Dünyada çok az yapı böyle tuhaf hayaller ve birbiriyle alakasız gerçekler arasında gidip gelmiştir.
Bugünkü bir kalıntı olarak varlığı da, restorasyonu da, yeniden işlevlendirilmesi de sanki hayaller ile gerçekler arasında gidip gelmektedir.
Evet, dağın tepesindeki bu dev ahşap yapı, Büyükada Rum Yetimhanesi tıpkı Atlas okyanusunun dibinde duran Titanic gibi bir hayal olmayacak kadar gerçektir. Ama aynı zamanda gerçek olamayacak kadar da bir hayaldir.
Yapımcıları, hayalin sahipleri denizde neredeyse bugünkü vapurlardan daha hızlı bir ulaşım sağlayan gemiler, sahil ile bina arasında daha o tarihlerde yeni bir icad olan otomobiller çalıştırmayı hayal etmişler.
Calais'den Londra yolcularını alıp Paris'e uğrayan Orient Express ise seçkin yolcularını hiç durmaksızın sınırların ötesine taşıyan bir lüks gemi gibi tasarlanmıştır: Çift akslı hareketli dingili sayesinde dönemeçleri alabilen boyu uzatılmış ve içinde uyumaya elverişli süspansiyona sahip, odalara ayrılmış yataklı vagonlar, yemek ve oyun salonları...
Bu hayal, Avrupa'nın başkentlerinden, demir, çelik teknolojisinin en yenilikçi ürünlerine, bankerlerin ve girişimcilerin sermayeleri ile birleşen cesaretlerine ve müthiş rafine bir işletme sistemine dayanarak tasarlanan bu çılgın proje, son aşamasına kadar adım adım gerçekleştirilmiş ve 20. yüzyıl başına doğru Büyükada'nın Hristos tepesine kadar uzanmıştır.
Ama bu koskoca yapı, Büyükada'nın tepesine inşa edilmiş olsa da, gene de bir gerçek değil, bir hayaldir. Bütün savaşlara, yıkımlara, felaketlere rağmen o tarihlerde Büyükada dönüşmüş, Avrupalı seçkin turistlere hitap edebilecek şekilde lüks otellerle donanmıştır. Bugünden bakınca bu tarihi gelişmeler, kişilikler, olaylar gerçek oldukları kadar hayaldir.
Bunu nereden anlarız? Otel olarak inşa edilip, olamamasından. Yetimhane olmasından, olamamasından.
Yetimhane binasının o tarihlerde İstanbul'un en büyük oteli olarak 1900'lere yaklaşırken Büyükada'da inşa edilmesi de bu açıdan benzer bir mesaj içerir:
O tarihlerde, Büyük Avrupa düşünün egzotik bir başkenti olan İstanbul'un bu niteliğini geliştirmeye dönük bir adımdır. Demiryolları ile Paris'e, Viyana'ya bağlanan ve parlamakta olan bu şehri bir adım daha ileri taşımak.
Yapının tarihindeki kırılma noktaları aynı zamanda önemli siyasal arka planındaki gelişmelere işaret eder.
Bu devasa yapıyı neden buraya yapmışlar?
"Bu dev yapıyı neden Hristos Tepesi'ne yapmışlar, sahilde ya da İstanbul'un başka bir yerinde yapmak yerine?" Günümüzde tarihe meraklı ziyaretçiler genellikle bu soruyu sorarlar.
Yapılar bulundukları yerlerle ilgili bize bilgi verirler. İstiklal Caddesi, 19. yüzyılda elçiliklerin bulunduğu bir mekandı, bu yüzden Rus Sarayı buradadır. Bankalar Caddesi bankaların bulunduğu bir yerdir. Osmanlı Bankası bu nedenle buradadır.
Dünyanın en büyük ahşap yapısı olduğu iddia edilen Büyükada'daki Rum Ortodoks Yetimhanesi de bu nedenle bizi bu soruyu sormaya yöneltir.
Prinkipo Palace'ın Sultan Abdülhamit'e önerilen dev projelerden en önemli farkı belki de gerçekleşmiş olmasıdır. Projeyi yapan Vallaury gibi hayalleri olan bir mimar ile gene benzer bir girişimci buluşmuş ve ortaya bu yapı çıkmıştır.
Bu yüzden Prinkipo Palace-sonraki adıyla Yetimhane, sonraki tarihinde de görüleceği gibi hayal ile gerçek arasında durur. Buradaki muhayyile ne ölçüde dünyada olacakları önceden bilir? Modernleşme biraz böyle bir şeydir: Olacak olanı önceden bildiğini zannetmek, bilirken bilememek...
