24 Ocak Perşembe ağır bir gündü. Sabah çok halsiz ve yorgun uyandım. Pınar'ın (Selek) duruşmasına gitmek için hazırlanırken midemde bir ağrı hissetim, sonra da bir bulantı.
"Yaşlandım artık, eskiden olsa böyle mi olurdum" diye söylenerek duruşmaya gitmemeye karar verdim.
Midemi sakinleştirmek için nane limon kaynatıp, bu çok uzun güne, gazete haberleriyle başladım. Galatasaray Üniversitesi'nin tarihi binası yanmış, kütüphanedeki kitaplar kül olmuş, geriye sadece içi kavrulmuş, dışı sağlam bir bina kalmıştı.
İçten çürüyen bir meyva gibi diye düşündüm. Midem fokurdadı, nane limona devam ettim.
Geçtim ikinci habere... Hepimizi umutlandıran "barış görüşmeleri" için gerekli olan İmralı ziyaretlerinin ikincisi bir türlü yapılamıyordu. Devlet, uygun Kürt arayışı içindeydi. Bu arayış ne kadar sürecek, nasıl sonuçlanacak, barış sihirli bir sözcük olmaktan çıkıp bir yaşam biçimine dönüşebilecek miydi?
Yanıtsız sorularla midemi azdırmamak için üçüncü habere bakayım dedim. Yaşlı bir kadın fotoğrafı ve yanındaki yazı "Samatya'da yaşlı Ermeniler hedefte". Yaşlı kadına yapılan saldırı saat 17:00 de evine girmek üzereyken yapılmıştı.
Herkesin hala sokaklarda olduğu bir saatte saldırgan hiç çekinmeden yaşlı bir kadına evinin önünde saldırabiliyordu. Saldıran kişi suçunun cezasız kalacağından emindi. Yargı onu koruyacaktı, daha önceleri olduğu gibi.
Gazetede bir sayfa daha çevirdim. İçimi açacak, midemi rahatlatacak bir haber arıyorum. Bir köşe yazısı çıkıyor karşıma. "Mumcu'yu öldürtenler 20 yıldır karanlıkta". Yirmi yıl geriye gidiyorum. Uğur öldürülmeden birkaç gün önce Ankara'da evine yaptığım ziyareti anımsıyorum.
Yeni çalışmalarından, araştırmalarından söz ederken, bana da bazı sorular yöneltmişti. Bildiklerimi anlattıktan sonra "Uğur, dikkat et çok şey biliyorsun, kendini korumalısın" demiştim. Onu son görüşüm oldu.
Ankara'da binlerce kişinin katıldığı cenaze töreninden dönerken yataklı trenin restoranında karşımda oturan rahmetli Mustafa Gürsel'in durmadan ağladığını ve bize servis yapan şef garsonun da bizimle beraber ağladığını hatırlarken midem kasılıyor.
Acaba gazeteyi daha fazla okumasam mı diye düşünürken gözüme bir manşet çarpıyor: "Anadilde savunma kavgası". Habere eşlik eden fotografta BDP'lilere [Barış ve Demokrasi Partisi] saldıran MHP'liler [Milliyetçi Harket Partisi] var. Barış sürecindeki Türkiye'de bütün etnik grupların kendi ana dillerini kullanabilmeleri için mecliste sille tokat dayak yemek gerekiyor.
Derin bir nefes alıp Pınar'la ilgili habere geçiyorum. Pınar'ın bir fotoğrafı var. Her zamanki gibi gülüyor. Haberi okuyorum: "Mısır Çarşısı'nda 15 yıl önce yedi kişinin öldüğü, 127 kişinin yaralandığı patlamayla ilgili davada üç kez beraat eden sosyolog Pınar Selek'in yargılanmasına bugün devam edilecek.
"İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi bu davada Selek için üç kere beraat kararı vermiş ancak geçen kasım ayındaki duruşmada bu kararında direnmeyeceğini açıklamıştı."
Mahkeme hangi yeni deliller, hangi yeni bilgiler ışığında eski kararından dönmüştü? Bunu bilen kimse var mıydı? Strasbourg Üniversitesinde öğrenciler Pınar'a destek vermek için derslere girmeme kararı almıştı. Saatime bakıyorum, 11:30. Duruşma başlamıştır diyerek gazeteyi bırakıp, internete giriyorum.
İnternette yeni bir haber beni bekliyor. CHP'nin [Cumhuriyet Halk Partisi] eski sözcüsü İzmir Milletvekili Birgül Ayman Güler, anadilde savunma tasarısı görüşülürken, kürsüye çıkıp "Türk ulusuyla Kürt milliyetçiliğini eşit, eş değerde gördüremezsiniz. Kürt sorunu yoktur" demişti.
İnternetteki görüntüde milletvekili hanım, bütün yüz hatları gerilmiş, adeta vahşileşmiş bir halde, kürsüden bağırıyordu. "Biz eşit olamaaaaaaaaayız, biz koskoca bir devletiz, onlar ise sadece bir milli hareket."
