Samatya'da 560 yıllık bir koro: Çok yaşa, daim ol Sahakyan!
"Ailem Sahakyan: Samatya Sahakyan Korosu", Türkiye’nin en eski kilise korosunun kültürel ve sanatsal birikimi ile güncel durumu, koro üyelerinin ve geçmiş hikayeleri üzerine bir belgesel.
Türkiye'nin en eski kilise korosu... Dönem dönem çalışmaları zayıflasa da hiç durmadan seslerin insanlarla buluştuğu 560 yıllık bir koro... Zamanında ''Küçük Paris'' diye anılan, İstanbul'un küçük, mütevazi mahallesi Samatya'da konumlanan, Samatya Surp Kevork Kilisesinin Sahakyan Tıbrastas Korosu.
Bu eski koro şimdilerde bir belgesele konu oldu, belki çoğumuzun bilmediği bir tarih tanıklıklarla izleyeciyle buluşuyor: "Ailem Sahakyan: Samatya Sahakyan Korosu."
Erdil Onur Kocatürk'ün çektiği belgesel, koronavirüs nedeniyle gala/gösterim, festival programlarını gerçekleştiremedi.
"Belgeselimizin dünyanın her yerinde gösterilmesini, Sahakyan Korosu'nun hikâyesinin, sesinin tüm dünyaya ulaşmasını istiyoruz" diyor yönetmen Kocatürk.
Şimdilerde koro şefliğini Sevan Agoşyan üstlenmiş. Filmde koristlerin anlatımları, deneyimleri, konser provaları ve tarihi kilisenin yanı sıra Anadolu'dan İstanbul'a göçen Ermenilerin ilk konağı Samatya'yı da izliyoruz.
Haziran sonunda duyurmayı planladıkları bir festival/gösterim takvimi olacağını aktarıyor. Filmi merak edenler, gösterim tarihlerini bekleyenler belgeselin sosyal medya hesaplarını takip edebilir.
Yaşadığım mahalle Samatya
Ailem Sahakyan: Samatya Sahakyan Korosu belgesel fikri nasıl doğdu? Nasıl yola çıktınız?
Ailem Sahakyan belgeselinin fikri, 2017 yılında başladığım Mahallem Samatya projesinin ilhamı ile ortaya çıktı. Mahallem Samatya yaşadığım mahalle olan Samatya'daki insan hikâyelerini kayıt altına aldığım sözlü tarih çalışması olarak tanımlayabileceğim bir video röportaj serisiydi.
2000 yılından bu yana çocukluğumun geçtiği, büyüdüğüm Samatya sokaklarını, bu sokaklarda yaşayan insanları, onların anılarını, tanıklıklarını ve hatıralarını dinleyerek kayıt altına aldım. 2019 yılında İstanbul Üniversitesinden hocam aynı zamanda belgeselimizin danışmanı olan Dr. Selçuk Gürsoy'a mahalle ile ilgili bir belgesel çalışması yapma fikrimden bahsettim ve ardından sohbet etmekten keyif aldığımız insanlardan Aram Nalçacıyan'ın yaşam öyküsünü biyografik bir belgesele dönüştürmek istedik birlikte.
Süreç önümüze bir takım teknik-bürokratik engeller çıkardı ve bizde de Aram abinin sohbetlerde sıklıkla söz ettiği mahallede yeterince tanımadığımızı düşündüğümüz bir değer olarak Sahakyan Korosu'nu tanıma ve bu koronun tanık olduğumuz tarihinden kısa bir kesiti belgeselleştirme fikri ortaya çıktı.
Mahalleli yapım ekibi
Bu fikri Mekanda Adalet derneğinin #MADaraştırma Desteği Programına sunduk ve 2019 yılında destek alan 12 projeden birisi oldu Sahakyan Belgeseli projemiz. Biz Mekanda Adalet Derneğinin verdiği desteğin motivasyonu ile yola koyulduk.
Çekimlerine 2019 Eylül'ünde başladığımız belgeselimizin post prodüksiyon sürecini 2021 Şubat'ında tamamladık. İlk defa deneyimlediğim bir süreç olduğu için her aşaması oldukça öğreticiydi benim için. Aslında Mahallem Samatya projesi sayesinde mahallede tanıştığım ''mahalleli' ile bir yapım ekibi oluşturduğumuz için tüm ekip için süreç çok öğreticiydi diyebilirim. Değerli emekler sonucu ortaya çıkardığımız belgesel ise Sahakyan Korosunun sesini dünyanın her yerine ulaştırma arzusunda ve tarihe kalıcı bir miras olarak kalacağını düşündüğümüz bir iş oldu.