Bu muazzam girişim, bu çılgın proje aslında hayal dünyasında bir kurgunun gerçekleşmeye doğru yol almakta olduğunu, yeni bir şehir imgesinin tasarlanmış olduğunu gösterir: Afişler, gazete ilanları, rehberler... T
am bu noktada bir kırılma gerçekleşir ve hattın üzerinde yeni ulus-devletler kurulmaya başlar. Otelin içinde bir de "kazino" tasarlandığı için Sultan'ın izin vermediği söylenir. Ancak sorunun iyi araştırılması gerekir. Acaba tek neden bu mudur?
Bu demiryolu ağı üzerinde kurulan ulus devletlerin yarattıkları sorunlar, bu yatırımları finanse etmek için öngörülmüş olan kamu mali sisteminin krize girmesi ve demiryolu için devletin aşar vergisinden ayrılacak payı ödeyememesi ve elbette Büyük Savaş'ın epey öncesinde İmparatorluk merkezinde farklı hayallerin çarpışmakta olması başka nedenlerin bulunma ihtimalini de düşündürür.
Kaçınılmaz bir başka soru: Yetimhane hala hayatta mı?
Dikkati çeken ilk şey bu dev yapının fiziksel olarak hala hayatta olduğu. Evet, hasar büyük. Ancak Yetimhane hala son nefesini vermemiş!
Kendisi bir hayal olan bir yapı bu durumda nasıl yaşayabilir? Onun yok olma hali başka bir taraftan bakıldığında bir başka yaşamın dinamiği olarak değerlendirilebilir: Kollektif bir muhayyile denen şeyin imkansızlığı.
Bugün de bu imkansızlık taptaze bir biçimde karşımızda duruyor. Dolayısı ile yalnızca Yetimhane'nin diğerleri gibi yıkılıp, "aslına uygun" inşa edilerek yok edilmek yerine hayatta kalmasının nedenini de buna bağlayabiliriz: Tamamen bir hayal olmasına.
Neden derseniz, başka bir şeyi aramanız gerekir: Yetimhane'ye dışarıdan bakıldığında, onun (muhayyile problematiğinin) içine girilmediğinde yok olmakta olan şehirdeki sıradan ahşap yapılar ile onu karıştırmak mümkün.
Yapının kimi yerlerindeki hasara dışarıdan baktığınızda "Eğer bu ölçüde dış kaplamaları, çatısı hasar gördüyse, muhtemelen geriye korunacak fazla bir şey kalmamıştır" diye düşünebilirsiniz, doğal olarak. Görünüm ürkütücü. Ancak biraz yapıyı keşfetmek için çaba gösterdiğinizde durum değişiyor. Çünkü Yetimhane sıradan bir ahşap yapı değil.
Suya maruz kalmasına rağmen bugüne geldi
İçeri girdiğinizde ve daha ilk bakışta bu cesametteki bir yapının dönemin sıradan ahşap yapılarından farklı olarak, özel bir strüktürel konsepsiyonla tasarlandığı hemen fark ediliyor.
Yani yapı ilk aşamada, bir otel olarak tasarlanırken, bilinen ahşap yapı detaylarından bir bütün olarak farklı bir taşıyıcı sistemle gerçekleştirilmiş.
Örneğin döşemelerde 40 cm aralıkla kullanılan 40x10 cm'lik kirişleme sisteminin bunca su almaya rağmen sağlam olduğu görülüyor. Bu ahşaplar suya maruz kalmalarına rağmen havalandırma sayesinde neredeyse beton bir yapıdan daha sağlıklı bir şekilde bugüne gelmişler.
Bu kirişleme sistemi tavanlarda ayrıca 5x15 cm'lik gibi gözüken daha sık merteklerle kaplamayı tutmak üzere tamamlanmış.
Bu da yapının yeniden işlevlendirme ve kullanım biçiminin ve mimari restorasyon projesinin yaratıcı fikirlerle gerçekleştirilebileceğini gösteriyor. Yapı mühendislik açısından her yönüyle bir inceleme konusu olabilir ancak kullanılan ahşabın kalitesi, mimari detaylar göz önüne alındığında bundan neredeyse 20 sene önce gündeme gelen "çatının geçici olarak örtülmesi veya yenilenmesi" fikrinin bugün hala geçerli bir müdahale olduğunu düşündürüyor.
