"Bir Ermeni Doktorun Yaşadıkları" kitabını okuyana kadar Dr. Garabet Haçeryan'ı tanımıyordum.
Muhtemelen bu ülkedeki hekimleri çoğu da tanımıyordur. Onun bu güncesinde adlarından söz ettiği Dr. Sarkis Kaltakçıyan'ı, Dr. Çelebiyan'ı ve "gözlüklü Rum doktoru" da tanımıyor, bilmiyordum. Dahası var olduklarından bile haberim yoktu diyebilirim.
Tıpkı 9 Eylül 1922'de İzmir'de "düşman" denize döküldüğünde acaba aralarında "düşman ordusunda görev yapan doktorlar var mıydı ve onlar da denize mi döküldü" ya da o tarihte "İzmir'de aktif hekimlik yapan Türk ve Müslüman olmayan kaç doktor vardı ve onlar daha sonra acaba ne oldular" sorularının yanıtını bilmediğim gibi.
Söz ettiğim kitabı Dr. Haçeryan'ın torunu Dora Sakayan düzenlemiş ve yayına hazırlamış.
Dedesi Dr. Garabet Haçeryan'ın 15 Ağustos 1922'den 7 Nisan 1923 tarihine kadar olan dönemi kapsayan bir günlüğü bu kitapta yer alıyor. Günlükte özellikle İzmir'in "düşman işgalinden kurtarıldığı" 9 Eylül'le 24 Eylül arasındaki 15 gün anlatılıyor.
Dr. Garabet Haçeryan
Dr. Haçeryan 1876 tarihinde İzmit'in Bardizag (Bahçecik) nahiyesinde doğmuş, İstanbul Tıbbiyesi'ni 1901'de bitirerek hekim olmuş. Bardizag'da çalışmış. Birinci Dünya Savaşı boyunca ve özellikle de Çanakkale Savaşları sırasında Türk Ordusunda Yüzbaşı rütbesiyle "doktor"luk yapmış. 1918'de önce eşinin doğum yeri olan Akhisar'da, sonra da İzmir'de hekimlik yapan ve bu arada çeşitli kamusal görevler üstlenen birisi. Hali vakti yerinde, inançlı, vatanına sadık, çok sayıda yardımlaşma ve dayanışma kurumları kurmuş, ya da yer almış bir insan.
Yunan Ordusunun İzmir'i işgali sırasında orada yaşamış, ama işgal bittikten sonra da "Ermeni" asıllı bir "Osmanlı Vatandaşı" olarak, başına bir şey gelmeyeceğine inanan, en karmaşık günlerde bile ev ve çalışma düzenini bozmayan bir "yurttaş".
Ne var ki tüm bu düşünce ve varsayımlarının tümü yanlış çıkmış. Günlüğün yazıldığı bu dönemde kendisinin ve eşinin yakını toplam "on kişi" o dönemde Akhisar'da yaşayan, yüzlerce, belki binlerce insan gibi "kaybolmuş"lar.
Günlüğüne koyduğu notta "bu dönemde, sonuçları beni felâkete sürükleyen bazı hatalar ve akılsızca işler yaptım. Sıkı çalışarak ve onca zorlukla elde ettiğim servetimi ve değerli şeylerimi kaybettim" diyor ve duyduğu acının ve sorumluluğunun bilincinde olduğunu ortaya koyuyor. Ama o her şeyden önce o günlerde mesleğinin gereklerini yapmaya çalışan bir "hekim".
Toplumsal sağlıklılığın ve barışın yolu
Bu ülkede eskiden yaşayan, bugün bile hâlâ izleri bulunan, ama sonrasında bir şekilde "yok olan" Türk ve Müslüman olmayanların başına gelenlere dair ve bunların arasında en çok tartışılan 1915 de, öncesinde ve sonrasında yaşananlarla ilgili pek çok toplantıda aklıma gelen sorular bu kitabı okurken de hep aklımdaydı.
