Bir yıl daha bitiyor. Sanki adetten olmuştur, biten yılın son yazısı deyip yeni yıl için güzel dilekler dilemek. Hoş, bu iyidir de.
Türkiye’deki sistemin karakteristik özelliğini bir cümle ile ifade edin deseler, yurttaşına gün yüzü göstermemesidir derim. Vesayet rejimleri, darbeler, plebisiter diktaya gidiş… Bir yılı daha bitirdik, yeni bir yıla güneşsiz giriş.
Böyle bir ortamda yazıyorlar, yazıyorum.
Öncelikle bir edebiyat yazarıyla, bilimsel ve siyasal alanlarda kitaplar yazanlarla medya köşelerinde yazanların arasında bir yığın nitelik farklarının olduğunu belirtmeliyim. Bu anlamda ben kendimi diğer sözünü ettiğim yazarlarla eşit görmüyorum. Böyle bir eşitleme, bir orantısızlığı/hadsizliği ifade eder. Ancak yazar tanımını yazmak eylemi başlığı altında bir ortak payda olarak ele alırsak, bu anlamda ‘hepimiz yazarız’.
Yazımı, bu ayırımın ve ortak paydanın farkında olarak sunuyorum.
Neden yazıyorum?
Yazanların kendilerine sıkça sordukları başat bir sorudur bu. Belki de kimileri hiç sormazlar, yazarlar işte. Ancak bu soru önemlidir ve sorulmalıdır. Çünkü bu soru, yazarın kişiliği ile yazdıklarının özdeş olmamasından dolayı bir ölçüde yazarla ama esas olarak ürünüyle doğrudan bağlantılıdır.
Hasan Ali Toptaş’ın “Harfler ve Notalar” adlı deneme kitabının “Ayakta Yazmak” başlıklı bölümünden neşetle konuyu irdelemeye çalışacağım.
Yazmak bir ihtiyaç. Düşüncenin, duygunun kalem ile ifadesi; kâğıt ya da başka bir nesne üzerinde. Sonuçta bir kayıt bu; yazarın öznesinin ve nesnelere düştüğünün kaydı.
Yazmak ‘sesli düşüncenin’ düzenlenmiş, disipline edilmiş, içeriği ve üslubuyla estetize edilmiş hali. Bunu yapabilmenin üç koşulu var; bilgi-duygu-dil!
Önemli olan, hepimizde şu veya bu ölçüde var olan bu üç unsurun yazmaya yetip yetmediğidir. Kimilerinde yazma yeterliliği, düzeyi varken hiç yazmıyorlar. Kendilerini açığa çıkarmayan böylesine bir yığın cevherin olması kuvvetle muhtemel. Kimileri ise yetersizliğine rağmen yazıyor, yazdığını sanıyor. Böyle bir durumda ortaya tatsız tuzsuz bir yemek, insanı rahatsız eden bir koku vb. durumlar çıkıyor ki, şimdilerde bu hal, epeyi yaygın.
Okur için mi yazıyorsun, okura mı yazıyorsun veya kendin için mi yazıyorsun sorusuna verilen cevabı önemsiyorum. Okur için yazan bir yazar, okurun oyuncağı olur. Okurun nabzına göre şerbet vermeyi, okurdan alkış almayı amaçlamış bir yazarın kendine ait nitelikli bir edebi, ahlaki ve düzeyli bir siyasi yapısı olamaz. Olamaz çünkü okur için yazanlar, ayakta yazamadıkları için iktidarın havasını solurlar.
Toptaş, “…Okur için yazmak hem okura hem de edebiyata kötülük etmektir çünkü. Okura yazmak ile okur için yazmak arasında dağlar kadar fark vardır oysa” diyor.
Toptaş devam diyor: “Diyebilirim ki, edebiyat her türlü iktidarın uzağında, bir bakıma, eşim dostum ne der, arkadaşlarım ne düşünür, eleştirmenler nasıl bakar, editörler sever mi, yayıncılar olumlu yaklaşır mı, yasalara uygun mu, ahlaka aykırı mı gibi kaygıların ötesinde bir yerde yapılan çok özel bir uğraştır ve yazar bu yüzden hep ayakta yazar.” (Syf. 159)
Bir diğer deyişle, Hasan Ali Toptaş’ın Michel Tournier’den aktardığı gibi, “Ayakta yazmak gerekir, hiçbir zaman diz çökerek yazmamalıdır.” (Syf. 158) Ayakta yazmak bir tavır ve edebiyat anlayışıdır.
