Fotoğraf: Canva
Zamansız bir zamandı. Zamanın zemherisine ayak uyduramayan bir zat vardı. Adı Zaman'dı.
Zaman, zamanını iyi yaşamak istiyordu, ama gel gör ki öyle olmadı:
Anladı ki anlamadığı şeyler vardı yaşamında. Yani aymazlıklar kol geziyordu. Ve zaman kimseye anlatamıyordu farkındalıklarını...
Aymazlıkları bir teraziye alıp tartmak istedi. Olmadı. Tartamadı; çünkü aymazlıkların ağırlığı fazla geldi; ağır bastı. Zaman başını kaşıdı. Düşündü, taşındı fakat bir çıkış bulamadı. Düşündükçe sualleri çoğaldı, kafası daha da karıştı.
Zaman etrafına baktı. Baktı ki etrafındakiler aval aval ona bakıyorlar. Onlarla göz göze gelmeye çalıştı, fakat onlar gözlerini kaçırdılar. Zaman üstünü başını, saçını yokladı. Yüzünü yokladı. Tuhaf bir şeye rastlamadı halinde. "Bu neyin nesidir, ben neredeyim?" dedi. Mütemadiyen kafasını salladı.
Zaman çaresizdi. Etrafındakilere seslenmek istedi. "Ey, kardeş! Neler oluyor? Neden öylece duruyorsunuz?" demek için ağzını açtı. Dudakları oynadı, fakat sesi çıkmadı. Elini ağzına götürdü. Ağzından kelimeleri, cümleleri koparıp çıkarmak istercesine bastırdı yanaklarını, dudaklarını, olmadı. Şaşkınlıktan gözleri yuvasından çıkacak gibiydi. Bu kez parmaklarını ağzına soktu. Dilini tuttu. Sıktı dilini. Parmakları bir işe yaramadı. Gırtlaktan ses çıkarmaya çalıştı, nafile! Ses kurumuş bir çöldü sanki. Sanki, zırhlı, bıçaklı bir barbar koparmıştı kökünden ses tellerini.
Paniğe kapıldı zaman: Saçını başını yine yokladı. Etrafındakileri tuttu ve onları elleriyle silkeledi, tekmeledi... Onlarla göz göze gelmeye çalıştı. Yok! Olmadı. Onlar da onun gibiydi. Onlardan da ses çıkmıyordu. Kimileri oluk oluk gözyaşı döküyordu. Kimileri dövünüyordu, tepiniyordu oldukları yerde... Demek ki hepsi, bir insan kolektifi olarak yutmuştu sesini. Çıkmayan sesiyle, "ateşim yükseliyor galiba", dedi.
Zaman, ayaklarına bıraktı benliğini. Ayaklarının götürdüğü yere teslim edecekti bilincini. Nasılsa az sonra kalan bir dirhem bilincini de yitirecekti...
Küme küme toplanan, putlaşmış insan topluluğundan koptu. Bir bariyeri aşar gibi çarçabuk sıyrıldı onlardan. Yürüdükçe yürüdü!
Bir süre sonra kendisini bir uçurumun başında buldu. Uçurumun önü boş ve kayalıktı. Gözlerinin erişebildiğince uzaklara baktı. Önünde bir nehir yatağı uzanıyordu. Suyu kurumuştu. Suyu kurumuş nehrin karşısındaki dağlara baktı. Olamaz! Onlar da çırılçıplaktı. "Nasıl olur. Ne zaman oldu bu böyle? Yoksa ben mi uyuyordum? Soydaşlarım da uyuyor olmalı ki göremedik yavaş yavaş ölen yeşilliği. Yaşam son buluyor demekki!" dedi çıkmayan sesiyle.
Haykırmak istedi yine. Yine çıkmadı sesi. "Kuşlar! Kuşlar nerede?" Gözleriyle gökyüzünde, etrafında olabilecekleri aradı. Yok! Kuşlar da yoktu. Onlar da susmuştu. Nasıl fark edememişti? "Aman Tanrım!" Başını yine ellerinin arasına aldı.
Zaman, henüz aklını yitirmemişti. Hâlâ yaşıyor ve düşünebiliyordu. Susadığını hissetti sabahın bu erken saatinde. "Su, içmek için su bulmalıyım" dedi çıkmayan sesiyle. Yine, önündeki kuru nehir yatağına kaydı gözleri. Olsa olsa oradan içebilecekti suyu, ama orada da kalmamıştı su. Ağzı kurumuştu. Sesi kesilmişti. Çaresizdi...
Tutamadığı gözyaşları yanaklarından aşağı akıyordu. Ne yazık, az sonra o yaşlar da kuruyacaktı...
(HK/AÖ)