'Küçük Paris' Samatya
İstanbul'un en eski semtlerinden biri Samatya, yaşadığınız, bildiğiniz bir semt aynı zamanda... Samatya'yı kiliseden bağımsız düşünebilir miyiz?
Samatya'yı Yarımada'dan ayrı ele almıyorum ben. Kültür varlıklarıyla, hafıza mekânlarıyla, inanç mekânlarıyla, tarihi eserleri ile Yarımada bir açık hava müzesi... Samatya da öyle... Sahakyan Korosunun 1461 yılından beri sesinin yükseldiği Surp Kevork Kilisesinin tam karşısında yer alan 1533 yılında Mimar Sinan tarafından inşa edilen Abdi Çelebi Camii, klasik Osmanlı mimarisinin önemli yapıtlarından sayılan Hekimoğlu Ali Paşa Cami, İstanbul'un en eski Bizans yapılarından olan Samatya-Yedikule arasında yer alan Studios Manastırı... Her gün bir yenisine dair bilgi sahibi olduğum, insanın yaşadığı yerle kurduğu bağı anlamlı hale getiren hamamlar, çeşmeler vb. saydığım ve sayamadığım tüm bu yaşamla birlikte Yarımada bir bütün bence. Samatya da Yarımadanın eskiden ''Küçük Paris'' diye anılan insanların birlikte yaşadığı küçük, mütevazı bir mahallesi.
Anadolu'dan İstanbul'a göçen Ermenilerin ilk yuvası
Samatya Surp Kevork Kilisesinin İstanbul ve Anadolu Ermenileri için önemi nedir? Röportaj ve kilisedeki tanıklıklarınızdan yola çıkarak neler söylemek istersiniz..
Samatya, Anadolu'dan İstanbul'a göçen Ermenilerin ilk konağı, yuvası, ilk Ermeni patrikhanesinin kurulduğu semt-mahalle bu anlamıyla gerek Anadolu Ermenileri gerekse İstanbul Ermenileri için çok değerli. Anadolu'dan göçen insanların memleketlerinde harap halde bıraktıkları kiliselerinin, yuvalarının, yaşam tarzlarının, anılarının, özlemlerinin, yarım kalmış hikayelerinin devamı niteliğinde bu semtle kurdukları ilişki...
Anadolu'dan İstanbul'a göçen Ermeniler memleketlerine ve ekonomik koşullarına göre Ortaköy, Bakırköy, Feriköy, Kurtuluş... gibi semtlere dağılmış. Samatya bu semtler arasında diğer semtlerden farklı olarak her ekonomik durumdan insanın bir biçimde barınabildiği bir yer olmuş. Yoksul Ermenilerin de bu semtte barınabilmesi, Ermenilerin büyük çoğunluğunun kuyumculukla uğraşmalarını bir zenginlik göstergesi olarak kabul eden yaklaşımın aksine burada bambaşka bir gerçeklik yaratmış.
Samatya demek Surp Kevork Kilisesi demek
Çay ocağı işletmecisi, levazımatçı, demirci, organizasyon işleri ile uğraşan orta direk olarak tanımlanabilecek insanların da bu semtte yaşaması ve bu semtle kurdukları bağın kuvveti bu mahalleye Ermeniler için eskimeyen bir değer kazandırmış. Surp Kevork Kilisesinin İstanbul ve Anadolu Ermenileri için önemi deneyimlediğim, gözlemlediğim kadarıyla Samatya'dan bağımsız ele alınamayacak bir önem taşıyor.
Belgeselde geçen bir ifade ile tamamlamış olayım: "Samatya demek Surp Kevork Kilisesi demek Surp Kevork Kilisesi demek Samatya demek.''
560 yıldır varlığını sürdüren bir Aile
Koristler hep "aile" vurgusu yapıyor koro için. Belgeselin ismi de "Ailem Sahakyan." Bu aile hissi nereden geliyor sizce?
Aile vurgusu dışarıdan bakıldığında azınlık olma halinin verdiği bir duygu veya tanımlama gibi geliyor ama belgeselin çekim sürecinde deneyimlediğim, belgeselimde yansıtmak istediğim aile olma hali Sahakyan Korosu için tek başına böyle tanımlanabilir bir duygu-durum değil.