Yazı ile iktidar ilişkisi daha çok bizim gibi ülkelerde hep netameli oldu ve olmaya devam ediyor. Toptaş’ın yukarıda sözünü ettiği ayakta yazanlar sansür, ceza yasaları, yazarın bir yerde çalışıyorsa işsiz bırakılması, yaşam alanlarının daraltılması gibi iktidar kaynaklı bir yığın sorun yaşamaktalar. Böylesi yazarların bir kısmı da iktidarın ideolojisinin/siyasetinin sokaktaki karşılığı olan ‘makbul vatandaş’ tepkilerinin hedefi oldu. Örneğin 1993 Madımak katliamının hedeflerinden biri de Aziz Nesin’in şahsıydı. Nobel ödüllü yazarımız Orhan Pamuk, iktidar yanlısı medyanın da desteğiyle linç edilmeye çalışıldı. Mahkeme kapılarındaki saldırılar tarihe kayıt olarak düştü.
Yazmak, insanı boşaltıyor, boşalttıkça da dolduruyor. Sanki birbirini tetikleyen bir çevrimsel hareket, fasit bir daire. Bu gelgite kapılmak harika bir duygu. Çünkü yazmak üretmektir ve üretmek ise, insanı insan kılan temel eylemlerden biridir.
Düşün dünyasının renklerinden gökkuşağı yaratabilmek ve kâinatın seslerinden bir armonika çıkarabilmek… İnsana ait ne varsa, onları en iyi sözcüklerle bezemek ve varoluştaki çirkinliğin de güzelliğin de resmini dil vasıtasıyla yapabilmek… Yazmak bir kurgu, belki hayattan daha zengin… Yazmak, hayatın yeniden üretimi, insana ait ve insandan daha zengin? Yazmak, insanın en kalıcı yanı… Binlerce yıllık insan kemiklerinin karbon testi yoluyla yaşının tespiti gibi, yazı da binlerce yıllık insan aklının, duygusunun, sezgisinin kapsamlı ve doğrudan bir aracı. Yazar da bu malzemenin, bu kaydın yaratıcısı. Yazmak eylemi, tarihin bir materyali.
Yazmak bir sabır işi; bilginin sonsuzluğunda bıkmadan ilerleme, araştırma, öğrenme işi. Yazmak, çoğu kez iğneyle kuyu kazma işi.
Yazabilmenin koşullarına bir de yeteneği eklemek gerekir diye düşünüyorum. Elbette bu yeteneği, kimi ses sanatçılarının “Allah vergisi” biçimindeki açıklamaları anlamında kullanmıyorum. Fakat doğuştan gelen (genler, beyin hücreleri vs.) kimi verilerin olabileceğinin de güçlü bir ihtimal olduğunu düşünüyorum. Bilginin/öğrenmenin dışarıdan/çevreden edinimi süreci, herkeste eşit işlemez! Bunlar hala açıklanmaya muhtaç konular olup bir gün doyurucu bilimsel cevaplar bulunabilir.
Yazmak, bütün bunlarla birlikte bir ahlak işidir. Metinlerini bilgi hırsızlığı, belge çarpıtma, intihal gibi yollardan oluşturan yazarların fikriyatlarından önce ahlaklarını sorgulamak gerekir. Postmodern denilen bu ortamın yazın dünyasında bu tür eylemlerden ötürü ahlaki çöküşün yaygınlaştığı da bir gerçek.
Octavia Paz: “Yazar, yazısını yazdıktan sonra bir kenara çekilir, tırnaklarını keser” der.
Yazabilirsem, yazıp ve tırnaklarımı keseceğim.
Bundan sonrası okuyucunun. Okur ya da okumaz, beğenir ya da beğenmez. Sever ya da sevmez, hatta tepki duyar.
Yazarın kendisi ve okuru ile ilişkisinin bir boyutu daha var: İsa, çarmıha gerildikten bir süre sonra, yüksek sesle bağırır: “Eloah, Eloah, lama sabaktani?”. (Allah’ım, Allah’ım niçin beni bıraktın?)
Okur için değil, okura yazabilmem için, ey aklım ve vicdanım terk etme bedenimi diye haykırıyorum.
İyi yıllar dileğiyle…