Öncesinde Ağustos 2015’den Kasım sonuna kadar beş kez belirli günlerde “Sokağa Çıkma Yasağı” ilan edilen şehrin kalbi Sur’da 2 Aralık 2015’de konulan yasak 9 Mart 2016 akşamı yüzüncü gününe saatler kaldı “bitti” dendi.
Sahiden bitmiş miydi? Biten neydi! Biten, sur mahallelerinde kazılan, kurulan hendek / barikatların arkasındaki gençlerle birlikte yaşama dair ne varsa “bertaraf” edilmesi miydi? O barikatlar, hendekler arkalarındaki insanlarla birlikte öldürülüp yok edilince “mesele” hallolmuş oluyor muydu?
Kaba tabiriyle elbette değil. Hâl olmuş olmuyordu! Sadece hâl edildiği sanılıyordu, o kadar…
Valiliğin “yasağın bitirildiği” ilanının akabinde Sur’a tekrar gittim. Hoş birkaç gün önce yasaklı olmayan mahallelere yine birkaç saatliğine gitmiştim ya! Bu kez farklıydı. Önceki gidişimin tek tük açık olan dükkânlardaki ruh halinin dışında daha bir “canlılık” hissiyatı fark etmiştim bu defaki gidişimde.
Yasağın kaldırıldığı ifade edilmişti ya! Aslında “fiili yasak” sürüyordu.
Eski adıyla Bağdat Caddesi olan Gazi Caddesi’nin sokak başlarının istisnasız tümü çift taraflı olarak polis barikat ve güvenlik (ya da seyyar karakol) noktaları ile tutulmuş durumdaydı. Etrafları kum torbalarıyla tahkim edilmiş, brandalarla kapalı bir vaziyetteydi. Fotoğraf çekmek isteyenler kadraja polisler girmesin diye sürekli uyarılıyorlardı.
Acayip bir askeri, polis ve DSİ (devlet su işleri) logolu ağır araç gidiş gelişi vardı. Damperli kamyonlar sürekli yıkılmış mekânların hafriyatını şehir dışına taşıyorlardı.
Ulucami’nin önündeki belki yüzlerce yıldır meydan ve toplanma yeri vasfını koruyan alandaki açık alan kahvesi insanlarla doluydu. Halktan tanıdıklarla merhabalaşıp oturduk, çaylarını içtik. Bütün yaşanan 100 günlük ezaya cefaya rağmen gözlerinde umut ışığı vardı. Sırtlarını Ulucami’ye dönmüş, yüzlerini hemen karşıdaki sokağın içinde yer alan dükkânlarına bakıyorlardı. “Denedik, sur dışında geçici mekânlarda yasaklı hâlin ilk günlerinden sonra sanatımızı icra etmeye. Ama yapamadık. İçimizden gelmedi. Sur, bir başka! Burada sadece iş değil, nefes aldığımızı hissediyoruz. Bunca tahribattan sonra daha ilk gün halk ne oldu, ne bitti diye hemen Sur’a dökülüyorsa burada umut yitmemiştir demektir” diyorlardı…
Bazen bir felaket gelir, önüne kattığını kasıp kavurur. Bu da öyle bir duruma delalet ediyordu. Sahiden, devletin “orantısız” güç gösterisine dönüşümü yaşandı. Fiili bir savaş durumunda yapılması gereken ne varsa devletin bütün örgütlü kurumları marifetince yapıldı, medyası, bütçesi, askeri, polisi bütün yönleriyle…
Binlerce yıldır biriktirilmiş, korunmuş, kente her gelen kavmin kendi kavlince restore edip, ya da yeniden yapıp üzerine mührünü taşa basarak pekiştirdiği mekânlar yıkılıp, yıkıntıların üzeri bayraklarla donatıldı.
Sahi, bu muydu zafer!
Neyin övüncü, neyin gururuydu peki!
Kime karşı kazanılmıştı “zafer!”
Doğrusu 1915’de Ermenilere yönelik “büyük felaket” ve 1925’de yaşanan Şeyh Said Kıyamı sonrasında yüz yıllık zaman dilimi içinde çokça yıkımlar, kıyımlar, felaketler yaşadı coğrafya ve şehir.
İtiraf edilmeli ki; kenti kent yapan değerlerin en kıymetlilerin konumlandığı mahallelerdi sokağa çıkma yasağının ilan edildiği o altı mahalle! Şehrin kültürel, tarihi nabzı oralarda atıyordu. Kente gelen konuklar önce oraları ziyaret etmek istiyorlardı.
UNESCO Kültürel ve Tarihi Miras listesine dâhil etme kararını “oralar” nedeniyle vermişti.
Şimdi artık “o mekânlar” savaş mağduru, savaş vurgunu, harabeler halinde. Henüz göremedik. Yarın o mahallelerin yasağı kalktığında nasıl gidip görmeye yüzümüz olacak, onu da henüz bilmiyoruz.
Taşlarına gururla baktığımız camilerin, kiliselerin, hamamların, kadim evlerin ruhu zedelendi. İnsanları göçertildi. Yeniden o mekânlar ayağa kaldırılır mı? İnsanlar o taşlara sırtlarını dayayıp gücünü taştan alıp soluk alır mı? Belki…
Ama ruhumuzun, kalbimizin, bedenimizin bir yerinde her o mekânlara gittiğimizde kendimize şu sözü belki de sadece kendimizin duyacağı bir sesle söylemek durumunda kalacağız: Unutma, yapılanları asla unutma! Unutursan, unutulursun…
Tıpkı 45 yıl evvel bu ülkenin bahtına kara bir bıçak gibi saplanan 12 Mart’ı unutmaman gerektiği gibi! Belki de böyle bir hatırlatmanın 12 Mart gününe denk gelmesinin ironisi gibi… (ŞD/HK)
* Fotoğraflar: Eren Karakuş