Birleşmiş Milletler (BM) İnsan Hakları Komitesine sunulan 96 alternatif rapordan biri de ekoloji örgütlerine ait.
“Türkiye: “Çevrenin Zararına Kâra Öncelik Vermek” başlıklı raporu hazırlayanlardan Deniz Gümüşel, BM İnsan Hakları Komitesine sundukları raporda, ekoloji konusunda hangi ihlallere dikkati çektiklerini ve çözüm önerilerini anlattı, Komite toplantısını değerlendirdi.
Raporda şu örgütlerin imzası bulunuyor: Ekoloji Birliği, İklim Adaleti Koalisyonu, Muğla Çevre Platformu, Kazdağı Doğal ve Kültürel Varlıkları Koruma Derneği, Doğa Derneği, Yaşam Bellek Özgürlük Derneği, Diyarbakır Barosu Çevre Komisyonu.
bianet’in de raporunu sunduğu, Birleşmiş Milletler (BM) İnsan Hakları Komitesi’nin 142. Oturumu, Cenevre’de düzenlendi. Türkiye ile ilgili hak ihlalleri, Komite’nin 23-24 Ekim’deki toplantılarda gündeme alındı.
Fotoğraf: Ekoloji Birliği
Çevre ve insan hakkı ihlalleri
BM Komitesine gönderdiğiniz alternatif raporunuzu hazırlama sürecinde ne gibi araştırmalar yaptınız, ekoloji konusundaki ihlalleri hangi açılardan değerlendirdiniz?
Raporu hazırlarken ekoloji hareketi bileşenleri olarak derinlemesine bir arşiv çalışması yürüttük. Çevre hakkı ihlalleri yaşanan bölgelerden ekoloji aktivisti arkadaşlarımızla da temasa geçtik ve bilgi topladık.
İhlalleri iki ana grupta toparladık: Doğrudan çevre hakkı ihlalleri (örn. etkin çevresel etki değerlendirmesi süreci işletilmediği için madenlerde yaşanan çevresel kazalar sonucu oluşan hak ihlalleri) ve çevre hakkının savunulması sırasında yaşanan farklı insan hakkı ihlalleri.
“Çevre hakkı kapsamındaki ilk rapor”
Raporunuzda ekoloji konusundaki ihlaller arasında en çok hangi sorunlara dikkati çekmek istediniz?
Türkiye, BM İnsan Hakları Komitesi’nin periyodik incelemesine ikinci kez tabii tutuluyor ve bu Türkiye’ye dair çevre hakkı kapsamında verilen ilk sivil toplum raporu. Maalesef ülkede pek çok alanda çevre hakkı ihlali yaşanıyor. Ancak sınırları olan bir rapor formatı içinde stratejik davranmak ve öncelikli konuları bu rapora taşımak durumunda kaldık.
Bu nedenle rapora çevre politikalarının temel ilkelerinden olan ihtiyatlılık ilkesinden başladık. İhtiyatlılık ilkesi şunu söyler: Çevresel etkileri tam olarak bilinmeyen projelerde, potansiyel risklerin göz ardı edilmemesi ve koruyucu önlemlerin alınması gereklidir ve gelecekte yaşanabilecek felaketlerin önlenmesi açısından kritiktir.
Maden sektöründe ÇED süreçleri
Hem Çevre Kanunu’nda hem de bu konuya adanmış bir yönetmelikte ele alınan çevresel etki değerlendirmesi (ÇED), ihtiyatlılık ilkesinin en önemli aracı. Ancak Türkiye’de bu araç, etkin biçimde kullanılmadığı gibi salt kağıt üzerinde bir bürokratik izin sürecine indirgenmeye çalışılıyor.
Oysa ÇED süreçleri aynı zamanda çevresel etkileri olan projelere dair halkın bilgi edindiği ve kendi görüşlerini karar vericilerle paylaştığı katılımcı bir süreç olmalı. ÇED süreçleri ayrıca, tesislerin işletmeye alındıktan sonra çevresel taahhütlerini yerine getirip getirmediklerinin kontrolünü de sağlamalıdır.
Bugün Türkiye’de ÇED süreçleri etkin işletilmediği için pek çok çevresel risk gerçeğe dönüşmüştür. Raporda bu konuda en denetimsiz sektörlerden olan ve ekokırım boyutunda ekolojik yıkıma yol açan madencilik faaliyetlerini Komite’nin dikkatine sunduk. Bunlar arasında ÇED sürecinde de defalarca dava konusu olmuş Erzincan İliç’teki Çöpler Altın Madeninde yaşanan ve 9 emekçinin yaşamına mal olan liç yığını kayması ile yaşanan büyük felaket, Manisa Gördes’te nikel madeninde yaşanan, bölgedeki yerüstü su kaynaklarının ve toprağın ağır biçimde kirlenmesine yol açan zehirli kimyasal atıkları taşıyan borunun patlaması olayı, Giresun Şebinkarahisar’da maden işletmesinin atık havuzunun çökmesi ile yörenin tarımsal su ihtiyacını karşılayan barajın ve tarımsal toprakların kirlenmesi gibi somut olaylar var.