Bu "sorular ve soru işaretleri" her an bendeki varlıklarını sürdürüyor ve sürekli bir rahatsızlık veriyor. Sık sık kendime yanıtını bilemediğim sorular soruyorum, sonrasında da "peki biz ne yapmalıyız", "ben ne yapmalıyım" diyorum.
Çünkü yaşanmışlıkları bilmeden, onların sorumlularını ortaya koymadan, bıraktığı izleri ve onlardan kaynaklanan tutum ve davranışları anlamadan, kısacası bir "yüzleşme"yi yaşamadan, bugünü ve yarını "barış" içinde kurmak, yaratmak ve sürdürmek mümkün değil.
Peki bu "yüzleşme" nasıl olacak, nasıl olmalı? Yaşanan bu "acıların" doğrudan yaşayanı, yaşatanı, tanığı ve yaşayanların yakını olmayanlar bu "yüzleşme"den muaf mı olmalı?
Onların katkı ve katılımı olursa "yüzleşme" dolayısıyla algılar, anlayışlar ve tutumlar daha kolay değişir, o özlenen "barış"a daha kolay, çabuk ve yaygın ulaşamaz mıyız?
"Yüzleşme"nin salt bir "yargılama ve cezalandırma" olmadığı, yaşananların olumsuz sonuçlarının yaraladığı, hastalandırdığı bedenleri ve ruhları "iyileştirmek" için de zorunlu olarak yaşanması gereken bir "durum", "evre" ya da "aşama" olduğu gerçeğini hepimiz fark edip, bunun gereklerini yerine getirmezsek toplum olarak "sağlıklı" olabilir miyiz?
Bu anlamdaki bir "toplumsal sağlıklılık" haline ulaşmak için, tek bireylerin, ama ondan daha da önemlisi bir noktasından bu konuyla kesişen tüm kurumların da bunları kendi özgüllük ve özgünlükleri içinde yapmaları gerekmez mi?
Bilmek, anlamak, fark etmek
İşte o nedenle "Zarakolu'nun Talebine Katılıyorum" başlıklı yazıyı daha önce bianet'te yazmış, bu yazıda aklımdan geçen hekimlerin meslek örgütünün, aynı konudaki sorumlulukları olduğunu vurgulamak için de yeni seçilen İstanbul Tabip Odası Yönetim Kurulu ve başkanına da özel olarak iletmiştim.
Bunu yapmak aslında hekimlerin meslek örgütü olarak bu konudaki sorumluluğun bir gereğidir. Ama aynı zamanda tıp alanının önemli bir kurumu olarak, örneğin "tıp tarihi" konusunda çalışan akademik kurumlar ve uzmanlık örgütleriyle bu konuda bir çalışma başlatabilecek koşul, olanak ve konuma sahip oldukları da bir gerçek. Yani pek çok açıdan doğru bir adres. Üstelik şu sıralarda uğraştıkları pek çok soruna karşın.
Çünkü söz ettiğim insanlar birer "hekim" ve o hekimlerin varoldukları, yaşadıkları, onlara nelerin olduğu, neden öyle olduğu ortaya konulmalı ve onların unutulmaması sağlanmalı.
"Yüzleşme" eğer "toplumsal sağlıklılığımız" için gerekli ise bunun gereğini yapmak da herkes aşısından önemli bir sorumluluktur. Hele hele işi "sağlık" olan bir mesleğin uygulayıcılarının örgütü bunu yapmak zorundadır.
Bu sorumluluğun yerine gelmesi konusunda şimdi hekimlere bir açık çağrı yapıyorum:
"Türk ve Müslüman olmayan hekimlerin yaşadıkları gerçekleri ortaya koyma, anımsama ve yüzleşme konusunda yapılması gerekenlerin olduğunu düşünüyor ve bu konuda katkıda bulunmak istiyorsanız söz konusu çalışmayı orada birlikte gerçekleştirelim ve üzerimize düşeni yerine getirelim."
Hem kendimizin hem de dolaylı olarak toplumun sağlığı ve sağlıklılığımız için.
Ne dersiniz? (MS/EÜ)