Bu durumda genelde restorasyon adını verdiğimiz özel mimarlık deneyimi ile bu yapıya özel bir yöntem izlenebilir. Örneğin yapının bir bölümünde, bu devasa bütünün içinde, onunla asla bir temsil rekabetine girmeden, ama onunla karşılıklı bir ilişki içinde yer alabilir ve ona yeniden yaşam verebilir.
Bu ise zannedersem ancak hem yeniden işlevlendirme, hem mimari tasarım aşamasında anonim kalıpların, araçsal bakışların baskısından yapıyı kurtarmakla, onu konuşturmakla mümkün olabilir.
Söylediğim gibi koşullara ve yarım asırlık ilgisizliğe ve başka sorunlara rağmen bu anıtsal yapının zamana direndiği görülüyor. Bu yüzden çatının acil onarımı (ve belki de işlevinin belirlenmesiyle, projelerle, finansman bulmayla vesaire ile geçecek zamanı kaybetmeden) ilk yapılması gereken acil iş olabilir.
Bu görkemli mekan aynen geleceğe taşınabilir
Örneğin çatısını onarmak alan değil, her şeyiyle yeniden yapmak. Çatıyı taşımak için de mevcut strüktürden yararlanarak en üst katta yeni bir taşıyıcı sistem çatmak. Alt katlara indiğinizde ise yapının kullanılabilecek bir dolu hacmi olduğunu görüyorsunuz. Örneğin Büyük Salon. Çatı tamir olduğu takdirde bu görkemli mekan aynen geleceğe taşınabilir.
Sağlam vaziyette olan diğer mekanlar da kullanılabilir. Hatta onu bir imar hakkı gibi görenlerin hayal ettikleri gibi içinde cam ve çelik kutular (salonlar) ve tüplerden (koridorlar) oluşan bir yeni bir iç mekan kurgusu bile yaratılabilir.
Böylece yapı bölüm bölüm kullanılabilir ve içinde dolaşılabilir hale gelebilir. Ayrıca iklimlendirilmiş, çalışma mekanları, seminer odaları, etkinlik, sergi salonları yapılabilir.
Bunun için bildiğimiz "aslına uygun yapmak" gibi bir kalıpla gerçekleşecek restorasyon çalışmasının Yetimhane'yi yok edecek aşırı köktenci bir yaklaşım oluşturduğu kanaatindeyim. Bir örnek vereyim:
Yetimhane'nin bir ucunda olduğu gibi kalmış olan bu mutfağı ne yapacaksınız? Adı "mutfak" diye onu mutfak olarak mı kullanacaksınız? Karşınızda en az 120 yıllık bir kalıntı var.
Adı "mutfak" diye mutfakta işlevsel yenileme yapmak, onu kullanmaya çalışmak acaba hafızaya sahip çıkmak mıdır? Yoksa yok etmek midir? Yetimhane'yi görünümünde "aslına uygun" hale getirmek acaba ne kadar korumaktır?
Bu sorulara "otomatik" cevap vermek mümkün değil. Bu yüzden mimarlığa ihtiyaç var. Yetimhane içi boş bir strüktür ve hafıza belgesi. Sağlam vaziyette iç mekanlar var, mesela salon, yemekhane, holler, mutfak gibi...
Pekala farklı öneriler getirilebilir, örneğin Centre Pompidou gibi yapının zamansallığı ayrı, eylemin zamansallığı ayrıştırılabilir ve araya mesafe konabilir! Eğer mutfak yarım asır önce bir anda terk edilmemiş olmasaydı, hiç şüphesiz günümüze değişerek, yenilenerek gelecekti..
Eğer restorasyon çalışmasında işlevsel bir yenileme yaparsanız, buradaki tezgahları, fırınları, kuzineleri söküp yerlerine paslanmaz çelik bir mutfak mı koyacaksınız? Soru herhalde şu olmalı: Yetimhane'nin mutfağı mutfak olarak mı kullanılmalı?
Nasıl bir tercih yapılmalı?
Bunların hepsini hayal etmek için önce düşünce ortamını açmak için bir davet yapılması lazım.
Kültürel mirasın korunması sorunsalı tam da böyle bir mimari problemle yüzleşmek durumunda: Mutfağı mutfak olarak kullanmaya kalkarsanız, bu yaptığınız onu korumak değil, imha olur.
Bu mekanı sırf adı "mutfak" olduğu için, iş görsün, ihtiyaç karşılansın diye yeniden mutfağa dönüştürmek olsa olsa yıkıcılık olur. Sorgulamadan binanın bütününün dönüştürmek için de aynı yıkım geçerli olabilir.
Peki binada mutfak yapılmamalı mı? Sorun mimarlığın bir düşünsel alan olarak yapıya mesafe koyması. Onu bir özne olarak yeniden anlamlandırması.