Koskoca CHP içinden ise bir tek Adıyaman milletvekili Salih Fırat bu sözlere tepki gösterip istifa ediyordu. Midem kazınıyor, yanıyor, kusacağım herhalde.
Temiz hava alırsam belki iyi gelir diyerek giyinip sokağa çıkıyorum. Kediye mama ,ekmek ve yoğurt alıp geri dönüyorum. Aklım duruşmada. Orada olamadığım için tedirginim.
Sanki orada olmak Pınar'a yakın olmak gibi geliyor. Makarna ve yoğurt yiyip midemi rahatlatıp, yatağıma uzanıp kitap okumaya çalışıyorum. Kafamı dağıtacak, ruhuma huzur verecek satırlar arıyorum. Kedim gelip yanıma yerleşiyor. Keyifsizliğimin farkında, gözlerini bana dikmiş bakıyor.
Uyandığımda saat 17:00. Duruşma ne oldu? İnternete giriyorum, henüz haber yok. Bu ne demek? Üç kez görülmüş bir dava, yeni delil yok, yeni tanık yok, yeni hiç bir şey yok!
Neyin davası bu?
Duruşmayı izleyenleri arayıp ne olduğunu öğrenmek içimden gelmiyor. Derinden gelen bir ses iyi bir haber olmadığını söylüyor. Kötü bir haber daha duymak istemiyorum.
Cep telefonum çalıyor. Duruşmayi izleyen bir arkadaşım, kuru ve kesik kesik bir sesle konuşuyor. "Pınar ağırlaştırılmış müebbet hapise mahkum edildi" diyor. Tamam diyorum, soru sormadan, konuşmadan telefonu kapatıyorum.
Oturma odasına gecip, karanlıkta oturuyorum. Önümden geçen vapurlara, Topkapı Sarayı'na, Marmara'ya açılan Boğaz'a bakıyorum.
Pınar özlemiştir İstanbul'u, vapurda çay ve simit keyfini, Beyoğlu'nun kalabalığını, denizin kokusunu... Paris'te son buluşmamızı, birbirimize sarılışımızı, onun insanı sarmalayan sıcaklığını... Uzun bir süre karanlıkta, şehrin seslerini dinleyerek oturuyorum.
Pınar'ı kim, neden cezalandırıyor?
Herkesin kafasında bu soru dolaşıyor. Bugün verilen karara göre Pınar, soğukkanlı planlar yaparak Mısır çarşısına, insanların en kalabalık olduğu bir anda bomba koyarak ölümlere neden olan bir "terörist".
Cezaların en ağırını hak ediyor. Peki bu kadar açık seçik bir suç işlemişse neden 15 yıl onlarca duruşmaya, sahte belgelere, sahte tanıklara, üç beraate gerek duyuluyor? Mahkeme kendi verdiği kararı bozma gereğini neden duyuyor? Bizim ve de Pınar'ın bilmediği gizli bilgiler ve belgeler mi var? Bunları kimler mahkemeye veriyor?
Uğur Mumcu'nun Hrant'ın ve yüzlerce faili meçhul cinayetin sanıklarını bulamayan, bulmayan devlet Pınar'ı sanık sandalyesine oturtup en ağır cezayı vermeyi gayet iyi biliyor.
Faili mechul cinayetleri işleyen katillerin devlet eliyle estetik operasyonlar geçirip başka yüz ve kimliklere yabancı ülkelere yollandıklarını da biz biliyoruz.
Pınar ise 15 yıldır hep aynı yüzüyle, gülerek dolaşıyor aramızda.
"Ben gizli kapaklı şeyler yapamam, herşeyim apaçık ortada olmalı" demişti bir kez bana.
Uzun bir günün sonunda televizyondan Pınar'ın sesi ulaşıyor bana, "Bunca yıldır süren mahkemelerde ben hiçbir zaman mahkum olmadım. Bu mahkumiyeti öğrenince kendi ölüm ilanımı almış gibi oldum" diyor.
Pınar'ın ağzından ilk kez ölüm sözcüğünü duyuyorum. Bana en ağır gelen de bu oluyor.
Pınar'a ölümü düşündürmeyi başardılar mı? Onu çok sevdiği ülkesinden, insanlarından kopararak, ölümle eş değer bir yaşama mı mahkum ediyorlar? Siyasi mülteci olmanın anlamını bilen birisi olarak Pınar'ın önündeki süreçleri düşünüyorum.
Pınar'a bu zor kararları yaşatmamalıyız. Biz onu burada, aramızda yaşatmalıyız. Midem de bir hafifleme oluyor. Kedimi kucaklayıp öpüyorum. Gözlerinin içine bakarak konuşuyorum onunla.
"Pınar aramızda, bizimle, bu ülkede, özgür bir akademisyen, bağımsız bir araştırmacı, güzel bir kadın olarak yaşayacak. Onu asla başka ülkelere kaptırmayız. Ya hepimize müebbet, ya Pınar'a özgürlük."
"Yarın yeni bir gündür" der Scarlett O 'Hara Rüzgar Gibi Geçti'nin sonunda. Zor bir gün daha bitti, yarın yeni bir gün! (MUT/BA)