“Altı Üstü İstanbul” Ercan y Yılmaz’ın İthaki etiketiyle yayımlanan yeni romanı.
Roman, bir hayli ilginç ve dikkat çekici.
Yılmaz'la romanı üzerine söyleşmek isteme nedenlerimden biri de bu.
Aklıma takılan, kıyıda köşede kalmış soru işaretlerini ya da romanı genişletecek, anlamamıza yardımcı olacak birkaç soru yönelttim. Roman deneysel bir tarza yakınlaştıkça uzaklaşıyor.
Yakınlığı: dili zorlaması ve üç anlatı türüne sırtını yaslayarak dilin elastik halini sonuna kadar hatırlatması.
Uzaklığıysa: okudukça kelimelerin dilinizde bıraktığı nahif tat. Teşbihte hata yapmayı göze alarak söylersem; vasabi gibi tadını sonradan alıyorsun, etkisini sözcükleri yalayıp yuttuktan sonra hissediyorsun; yavaş yavaş dağılıyor vücuduna.
Nazarımda, görmenin, hissetmenin, duymanın, beklentilerin romanı desem sanıyorum daraltmış olurum. Daraltmak istemediğimden uygun başlık şu olurdu: Doğaya ve İstanbul’a saygı… Bunu hak edecek yeterince emek de var serzeniş de var duyarlılık da var.
İki ayrı dünya, iki ayrı gerçeklik, iki ayrı şehir… Düşle gerçeğin birbirine geçtiği, birbirini tamamladığı bir hezeyan, bir çağrı, bir var olma isteği olan roman.
"Yeniden başlamak için"
“Dav kulaklarını kabarttı. Kulağının havzasına dolan sesler ruhunu yüceltti. Her sabah olduğu gibi teşekkür etti doğaya.” (sf:32) Bunun gibi birçok yerde doğaya methiyeler dizilirken elbette ki bir talanın anatomisini yazmayı es geçmemişsiniz. Fazla uzatmadan buradan yola çıkarak ilk sorumu sorayım.
Gözler kapalıyken ya da düş halindeyken, “Gözlerini açma, açarsan dünyaya düşersin” diyorsunuz ya, dünya diye kötü bir yeri tasvir ediyorsunuz, cehennem gibi bir yer mi?
Dünya başlangıçta nedir bilemem ama şimdi giderek cehennem tasvirlerine benziyor. Bunun müsebbibi elbette insan. Başka gezegenler arıyoruz, başka galaksiler… Yeniden başlamak için.
Eminim öyle bir imkân varsa dünyanın doğası yapılan saygısızlıktan ders alınacak. Ama şu yeşil mavi gezegene yaptığımız yanımıza kâr mı kalacak? Tabii ki değil, birkaç senede bir gelişen viral hastalıklar, atmosferden kaynaklı hastalıklar ve doğal afetlerle doğa, insanın ettiğini ona hatırlatıyor.
"Doğaya muhtacız"
Filmlerden sıkça gördüğümüz mezar merasimlerden ‘Topraktan geldik toprağa gidiyoruz’ deyişini romanda çokça hissettim. İnsanın doğanın bir parçası, yaşarken de ölürken de; gizli bir kordonla bağlıymışçasına, kesilince o kordon, nefes alamıyormuşuz gibi. Yanılıyor muyum?
Yanılmıyorsunuz. Üzerimizde, içimizde yaşayan mikroorganizmalar için biz neysek; bizim için de doğa odur. Birbirimize değil, biz ona muhtacız.
“Boyumca çiriş çiçekleri, adım başı karabaşotları, öbek öbek pisipisiler, parlak karahindibalar, papatya türleri; serviler, akçaağaçlar, çınarlar, meşeler, ladinler toprağın mutluluğu için bir aradaydılar,” diyorsunuz bir yerde. Bana büyük ve mutlu bir aileyi anlatıyormuşsunuz gibi geldi. Toprak ana, üzerindekiler çocuklarıymış gibi.
Kesinlikle öyleler. Her şey birbirini tamamlıyor doğada. Birbirini yaşatıyor. Bazı ağaçlar yandaki ağaçlar güneşten faydalansın diye uzamıyor bile. Gürleşmiyor ağaç, başka bir ağacın dalına zarar vermemek için. Çiçekler kokularını kelebek, böcek ve arılar için salıyor. Onlar da çiçeklerin üremesine yardımcı oluyor. Başka ne diyebilirim ki, doğaya yaklaştıkça insandan soğuyorsunuz. Bu çok acı!
Günlük hayatımızda kullandığımız, yediğimiz, kokladığımız ya da sadece görüntüsü karşısında mest olduğumuz bazen şifa edindiğimiz ama çoğunlukla hayatımızdaki yerini uzun uzadıya sorgulamadığımız bitkileri, çiçekleri, ağaçları okuyucuya belletiyorsunuz. Mesela, Ebegümeci, baobab ağacı, adamotları ya da nam-ı diğer yebrûhusanemi, çobançantası, çiriş otu ve daha birçoğu... Bunlarla ilgili araştırma mı yaptınız yoksa mesele o değil, mesele insanlar her şeyi kendine yoruyor, doğadaki her şey insan için değil mi diyorsunuz, ne diyorsunuz?