Üyelerinin her birinin farklı motivasyonlarla parçası olduğu, dönem dönem çalışmaların zayıfladığı dönem dönem hızlandığı ama hiç durmadan seslerin insanlarla buluştuğu 560 yıldan söz ediyoruz. Bu tarihsel birikim Sahakyan Korosunu sanatsal olarak da kendini yenileyen, ileriye taşımış bir hale büründürüyor, işleyiş ve yönetim açısından da kendi tarzını yaratmış bir topluluk olarak bugüne taşıyor. Aile olma hali Sahakyan Korosu açısında mikro ve makro ölçekte tanımlanabilir bir durum yani. Hem Ermeni toplumunun bir parçası hem de kendi karar mekanizmaları, işleyişi, tüzüğü olan bir yapı olarak 560 yıldır varlığını sürdüren bir Aile.
Çok yaşa, daim ol Sahakyan!
560 yıllık bir koro nasıl ayakta durabiliyor sizce bunca zamandır?
Bu sorunun en açıklayıcı cevabı: "Ailem Sahakyan." (gülüyor) Belgeselde ifade edilen bir tanımlama var koroyla ilgili, şöyle deniyor; ''koro yaşayan bir organizma'' bu ifade her ne kadar yaptığım son çekimlerde duyduğum bir ifade olsa da beni çok etkilemişti.
Etkilenmemin sebebi aslında sorunuzun cevabının bu tanımlamada saklı olmasıdır. Organizmayı yaşatan, bugünlere taşıyan birden fazla motivasyon ve enerji kaynağı var... İlahilerin susmaması, kültürün sürmesi, halk ezgilerinin bugüne taşınması, toplumun bir aradalığının sürdürülmesi gibi... Sahakyan Korosunun sesinin bugüne ulaşmasının motivasyonları farklı olsa da koronun yükselttiği ses duyulduğunda hissedilenleri anlatmak için benim cümlelerim yeterli olmayacaktır. Tam olarak bu tanımlayamadığım hisler sebebiyle kamerama sarılıp Sahakyan Korosunun sesine kulak verdim. Belgeselde her röportajın sonunda insanlardan söylemesini istediğimiz bir söz vardı bence bu soruyu o sözle bağlayalım: "Çok yaşa, daim ol Sahakyan."
'Görünebilen' kilise
Belgeselde bir yerde kilisenin adının "görünebilen" olduğu söyleniyor. Filmde de özellikle kiliseyi tepeden, bütün olarak İstanbulla birlikte görüyoruz... Bu açıdan çekimi özellikle mi tercih ettiniz?
Kiliseye Peribleptos adı Bizans zamanında, yani İstanbul'un fethi öncesi, kilise Rumlara aitken verilmiş bir ad. Fetih öncesinden bugüne yapılaşmayı da gördüğümüz, bu yapılaşmaya rağmen hâlâ Samatya sahilinden mahalleye doğru bakıldığında Surp Kevork Kilisesinin tüm heybetiyle orada durduğunu ve Samatya'nın en "görünebilen" yapısı olduğunu göstermek için tercih ettiğim bir çekim açısı.
Cumhuriyet gazetesinde kültür-sanat muhabirliği, haber merkezi ve yazı işlerinde editörlük yaptı. Kurum içi iletişim ve sektör dergilerinde çalıştı. Sözlü tarih belgesellerinin yapım aşamalarında görev aldı....
Cumhuriyet gazetesinde kültür-sanat muhabirliği, haber merkezi ve yazı işlerinde editörlük yaptı. Kurum içi iletişim ve sektör dergilerinde çalıştı. Sözlü tarih belgesellerinin yapım aşamalarında görev aldı. Marmara Üniversitesi Gazetecilik Bölümü mezunu. 2019-Haziran 2024 arasında bianet'te editör ve muhabirdi.
Yeni süreci hızla anlamınızı ve adapte olmanızı sağlayacak film önerileri
Kürt komşularına "Kürt ama iyi insan" gözüyle bakanlar için de yeni bir süreç başlıyor aslında. Bu zihin duvarları yıkılmadan, gerçek bir barış mümkün mü?
1990’lardan bu yana (bu yazıda öyle başlatayım) (2013-2015 sürecini bir kenara koyarsak) iktidarların sürekli hedef haline getirdiği bir halk var: Kürtler.
"Benim de Kürt arkadaşlarım var." "Biz Kürtlerden kız aldık, verdik." "Ev arkadaşı Kürt ama iyi biri."
"Kürt ama güzel güzel Türkçe konuşuyor." "O normal, sizin bildiğiniz Kürtlerden değil."
