direneceksiniz ve 28 yılı arkanızda bıraktıktan sonra tahliyenize iki yıl kala bir virüsten dolayı yaşama veda edeceksiniz!
Halaylarıyla, şarkılarıyla, türküleriyle…
Tüm bunları anlatırken, hapishanenin bir acı ve hüzün dünyasından ibaretmiş gibi görülmesini istemiyorum. Direnişleriyle, paylaşımcılığıyla, arkadaşlıklarıyla... Halaylarıyla, şarkılarıyla, türküleriyle… Ve hafızaya kazınan komik öyküleriyle de görmek gerekiyor içeriyi.
Bu öykülerden hafızamda kalan birkaçını paylaşayım. Biraz da gülelim artık, değil mi?
Ziyaret günüydü, ziyaretlerin yapıldığı bölüme geçiyoruz. Her arkadaş ailesinin bulunduğu kabine geçiyor ve sohbete başlıyor. Ziyarette, ailelerimizi, içerideki sorunlara karşı duyarlı kılacak şeylerde konuşacağız.
Bir arkadaş, köyden gelen yaşlı ve fizik olarak zayıf babasını içerideki baskılara karşı duyarlı kılmak için efor harcarken, biraz radikal kesilerek, “Baba, bize baskı uyguluyorlar dışarıda bizim için açlık grevine girin,” diyorlar. Açlık grevine girmeye pek niyetli görünmeyen yaşlı baba, “Babasının babası! Baban zaten her gün açlık grevindedir, evde yiyecek mi var yiyelim?” diye cevap veriyor.
“Eşek sesine hasret kaldığını niye söylemediniz?”
12 Eylül döneminde tutuklanan bir arkadaş, içerideki 19 yılını bitirdikten sonra, kalan son yılını geçirmek için koşulların görece daha rahat olduğu Samandağ K Tipi Hapishaneye gidiyor. Gittikten bir süre sonra da mektup gönderiyor.
Mektupta yeni mekânına dair memnuniyetini dile getirirken, içeriye kadar gelen hayvan sesleri karşısında duyduğu mutluluğu da özellikle vurguluyor. Önceki gece uzun uzun anıran eşeğin sesini dinlerken bu sese ne kadar hasret kaldığını muzip bir dille anlatıyor.
Aradan birkaç gün geçtikten sonra karşılaştığımız 2. Müdürden biri -ki nüktedan biriydi- muzipçe gülerek, “yahu X’in eşek sesine bu kadar hasret kaldığını niye söylemediniz? Bilseydik bir eşeği cezaevinin önündeki direğe bağlardık; eşek bol bol anırır, bu hasret de son bulurdu!” dedi. Kendimizi tutamayarak biz de gülüyoruz.
Meğer müdür de mektubu okumuş.
“Yürüyen trafo gibiyiz”
Hastaneye gidiyorum. Nizamiye çıkışında asker arama yapacak. Elini omuzuma dokundurur dokundurmaz “çat” diye bir ses çıkıyor. Sesle birlikte irkilerek elini çeken asker, heyecanlı bir şekilde komutanına bakarak omuzumu gösteriyor ve “Komutanım, burada bir şey var” diyor.
Tecrübe sahibi komutan, sakin bir sesle, “bir şey değil oğlum, elektrik çarpmasıdır,” diyor. Ben tebessümle askeri izliyorum… Bir rahatsızlığımızdan ötürü revire çıktığım bir gün ilaveten taşıdığımız şu elektrik sorununa bir çözüm olup olmadığını soruyorum.
Zira yürüyen trafo gibiyiz. Doktor kendinden emin bir edayla, “bol bol toprağa basın, toprak elektrik yüzümüzü alıp götürecektir,” diyor. Ben tebessümle, “içeride toprak var mı ki basalım,” diyorum. Duruma uyanan doktorun yüzü düşüyor, “tabii, siz de haklısınız,” diyor.
“İsyan” sigarası
Son bir öykü daha.
Gardiyanlar telaşla koğuşa giriyor, “isyan mı çıktı!” diyorlar. Arkadaşlar şaşkın bir vaziyette, “yok her şey normal,” diye yanıt veriyor ve isyan haberinin nerden çıktığını soruyorlar.
