*Fotoğraf: AA
Kimsenin kaderi; siyasi gücün kontrolsüzlüğüne terkedilemez.
Mezar yeri kalmadı ölülerimiz için.
Su kalmadı. Toprakla yıkanacak bedenler bekleniyor. Yerleri biliniyor, göçük bile çökebilir o yüzden girilemiyor. Herkesin gözü önündeler, göçükler altından sesleri geliyordu, artık gelmiyor. Tek tük sesler ve mucizeler bekleniyor!
Ses; sanki derinden gelen ve dinlemeyince duyulmayacakmış gibi hissedilen umut kapısı…
Anlattılar, acıyı gördük, acıyı yaşadık. Daha da önemlisi acıyı öğrendik dediler…
Yazmıştı…Doç. Dr. Ali Tolga Özden 2022 yılı sonunda yazmıştı…
“On yıllardır bilimin ve hukukun savunmasını yapanlarca imar affı sarmalının ne denli büyük bir hata olduğu savları defalarca yaşanan afetlerle de ispatlanmışken; yeni bir imar affı beklentisinin dillendirildiği toplumda bu durumun neredeyse sevinçle karşılanabilmesini, kaderini siyasi gücün adeta tanrısal güç kullanan bir kontrolsüzlüğe evrilmesini ziyadesiyle kanıksamış bir toplumsal yapı oluşturma başarısına bağlamak şaşırtıcı olmayacaktır. Zira kentsel krizin çözümünde sadece fiziksel yapının iyileştirilmesi değil sosyo-ekonomik ve hukuksal sistemin de iyileştirilmesi gerekliliği apaçık ortada dururken yasa tanımazlığı yasallaştıran uygulamaların af adı altında toplumda sürekli bir kanunsuzluğa özendirme davranışı elbette kentsel kriz ve afetler çağında ağır sonuçlara neden olacaktır.”[i]
Oldu ve afetler çağında kentsel yıkımlarla sarmaş dolaş depremler insanları öldürdü.
İki dakika sürmedi “Bozulan varsayımlar” üzerine kurulu yaşamların yok olması…
Travmaları birileri elbette anlatacaktır, yazacaktır…
“Psikologlar, travma sonrası bozukluğun mekanizmasını “bozulan varsayımlar” argümanıyla açıklamaya çalışır. Biz dünyada birtakım ön kabullerle yaşarız. En başta, yaşadığımız dünyanın güvenli olduğuna inanırız. Bastığımız zeminin sağlam ve hep yerinde olacağını varsayarız. Ta ki bir deprem olup da o güvendiğimiz zemini sarsana kadar…Sosyal varlıklarız ve bunun ön koşulu insana güven. Doğduğumuz andan itibaren o varsayım temellenmeye başlar. “İnsan iyidir. Durduk yerde insandan zarar gelmez”. Bazı şanslı insanların bu varsayımı kolay kolay bozulmaz. Ne de olsa bir sürü steril, korunmuş yaşam var. Ama bazen bu argümanımız daha yolun başında çürütülür.
Coğrafya kaderdir sözü ve Türkiye’de yaşama deneyimini birlikte düşününce, bizim de bahtımıza pek iyi şeyler düşmediği kesin. Bizatihi bir travma maruziyetinden kurtulmuş olsanız bile, toplumca paranoyaklaşmamızın temelinde bozulan varsayımlarımız var. O güven tekrar onarılmak yerine, şiddete yol açan söylemler daha da körükleniyorsa, o zaman hem insana hem de topluma olan güven gidiyor.”[ii]
Deprem varsayımlarını yıktı…İnsanlar güvenlerini yitirdi.
Sağlam sandığımız yerler çürükmüş, ölerek öğrendik.
Bir iki dakikalık sarsıntı sonrası dayanışma gösterenler insanlar…
Adına sarsılmışların dayanışması demek çok daha doğru, kimseleri kalmayanların umudu dayanışmadan geçiyor.
Evler, evler; yok artık. Bu acıyı masal gibi anlatacak kimseler kalmışsa bir varmış, bir yokmuş misali; “bir zamanlar buralarda yaşamıştık” diye söze başlayacaklar!
Depremde göçük altında kalanlardan önce kadınların, çocukların, yoksulların; güçsüzlerin varsayımları yıkıldı.
Yas zamanı mıdır?
İnsan (human) sözcüğü “humandos” dan (ölüsünü gömen demektir) gelir. İnsanlık (humanity/humanitas) “ölüsünü gömen tür”dür.
Ölülerini kendi elleriyle gömebilmek mezarlarının başında dua edebilmek, belki biraz acıları hafifletebilir; “yas tutmayı” askıda bırakır. Yas tutmak için zamanda geçiş sağlayabilmek mümkün mü? Kalabalıklara mı karışmalı? Gündelik hayata dönmeli ama nasıl dönmeli? Yıkılmış varsayımlara dönüş yolunda insanlar önce kana kana ağlamalı.
Yitirilmiş ne varsa şimdi yas tutulabilmelidir.