Bu cümleleri hayatınızın bir yerinde duymuşsunuzdur. Belki söyleyenler de vardır. Klişe gibi görünse de, her biri insana ince ince iğneyi batıran, aslında derin bir ayrımcılığı yansıtan ifadeler.
Türkiye devleti ve PKK arasındaki çatışmalara göre, medyaya, siyasete hayata akan cümleler hatta sıradanlaşan nefret cümleleri, ayrımcı ifadeler...
Ancak, bugün ya da bu yazının yazıldığı güne göre dün (27 Şubat Perşembe) işler biraz değişti. Abdullah Öcalan, “PKK kendisini feshetsin” dedi.
Öcalan’ın bu çağrısına verilen tepkiler yıllardır süregelen bir döngüyü de hatırlatıyor. Bir anda Kürt kurumlarına ziyaretler artar, Diyarbakır, Şırnak, Mardin neredeyse bir turizm merkezi haline gelir, hele gazeteciler aman tanrım akın eder "bölge"ye. Kürt meselesi daha fazla konuşulur, yazılır.
Bazıları da en büyük çözüm, barış savunucusu olur. Sanki köşelerinden, ekranlarından, manşetlerinden yıllardır nefret saçmamış, Kürtleri ve değerlelerini hedef göstermemişler gibi... Hepsi birer barış savunucusu olur biz adını yazarken dahi içimiz cız ederken Tahir Elçi'yi unuturlar misal...
Sonra... Bir anda ilk kriz anında sahne değişir, çatışmalar başladığında, gözaltılar ve tutuklamalar duyulduğunda ilgi, destek azalır...Maalesef Kürtler, yine yalnız kalır, belki bir kaç dost, yoldaşla yan yana...O da belki.
Yalnız açık bugün farklı bir eşikteyiz. Bir taraf "amasız, fakatsız" bir adım attı. Hasan Cemal'ın anlatısı ile "Silahlara veda" hayal edilenden de hızlı bir adım. Peki, bunun karşısında hem iktidar hem muhalefetin diğer partileri ne yapacak?
Toplumun önemli bir kısmı sürecin şeffaf yönetilmesini, insan hakları ve demokrasi adına somut adımlar atılmasını bekliyor.
Ancak bir başka önemli mesele daha var: Bu süreç, Kürtlere dair zihinlerde kökleşmiş önyargıları da sarsabilecek mi? Yıllardır medyanın, siyasetin son dönemde sosyal medyanın yaydığı önyargı tohumlarını kök salmadan kurutabilecek mi?
Kürt komşularına "Kürt ama iyi insan" gözüyle bakanlar için de yeni bir süreç başlıyor yani. Asıl süreç ya da eş zamanlı yürütülmesi gereken başka bir süreç diye ifade etmek daha anlamlı olabilir, toplumda, mahallede, sokakta hayatın rutininde başlıyor oysa. Zihin duvarları yıkılmadan, gerçek bir barış mümkün mü?
Çok kıymetli Rizeli bir arkadaşımın “Kürtler neden dağa çıkıyor?” sorusuna verdiği bir yanıtı da buraya iliştireyim: “Diyarbakır Cezaevi’nde olanları anlatıyorum.”
Şimdi size de bir soru:
Siz, bu yeni süreçte halklar arasında yıllardır biriken önyargı ve nefretin zayıflatılması için ne yapabilirsiniz? Ne yapmak istersiniz?
Bu soruya yanıt bulmanıza yardımcı olabilecek birkaç film önereceğim. Barış, yalnızca siyasetin değil, toplumun da inşa etmesi gereken çok uzun, zor, yorucu bir görev. Hepimizin toplumsal bir görevi…
Önemli olanın niyet olduğunu hatırlatayım, yani sanırım insana tüm yönleri ile insan olarak bakabilmek… Yoksa kitap film pek etkili olamaz. Eminim çok daha geniş bir külliyat vardır bu konuda ilk aklıma gelenleri paylaşıyorum...