Ne münasebet, neden doğadaki her şey insan için olsun ki! Bu ancak hastalıklı beyinlerin fikri olabilir. Ortalama 80 yıl ömrü olan ve bu mühletin ilk 20 yılında “ebeveyne muhtaç” ve son 20 yılında “bakıma muhtaç” olan bir varlık neden doğanın sahibi olsun! Bu insanı küçümsemek değil. İnsanın yerini bilmesi en çok onun hayrına olur.
Gelelim bitkilere… "Altı Üstü İstanbul" romanı beni doğaya yaklaştırdığını itiraf edeyim. Bir yönüyle beni terbiye etti. Öncesinde de ilgim vardı doğaya.
Çocukluğumda telisle tepe, tarla, bayır, çayır dolaşır mutfak için ot toplardım. Çeşit çeşit tereler, hardal otları, yerelmaları, yabani bezelyeler, zuzubaklar, kenger, çediotu; tuzik, êlîbadir gibi…
Romanla beraber kaldırımın betonunu delen çiçeğin, refüjde beliren otun; onların üzerine konan böceklerin adını öğrenmek için çalıştım. Her gün karşılaşıyorduk ama adlarını bilmiyordum. Bir insanla tanışırken ilkin adını öğreniyor ya… Roman bana o canlılara birey gözüyle bakmayı öğretti, öyle öğrendim isimlerini. Teşekkür ederim romanıma.
"Yürümenin keyfini aşkla yaşayabilir"
“Dünyada insan harici bir varlık olmanın, kuş olmanın zorluğunu düşündü. Bir köpek olmanın, balık olmanın, kuş olmanın; çiğdem, meşe, akağaç olmanın zorluğunu…” bu paragrafta çok güçlü bir empati yetisi gördüm, ne dersiniz?
Empati de var, lakin sempati kavramı daha uygun olabilir. İnsanın harap ettiği doğayı düşünerek diğer canlıların çektiği zorlukları, yaşadıkları acıları paylaşma…
Günlük hayatımızda, belki biraz da tempodan kaynaklı ki devir hız çağı olduğundan annemize ya da babamıza ya da kısacası sevdiklerimize gerekli ilgiyi gösteremiyoruz. Özelinde Dav’ın annesine olan hürmetinin kaynağı ne? Yoksa bir örnek mi sunuyorsunuz?
Dav doğadan geldiğini bildiği için annesine sığınıyor. Burada ana-oğul ilişkisini doğal kurmaya çalıştım.
Edip ve Kev İstanbul’u el ele arşınlarken her şeyi, her yeri ilk defa görüyorlar sanki. Aşk nesneye, mekâna, insana başka bakmayı mı öğretiyor?
İnsan âşık olunca bokböceklerinin bülbül gibi şakıdığını duyabilir. Ağaçların ne kadar güzel olduğunu unutmuşsa pekâlâ tekrar hatırlayabilir. İstanbul’un trafiğinden bıkmışsa yürümenin keyfini aşkla yaşayabilir.
İstanbul şehrini anlatırken, tanımlarken herkesin İstanbul’unu anlatıyorsunuz; kuranı, inşa edeni, bırakıp gideni, gitmek zorunda olanı, gönderileni, fethedeni ve en güzeli de sahip çıkanı. Fakat milletlerin gözünden baktığınız gibi sınıf cephesinden de bakabilirmişsiniz sanki yanılıyor muyum?
Yanılmıyorsunuz, İstanbul’a birçok açıdan bakılabilir. Altı masal üstü hasar bu şehir buna imkân tanıyor.
Romana baştan beri eşlik eden ama daha çok flu kalan, arka planda yürüyen Gezi Olayları var. Arkada dumanı yükselip duruyor, bir hayalet gibi orada ama orada da değil, çünkü romanın bir yerinde de söylediğiniz gibi, nedenden çok nasıl anlattığım tek derdimdir dil. Yıkma yok, yakma yok, yağma yok, sadece dayanışma var. İktidarlar neden bu kadar dayanışmadan korkuyorlar?
Tüm iktidarların korktuğu şeydir dayanışma. Onun için gösteriler, konserler, yürüyüşler, bir arada bulunmalar yasaklanıp duruyor. İktidarlar dağınık bir muhalefet sever. Yoksa onları dağıtacak çalışmalar yapar.
Gezi Direnişi romanda karşılaşılan bir varlık. Zaten Dav, Aydos’ta İnce Vadi de kendi “Gezi”sini yaşıyordur. Bu gören olmuyor maalesef. İnsanların ilgisi Gezi Parkı’ndadır.
Burada kimsenin Gezi Parkı’nı suçladığı yok. İnsanların ilgisi Gezi Parkı’nda olmasa da Aydos’a yöneleceği yoktur aslında. Gezi, kapımızın önünde son ve her yerden görünen ağaçtı.
Sıranın ona gelmesi; yüreği doğa için atan, çocuklarına yeşil bir ülke bırakmak isteyenlerin sokağa çıkmasını sağladı. O ağaç, tüm ağaçları temsil ediyordu, bir ağaçtan çok, temsil yeteneği geniş ve güçlü olan bir varlık.
Gezi Direnişi romanda az yer tutuyor. Romanın merkezinde doğa var, çevreyle ilgili bir roman olarak düşünülebilir.
(HB/EMK)