“Asker kulesinden” diyor gardiyanlar. Kuleden kendilerine, döşeklerin yakılarak yangın çıkarılması suretiyle koğuşta isyan çıktığı bilgisi gelmiş. Yatakhaneye çıktıklarında iki tiryaki arkadaşın kafa kafaya vererek pencerenin önünde tütün tüttürdüklerini görüyorlar.
Dergiler ve Kürtçe yayınlara yasak
Sadece farklı hapishanelere değil, hapishanelerin farklı dönemlerine de tanıklık ettiniz. Hangi hak ihlallerine maruz kaldınız?
Yarılanma süreci ve daha sonrasında hukuki anlamda yapılan ihlallerden bahsetmiştim. Hapishanede geçirdiğim zaman diliminde yaşadığım hak ihlallerinden aklıma gelenleri şöyle sıralayabilirim:
* Haksız yere verilen disiplin cezalarıyla sosyal aktivitelerden, iletişim ve ailem ile açık ziyaret yapma hakkımdan alıkonmam,
* Hastanedeki kelepçeyle muayene dayatılarak tedavi hakkından alıkonmam,
* Adıma gelen yasal dergilerin verilmemesi,
* Adıma gelen yasal Kürtçe yayınların verilmemesi,
* Dışarıda yasal biçimde satılmasına rağmen istediğim gazetelerin içeri verilmemesi.
“İnfaz eşitliği sağlanmalı”
Hapishanede düzelmesini istediğiniz sorunlar neler, talepleriniz var mı?
Taleplerimi iki kategoride sıralayabilirim. Hukuki alana ilişkin olanlar şöyle:
* DGM’lerde yargılanarak ceza alan tüm politik tutsaklara yeniden yargılanma yolunun açılması.
* İnfaz sisteminde eşitliğin sağlanması (biz o dönem müebbet ceza almış olan politik tutsaklar, cezanın altıda beşini yatıyoruz).
* Politik tutsakların da adli mahsuplar gibi açık ve denetimli infaz sisteminden faydalanabilmesi.
* Yeni çıkarılan “iyi hal şartı”nın kaldırılması (bu şarttan dolayı 30 yılını bitirip tahliye olması gereken bazı tutsaklar içeride alıkonuyor).
* Ağır sağlık sorunu olan tutsakların serbest bırakılması.
Dışarısı “normalleşti” içeride karantinaya devam
Hapishane alanına ilişkin taleplerim de şöyle:
* Yasak olmayan tüm gazete, dergi ve kitapların içeri bırakılması.
* Kürtçe yayınların içeri bırakılması.
* Hastanelerde yaşanan kelepçeli muayene ve tedavi dayatmalarına son verilmesi.
* Dışarıda çoğu şey normalleşmişken, içeriden hastaneye gidenler dönüşte hala bir süre karantinada tutuluyor. Bu uygulamaya son verilmesi.
* Açık aile ziyaretlerine kişi ve süre sınırlaması (en fazla iki kişi ile ve yarım saat) getirilmiş. Kişi sınırlamasının kaldırılması, sürenin ise en az iki saate çıkarılması.
* İçeride sınırlı sayıda televizyon kanalı seyredebiliyoruz. Bunlar da çoğunluklu olarak hükümet yanlısı kanallar. Diğer kanallara da yer verilmesi.
Fiyatta yüksek kalitede düşük
* Yemeklerin düzeltilmesi.
* Kantinde satılan eşyalar fiyatta yüksek kalitede düşüktürler; bu problemin giderilmesi.
* Yazı-çizi çalışmaları için daktilo ya da bilgisayar gibi teknik araçlardan yararlanma imkânının sağlanması.
* Dışarıdan kargoyla gönderilen kapüşonlu giysiler, bere, iç çamaşırı, çorap, kırtasiye malzemesi gibi eşyalar içeri verilmiyor, bu sorunun giderilmesi.
* Prizlerden harcanan elektriğin mahpustan kesilmesi uygulamasına son verilmesi.
* Sadece FM bandına ayarlı radyoları dinleyebiliyoruz. Orta ve kısa dalga çeken radyoların da içeri bırakılması.
Ahmet Bilge sözlerini, sevgilerini göndererek tamamladı…
Mektubuyla birlikte gönderdiği, güncel gelişmeleri konu edindiği çizimlerini de aşağıda bulabilirsiniz.
(Lİ/AS)