Origin (2023)
Yönetmen: Ava DuVernay
Senarist: Ava DuVernay
Duyguların Rengi (The Help) (2011)
Yönetmen: Tate Taylor
Senarist: Tate Taylor (Kathryn Stockett’in romanından uyarlama)
Min Dît (2010)
Yönetmen: Miraz Bezar
Senarist: Miraz Bezar, Evrim Alataş
Yol (1982)
Yönetmen: Şerif Gören (Yılmaz Güney’in senaryosundan)
bianet kadın ve LGBTİ+ haberleri editörü (Ekim 2018- Şubat 2025). bianet stajyerlerinden (2000-2001). Cumhuriyet, BirGün, DİHA, Jinha, Jin News, İMC TV için muhabirlik yaptı. Rize'de...
bianet kadın ve LGBTİ+ haberleri editörü (Ekim 2018- Şubat 2025). bianet stajyerlerinden (2000-2001). Cumhuriyet, BirGün, DİHA, Jinha, Jin News, İMC TV için muhabirlik yaptı. Rize'de yerel gazetelerde çalıştı. Sivil Sayfalar, Yeşil Gazete, Journo ve sektör dergileri için yazılar yazdı, haberleri yayınlandı. Hemşin kültür dergisi GOR’un kurucu yazarlarından. Yeşilden Maviye Karadenizden Kadın Portreleri, Sırtında Sepeti, Medya ve Yalanlar isimli kitaplara katkı sundu. Musa Anter Gazetecilik (2011) ve Türkiye Psikiyatri Derneği (2024) en iyi haber ödülü sahibi. Türkiye Gazeteciler Sendikası Kadın ve LGBTİ+ Komisyonu kurucularından. Sendikanın İstanbul Şubesi yöneticilerinden (2023-2027). İstanbul Üniversitesi Avrupa Birliği ve Bilgi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümlerinden mezun. Toplumsal cinsiyet odaklı habercilik ve cinsiyet temelli şiddet haberciliği alanında atölyeler düzenliyor. Şubat 2025'den bu yana kadın haberleri editörü olarak çalışıyor.
Klasik okul eğitiminin ikinci plana atıldığını ve çocukların ilkokuldan itibaren gittikçe artan dozda askerî zihniyete, hatta talime sevk edildiğini düşünün.
Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısyla beraber, uçsuz bucaksız memleketin okul müfredatına Putin’in tepeden inme kararlarıyla dahil edilen savaş seferberliğinin izdüşümleri gencecik beyinlerin kontrol altına alınması amacını taşıyor.
Bayrak töreni normalden fazla mana yüklenmek suretiyle mümkün olduğunca sansasyonel bir gösteriye dönüştürülüyor.
İlkokulun birinci sınıfından itibaren çocuklar askerî propagandaya maruz bırakılıyor, küçücük yavrulara koro halinde kahramanlık şarkıları söyletiliyor, şiirler ezberletiliyor, savaşı öven uzun metinler yüksek sesle okutuluyor.
Bir zamanlar oyun oynayan çocukların şen çığlıklarıyla çınlayan okul koridorlarında artık uygun adım yürümeye alıştırılan üniformalı veletlerin olabildiği kadar sert topuk vuruşları yankılanıyor.
Çocukların eli her türlü silaha alıştırılıyor, talim yaptırılıyor; el bombası atma egzersizi gibi faaliyetler bir yana, okullarda Rus paramiliter örgütü Wagner Grubu’nun üniformalı temsilcileri konferans verdikten sonra hep birlikte poz verdiriliyor.
Münferit mücadele
2025 Sundance film festivalinin dünya belgesel sinema klasmanında özel jüri ödülüne layık görülen Bay hiç kimse Putin’e karşı (Mr.Nobody against Putin) adlı film bizi Ural dağlarının kıyısına, kasvetli Karabaş kasabasına sürüklüyor.
Geçenlerde Göteborg Film Festivalinde seyirciye ulaşmış olan Çekya-Danimarka ortak yapımı 90 dakikalık filmin yakında Selanik Belgesel Festivalinde de gösterilmesi öngörülüyor.
Yönetmen hanesinde DavidBorenstein’ın yanında gördüğümüz Pavel (Paşa) İlyiç Talankin okulumuzun hem pedagog, hem kameraman, hem de eğlence organizatörü olarak filmin lokomotifliğini layıkıyla üstlenmiş vaziyette.
Vatan haini yaftasının kolaylıkla yapıştırıldığı olağanüstü hal sırasında, iktidarın yalanlarına kanmayan Paşa, öğrenciler tarafından çok sevilmenin verdiği özgüvenle militarizasyona muhakkak ki direniyor, çektiği video görüntüleriyle eğitimin düştüğü pespayeliğe bizim de teferruatıyla şahit olmamıza imkân tanıyor.