Yaşamlar yeniden ve nasıl başlayacak? Acaba gökdelenlere bakarken yıkılıp yıkılmayacağı sorusunu sorarak adımlarını çabuklaştıran, asansörlere binmeyen, binaların içindeyken deprem sırasında nasıl kaçabileceğini hesaplayan insanların sürekli travmalarına dönüşebilir mi? Neye dönüşür?
Öfkeli, gergin, kırılgan kimliklerden oluşan bir topluluk mu yoksa sarsılmışların toplumu mu?
Hiç kimse deprem sonrasında “özür dileriz” demedi. Utancını açıkça insanların yüzüne söylemedi. Af diye diye evleri çökerttiler. Kimler sorumlu? Yapamadıkları ve daha önce yaptıkları daha felaket! Kolanları kesilmiş binalar gibi devrilmeye yan yatmışlar… Para vermekten bahsediyorlar, paralar ödüyorlar. Daha çok para vereceklermiş. Harcanacak yer kalmamış. Para miktarını az bulanlar oldu, çoğalttılar. Kredi borçlarını silmediler, ertelediler. Evler yapacaklarmış, ilk temeli atmışlar. Yitirilen evler yerine zemini sağlam topraklarda evler inşa edeceklermiş; bakınca her ev depremi hatırlatacak…
Birbirinin aynı evlerle; insanların bozulan varsayımları üzerine güven inşa edecekler, herkesin güven duymasını isteyecekler ve “şiddete yol açan” söylemleri daha da körükleyecekler.
Yaşam göçük altında durduğu yerde duruyor, göçük kaldırma faaliyetleri gece aydınlatılmış ışıklar altında sürüyor… Yıkılmış kentlerden on kilometre öteye yığılan göçükler numaralandırılmış alanlara dökülüyor…
Tıpkı numaralı mezarlar gibi numaralandırılmış enkazlar…Ancak bu kadar utanılacak yığınlar inşa edebilirsiniz; tıpkı kent mezarlığı…
Yok olan kentten geriye kalmış yığılı beton ve demirlerin arasına sıkıştırılmış bozulan varsayımların çöplükleri; bir anlayışın utanç heykelleri gibi yontulmuş, yıkılmış …
Birgün çöplük büyür, bir gün çöplük patlar, bir gün çöplük kayar, altında kalırsınız!
Toplu mezarlara gömülmüş insanlar…Mezarlıkta ölülerini arayacak geride kalanlar…
Geride kalanlara başında yas tutacakları ölüleri için bir mezar bile nasip olmayacak belki; ama göçük başında bekliyorlar…Yıllar geçecek ve yıkıntı gördüklerinde içleri cız edecek, bakamayacaklar. İnsanların bu acısını anlar mısınız?
Ölerek gidenlerden ne öğrendik?
Geride kalanların başka bir sorumluluğu var. Öldüklerinde birbirine eşit olan ölülerinin gömülme hakkını sağlayabilmek için göçük başında uyumadan beklediler. “Cenazemizi verin biz gidelim” dediler…
Yığınların önünde, yıkık betonların altından çıkacak ölülerinin gömülme hakkı için beklediler.
Mezarsız ölüler olmasın, gömülmeyen kimse kalmasın, beklediler.
Bekleyenler bir mezarları, bir anıtları olsun ölenlerin diye beklediler.
Hatırlamak, varsayımlarını akılda tutmak ve mezar başında yas tutmak, ölülerini gömmek için beklediler. Ölülerini gömenler, merasimlerini tamamladılar ve başında yas tutabilecekleri bir mezar sahibi oldular…Sonra gittiler, sonra gelecekler artık bir mezarları, ölülerinin anıtları var!
Mezarsız ölülere mezar bulunmalıdır, mezar bulmak toplumun sorumluluğudur.
Mezardan bile yoksun kalanlar geride kalanların zihinlerinde yaşarlar. Mezarsız kalmaları hazindir ve acıdır.
Ne biçim bir ülke, nasıl bir yer bu Türkiye?
Ölmüş yakınının bir mezarı olsun diye bekleyenlerin sayısı, mezarsız ölüleri ne kadar çoktur bu ülkenin!
Çok acılar yaşanıyor bu memlekette! Bu topraklarda, bu coğrafyada acıyı kim tarif edebilir?
Coğrafya kaderdir; öyle mi?
İnsanın insana ettiğini "insan" yapmaz ama ölülerin bile bulunamadığı bir ülkede yaşamak depremden farksızdır. Geride kalan sarsılmışlar, bekliyorlar. Yaşananlar nasıl unutulur?
Sadece ölülerini istiyorlar. Onları bir mezara gömmek için bekliyorlar… Sonra gidecekler. Sonra; sonrası yok…
Yas tutmak…
Mezardan mahrumiyet, yas tutmayı geciktirir.
Mezar; anıttır.
Mezar; yaşamlarımızı etkileyen olayların, tanıklarımızın yapılarıdır. Yaşadıklarımıza veda edilen son bir kapı önünü hatırlatır. Hatırladıklarımıza açılan ve kapanan kapılardır.
Unutulmaması ve unutturulmaması gereken sorumluluklarımızın anıtıdır.
(Fİ/RT)