Bu katliam gibi kazaların hepsinin ortak yanı ÇED sürecinde çevresel risklerin göz ardı edilerek Bakanlık tarafından olumlu karar verilmiş olması ya da ÇED olumlu kararı sonrası işletmelerin yeterli denetime tabi tutulmaması.
Ekolojik hak savunucularına yönelik şiddet
Dikkat çektiğimiz ikinci grup hak ihlalleri ise çevre hakkının savunulması sırasında hak savunucularının maruz bırakıldığı ihlaller. Bunlardan en yakıcısı elbette ekolojik hak savunucularının yaşamlarına kastedilmesi. Son olarak bu yılın Eylül ayında Artvin Hopa’da köylerindeki bir orman alanını korumaya çalışan Reşit Kibar, proje sahibi şirketin bir çalışanı tarafından öldürüldü.
2017 yılında, Antalya Finike’de sedir ormanlarını mermer ocaklarına karış savunurken öldürülen Aysin - Ali Ulvi Büyüknohutçu çiftinin cinayetleri hala aydınlatılmadı. 2011’de yine Artvin Hopa’da hidroelektrik santrallere karşı düzenlenen bir protesto eyleminde polisin gazlı saldırısı sonucu hayatını kaybeden Metin Lokumcu’nun davası ölümünden ancak 10 yıl sonra açılabildi ve sorumlu polis memurlarının hepsi beraat ettirildi. Ekoloji aktivistlerine yönelik şiddet ve yaşamsal tehdit olayları bir trend halini almadan mutlaka önü kesilmeli.
Örgütlenme ve protesto hakkı, ifade özgürlüğü
Çevre hakkının savunulmasında örgütlenme ve protesto hakkı, ifade özgürlüğü olmazsa olmaz. Ancak ekoloji aktivistleri Anayasadan ve uluslararası hukuktan gelen bu haklarını kullanırken de pek çok engelleme ile karşı karşıya kalıyor. Çeşitli suçlar isnat edilerek adli soruşturma ve kovuşturmaya maruz bırakılma, ekolojik suçlar işleyen şirketlerce aktivistlere açılan tazminat davaları, örgütlenilen dernek gibi yasal yapılar üzerinde idari baskılar kurulması, protesto eylemlerinin gerekçesiz ve dayanaksız biçimde ve çoğu kez aşırı güç kullanımı ile kolluk güçleri tarafından engellenmesi bunlardan sadece birkaçı.
“Çevresel bilgiye erişim engelleniyor”
Hak savunucularını karşı karşıya kaldığı ihlaller bunlarla da sınırlı değil. Türkiye’de çevresel bilgiye erişim kamu kurumları tarafından sistematik olarak engelleniyor. Örneğin termik santral bölgelerinde yaşayanlar nasıl bir hava soluduklarına ve santrallerin havaya saldıkları kirleticilere dair bilgi edinmek istediklerinde “ticari sır” diye bir duvara çarpıyor ve sorular yanıtsız bırakılıyor. Bilgi edinme hakkı yönündeki dava sonuçları da kamu kurumları tarafından uygulanmıyor. Yani devlet nasıl bir hava soluduğumuzu, nasıl bir su içtiğimizi, yediğimiz gıdanın içinde zehirli bir madde olup olmadığını yurttaşlardan gizliyor.
Adalete erişim ise ülkenin içinde bulunduğu tarafsız yargı krizinden payına düşeni alırken, yüksek mahkeme giderleri gibi ekonomik nedenlerle de insanların çevresel haklarını mahkemede aramaları neredeyse imkansız hale getiriliyor.
Raporda bu hak ihlallerini örnekleri ile sunduk.
Öneriler
Bu sorunların çözümüne dair hangi adımların atılmasını tavsiye ettiniz, Türkiye’nin Sözleşme çerçevesinde bu konudaki yükümlülükleri neler, yükümlülüklerini ne derece yerine getirebiliyor?
Önerilerimizden ilki, planlanan projelerin yanı sıra sektörel politika, program ve planların da stratejik çevresel etki değerlendirmesine tabi tutulması oldu. Çünkü yerelde ekolojik yıkıma yol açan projelerin çoğu aslında bir sektörel politika ve programın sonucu hayata geçiriliyor. Örneğin ekonomik ve teknik getirisi çok az olan altın madenciliğine izin veren bir madencilik politikamız var, ya da hala elektriği kömür yakarak elde etmeyi öngören bir ulusal enerji planımız var. Tek tek projelerle uğraşmadan önce bunlara izin veren politikaların yarattığı çevresel riskler ele alınmalı ve değerlendirme sonucu bu üst planlama belgeleri oluşturulmalı.
ÇED süreçleri tam katılımcı ve şeffaf bir yöntemle hayata geçirilmeli. Yatırımcı şirketlere kendi çıkarları için tanınan tüm muafiyet ve istisnalar ÇED mevzuatından kaldırılmalı.