Ne de olsa askerî propagandaya ayrılan fazlasıyla geniş vakitler, çocukların klasik müfredat derslerinde gerilemesine ve neredeyse eğitimsiz kalmalarına yol açıyor; tahmin edilebileceği gibi de manipülasyona karşı çok daha açık olmaları rejimin istikbaldeki planları çerçevesinde kolaylık sağlıyor.
Karabaş kasveti
Bakır izabesinin yapıldığı heyulayı andıran sanayi tesisinden ötürü Karabaş’ta halkın kronikleşmiş sağlık problemleri yetmezmiş gibi askere gencecik yaşta alınmış erkeklerin cepheden ölüm haberleri geldikçe kasvet iyice artıyor. Rusyanın sektördeki en büyük fabrikasının yıkıcı varlığına rağmen sempatik kahramanımız memleketini ve mesleğini çok seviyor, adeta bir şair edasıyla neleri sevdiğini tane tane sıralıyor.
Ayağa düşmüş “Beğenmiyorsan terk et!” lafının Rusçasına biz de talim ederken aklıselim Paşa’nın memleketini kusurlarıyla kabul etmesi ve “Bir problem var!” cümlesinin herkesçe sarf edilmesini beklemesi epeyce romantik sayılabilir. Ne de olsa gezegen çapında sistem inkârlardan, yalanlardan ve iftiralardan besleniyor ve “toz pembe” olabilen propagandayla güdülen halkın koyun sürüsü gibi davranması bekleniyor.
Diğer yandan “Ülkeni sevmek bayrak asmakla, millî marşı söylemekle olmuyor” diyor sağduyulu kahramanımız.
Paşa’nın okuldaki odası mütemadiyen öğrencilerle dolup taşıyor, her yaştan öğrenci mevzubahis odada fikirlerini rahatça paylaşıyor, özgürce iletişime geçiyor, gerektiğinde layıkıyla eğleniyor. Paşa zihinlerinin açılması için çaba gösteriyor, çocukları kendilerini ifade etmeye alıştırıyor, çocukluklarını yaşamalarına uygun zemini daima hazır ediyor.
Devletin maşası olmayacağım
Ahlaki duruşundan hiç taviz vermediği gibi muhalif tavrını açık açık gösteren Paşa’nın istikbalinden yalnız kendisi değil, biz de endişe duymaya başlıyoruz bir süre sonra. Yaşadığı apartmanın karşı kaldırımına park etmiş polis otomobilinin varlığı bilhassa Karabaş gibi bir kasabada kolaylıkla kötüye yorulabiliyor ne de olsa. Böyle zamanlarda muhbirlerin ve şakşakçıların icraatları da yoğunlaşabiliyor.
Lakin Paşa’nın okuldaki meslektaşlarından biri olan Pavel Abdulmanov militarizasyon projesine gönülden sarılıp çocuklara yönelik beyin yıkama faaliyetine hızla intibak ediyor.
Tarih öğretmeni olmasına rağmen, Stalin için istihbarat şefliği, Gulag sisteminin kurucusu, siyasi mahkûmların işkencecisi, ajan avcısı veya Stalin’in tetikçisi gibi faaliyetlerle tanınan kişilere hayranlık beslediğini ve her birinin adeta idolü olduğunu söylemekten de utanmıyor.
Kahramanımız Paşa okulun video çekimlerinden resmen mesul olduğu için normalde hiç bilemeyeceğimiz bu ve bunun gibi dinamikleri içeriden biri olarak belgelendiriyor; çekilen filmleri (ve kendisini) Rusya dışına çıkarma misyonunu benimsemiş olduğundan ilmeğin günbegün daraldığını biz de tenimizde hissediyoruz.
Bu arada iktidar yalakalığını layıkıyla sürdüren zebani gibi Abdulmanov kısa zamanda sivriliyor, verdiği derslerdeki başarısı düşmeye meyilli olmasına rağmen yılın öğretmeni ödülüne layık görülüyor ve ona mükâfat olarak tahsis edilen yeni daireye yerleşmeye hazırlanıyor.
Cepheden ise devamlı ölüm haberleri gelmeye devam ediyor; günde ortalama 1000 askerin savaşta kaybedildiği bilinse de iktidarın sayıyı mümkün olduğunca düşük göstermeye çalıştığı kulağımıza çalınıyor.
Devletin piyonu olmaya hiç niyetli görünmeyen Paşa’nın “Hür bir memleket olsaydı terk etmek zorunda kalmazdım” cümlesi filmin sonunda birçok kişinin hislerine tercüman olmakla kalmıyor, belgesele de damgasını vuruyor.