Yetimhane'nin restorasyonu çok zor. Ama aynı zamanda çok kolay. Yapılacak iş çünkü hayal kurmak. Asıl sorunun düşünce alanını araçsallaştırıcı yaklaşımlardan kaynaklanabileceğine dikkati çekmek gerekiyor.
Yetimhane binası, bir otel olarak tasarlandığı için bildiğimiz ahşap yapılardan epey bir farklı. Bir kere strüktürü öyle ahşaplarla çatılmış ki, bu bir beton yapı olsaydı bugüne kadar bu kadar sağlam kalamazdı. Yapı tıpkı dönemin diğer anıtsal çelik ve betonarme yapılarında olduğu gibi tasarlanmış bir ahşap strüktüre sahip.
Çatı içindeki strüktür, makaslar, aşıklar, yastıklar yeniden yapılarak hemen onarılmalı. Binanın içinde sağlam vaziyette bir çok mekan var. Bazı bölümleri kullanılabilir.
Yetimhane için bugün ne yapılabilir?
Yetimhane bir "hafıza mekanı". Üzerinde bir çok dönemin, şehir ve dünya tarihinin izlerini taşıyor.
Amaç bu muhteşem yapıyı yaratıcı bir düşünce ortamında başarılı bir restorasyon modeline taşımak. Bunun için ne yapılabilir?
Belki uluslararası bir mimari fikir yarışması açmak iyi bir sonuç yaratabilir.
Mimari bir deneyiminin bu yapının temsil ettiği hafızaya kazandıracağı çok şey olabilir. Bu nedenle projeden proje yönetimi ile ilgili eylem planını özgürce, her türlü koşullandırmadan imtina ederek geliştirmekte yarar var.
Örneğin kimi zaman akla şunlar geliyor: "Konuyu mimari bir konu olarak ele alalım, sakın siyaseti karıştırmayalım." İlk bakışta makul gözüküyor.
"Hatta o zaman belki yapıyı bir imar hakkı olarak değerlendirecek bir finansal bir kaynak dahi bulabiliriz.
(Mesela diğer iade edilenlerde olduğu gibi. ) Bu meselenin üzeri mümkün olduğu kadar örtülü kalmalı. Onu bir kenara atarsak, mimarlıktan konuşabiliriz."
Burada siyasetten anlaşılan mimarlığın çerçevelendirilmesi ve bastırılması. Bu gerilim mimarlığın içindeki bastırılmış olan mevcudiyetini semptom olarak tasarım sürecine dahil eder.
Ne canlı, ne ölü...
İki şey genellikle yan yana gerçekleşir: Kimliğin kimliklerden sıyrılması. Mekanın hafızasından sıyrılması. Çünkü çoğu zaman düşünsel alanda bir gelişme olmadan gerçekleştirilen restorasyon çalışmaları kültür mirasına, hafıza mekanlarına doğadan daha fazla zarar veriyor.
Ama diğer taraftan, kimlik meselesi neoklasik modelde çatıldığı takdirde gerçekten böyle bir sorun var. Meseleleri tamamen araçsal bir yaklaşımla, "teknik" bir konu olarak ele alıyormuş gibi yapmak.
Bu bastırma biçimiyle, arkada saklanan ideallerle İstanbul'da kentsel mekanın nasıl dönüştüğünü gördüğümüzde en az diğeri kadar zehirleyici ve yıkıcı olduğunu görüyoruz. Bu kayıp, bu nedenle evrensel bir değerin kaybı olarak ele alınmalı, neo-klasik kavramlar, yöntemler ve kurumlarla anlamlandırılmamalıdır.
O zaman bu kaybın Ortodoks-Müslüman, İstanbullu, Atinalı herkesi ilgilendirdiği anlaşılır olacaktır.
Bu yüzden bu sorunla baş etmeyi öğrenmek gerekiyor. Diğer taraftan bu zorluğun kamusal bir kurumsallaşma modeli yani "yeniden işlevlendirme" için bir fırsat olduğunu söyleyenebilir.
Çünkü herkes farkındaki ki zaman zaman geçici bir rahatlama olsa da, bu neo-klasik kamu modeli dışlayıcı ve nesneleştirici. Bu kamu modelinde evet, kimlikler ölmemiş halde. Ama ne canlı, ne ölü. Mimarlık da öyle. Yetimhane'nin gelecekteki kurumsallaşmasını sağlamak ve en azından doğru dürüst bir mimari proje hazırlayabilmek için gerekli. (KG/PT)