İklim değişikliği ve çevresel zararların bireylerin sağlığı üzerindeki ciddi olumsuz etkilerini önlemek için uluslararası standartlara uygun Sağlık Etki Değerlendirmeleri mevzuata entegre edilmelidir.
Türkiye, çevrenin korunmasına ilişkin tüm ilgili uluslararası anlaşmaları onaylamalı veya bunlara katılmalı ve bunların tam olarak uygulanmasını sağlamalıdır. Türkiye, özellikle, çevresel konularda bilgiye erişim, karar alma süreçlerine halkın katılımı ve adalete erişim hakkındaki Aarhus Sözleşmesi'ne, sınır ötesi bağlamda çevresel etki değerlendirmesine ilişkin Espoo Sözleşmesi'ne, Tehlikeli Atıkların Sınır Ötesi Taşınımından ve Bertarafından Kaynaklanan Zararın Tazmini ve Sorumluluğa İlişkin Basel Protokolü'ne, Çevreye Zararlı Faaliyetlerden Kaynaklanan Zararın Hukuki Sorumluluğuna İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi'ne, Çevrenin Ceza Hukuku Yoluyla Korunmasına İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi'ne, BM Deniz Hukuku Sözleşmesi'ne ve ilgili Protokollerine taraf olmalıdır.
Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Uluslararası Sözleşmesi'nin bireysel başvurulara izin veren İhtiyari Protokolü'ne taraf olunmalıdır.
Türkiye İnsan Hakları Komitesi tarafından da 2022 yılında bir insan hakkı olarak tanınan temiz ve sürdürülebilir bir çevrede yaşam hakkını korumak için daha çok uzun bir yol katetmeli. Kamu kurumlarının idaredeki şeffaflığı ve denetlenebilirliği, çevresel politikalar belirlenirken, yasama yapılırken ve kararlar alınırken halkın demokratik katılımının sağlanması, çeşitli sektörel ve yatay mevzuatta bulunan ve şirketler faydasına olan tüm istisnaların kaldırılması ve elbette yargı bağımsızlığı çevre hakkının sorunsuzca kullanılabilmesi için olmazsa olmaz.
23-24 Ekim’deki Türkiye toplantılarında bu konu yeterli şekilde ele alındı mı, toplantıyı ve Türkiye delegasyonunun yanıtlarını nasıl değerlendirirsiniz?
Türkiye’den İnsan Hakları Komitesine sivil toplum tarafında onlarca rapor gittiğini biliyoruz. Türkiye’de insan hakları çok çeşitli ve derin sorunları olan bir alan. Bu nedenle 23-24 Ekim’deki toplantılarda Türkiye Delegasyonuna çevre hakkı ihlallerine dair istediğimiz kadar soru yönetilmediğini söyleyebiliriz. Ekoloji aktivistlerinin korunması, gösterilerde aşırı güç kullanılması ve 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanununun uygulanması çerçevesinde raporumuzda dile getirdiğimiz sorunlar, Komite üyeleri tarafından soru olarak toplantıya yansıtıldı. Ancak Delegasyondan, beklendiği üzere, net ve doyurucu yanıtlar gelmedi.
Hükümetten daha net cevaplar alabilmemiz için, uluslararası mekanizmalarda çevre hakkı ihlallerini daha sistematik biçimde dile getirmemiz, uluslararası ağlarla ilişki içinde düzenli olarak bu tür değerlendirme süreçlerine müdahil olmamız gerekiyor.
Türkiye'den insan hakları örgütleri bu konuda çok deneyimliler ve başarılı süreçler yürütüyorlar. Ekoloji hareketi olarak insan hakları örgütleri ile daha sıkı ilişki içinde olmamız gerekiyor ki bu hak alanı da hak ettiği şekilde takip edilebilsin ve kazanımlar elde edilsin.
Türkiye’deki hak ihlalleri BM Komitesi’nde
- Türkiye’nin “insan hakları karnesi” BM İnsan Hakları Komitesi’nde tartışılacak (17 Ekim 2024)
- Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi nedir? (17 Ekim 2024)
- bianet’ten BM Komitesi’ne gölge rapor: İfade özgürlüğüne sistematik müdahale (18 Ekim 2024)
- MLSA: Çözüm, hukuka dönmekten geçiyor (21 Ekim 2024)
- Mor Çatı: Mücadelemizi uluslararası hukuk mekanizmalarında sürdüreceğiz (23 Ekim 2024)
- Af Örgütü'nün Türkiye raporunda “yargı bağımsızlığı” vurgusu (23 Ekim 2024)
- İHOP: Türkiye, uluslararası hukuktaki yükümlülüklerini yerine getirmeli (23 Ekim 2024)
- BM Komitesi, Türkiye’deki hak ihlallerini sordu (23 Ekim 2024)
- BM Komitesi: Neden AYM kararı uygulanmıyor? (24 Ekim 2024)
- BM Komitesi'nden Türkiye'ye: "Terörizmin yasal tanımı netleştirilmeli" (8 Kasım 2024)
(AS)