Halep'teki tarihi Baron Otel üzerine yazdığım ve Agos'ta 2 Temmuz'da yayımlanan yazı için eski kitapları karıştırırken bir kenara not ettiğim isimlerden biriydi Celal Bey. Halep ve Konya valiliği döneminde Ermenilere yardım eden bu vicdanlı Osmanlı bürokratının adını, daha önce de duymuştum. 1915'te İttihatçı önderlerin emirlerine karşı gelen, çok sayıda Ermeni'nin canını kurtaran "İyi Müslümanlardan, iyi Türklerden" biriydi o da... Olayların en yakın tanıklarından gazeteci Aram Andonyan, Celal Bey'in Ermeni olaylarına ilişkin anılarının Mondros Mütarekesi'nden sonra Vakit gazetesinde yayımlandığını yazmıştı.
Bazı tarihçilerin son yıllarda bu konu üzerine eğildiğini, o kara yılın, 1915'in hiç bilinmeyen bu yönü üzerinde çalıştıklarını biliyordum. Türk milliyetçilerinin malum nedenlerle hiç hazzetmediği bu konunun hazmı, Ermeniler için de zordu. Türkiye devleti geçmişte yaşananları inkâr ederken; "Türkler", Ermeniler söz konusu olduğunda sürekli milliyetçi tepkiler verirken, "İyi Türklerden" bahsetmek hiç de kolay değildi.
Oysa, yadsınamayacak bir gerçek daha vardı ki, o da, "Türkler"in tanıklığının, yaşanan kırımın boyutlarını anlatmak açısından, belki de her şeyden daha değerli olduğuydu. Asla "Türk düşmanı" olarak suçlanamayacak birinin, Osmanlı Devleti'nin saygın bir valisinin, yaşanan felakete ilişkin tanıklığını açık yüreklilikle anlatması da, geçmişte yaşanan acıları bilmeyen Türkiye toplumu için aydınlatıcı, ibret verici olacaktır şüphesiz.
Nitekim, Celal Bey'in anlatımına baktığımızda, onun son derece yurtsever, devletinin bekasını ve devamlılığını sonsuz derecede önemseyen bir devlet adamı olduğunu görüyoruz. Onun 1915'e ilişkin kabul edemediği şey, bir "milli mefküre", yani bir "ulusal ülkü" adına, vicdana, kanuna ve dine hiç sığmayan işler yapılarak, insanların göz göre göre katledilmesiydi... Celal Bey, bazı Ermenilerin 1915'te işlediği cinayetlerden de söz ediyor anılarında; ancak devletin asli görevinin, bir halkın topyekûn "mahv" ve imha edilmesini örgütlemek yerine, suçluları cezalandırmak olduğunu; bunun yerine yüz binlercesinin katledilmesinin ise kara bir leke olduğunu savunuyor. O, bu tavrı nedeniyle İttihatçı hükümet tarafından, önce Halep, sonra Konya valiliği görevlerinden alınmış, ardından da, işlenen cinayetlere ortak olmak istemediği için yeni bir görev kabul etmemiş; yani bedel ödemeyi göze alarak, çocuklarına tertemiz bir miras bırakmayı tercih etmişti.
NOT: Bazı bilgiler, kimi zaman, sandığımızdan çok daha yakın olabiliyor. Nitekim, Celal Bey'in, "Ermeni Vakayi'i, Esbâb ve Tesiratı" başlıklı anılarına ulaşmak için de, Beyazıt Halk Kütüphanesi'ne bir ziyarette bulunmak yeterli oldu. Arkadaşımız Ari Şekeryan, eski takvimle 6, 8 ve 9 Rebiülevvel 1338'de (yani 29 Kasım, 12 Aralık 1919), üç sayı halinde yayımlanan metnin çeviriyazısını üstlendi. Okurların içeriğe daha kolay nüfuz edebilmesi için, metnin özüne hiç dokunmadan, dilini biraz sadeleştirdik. Sayfalarımıza sığması adına da, konuyla doğrudan ilgili sayılamayacak iki paragrafı çıkartıp, bunları (...) işaretiyle belirttik. Celal Bey'in kısa biyografisine ve fotoğrafına ulaşmamızı ise araştırmacı Burçin Gerçek sağladı.
Celal Bey'in Yaşam Öyküsü
Maliye memurlarından Atıf bey'in oğludur. 1863'te İstanbul'da doğdu. 1883'te Mülkiye Mektebi'ni bitirdi. Ticaret ve Ziraat Nezareti adına Almanya'ya öğrenim için gönderildi. Çeşitli yerlerde öğretmenlik yaptı. 1908'de Mülkiye Mektebi müdürlüğüne atandı. 1911'de Dahiliye ve 1913'te Ticaret ve Ziraat Nazırlıkları görevini yürüttü. Sırasıyla Erzurum, Edirne, Halep, Konya ve 1919'da Adana valiliklerinde bulundu. Temmuz 1921-Mart 1922 tarihleri arasında İstanbul Belediye Başkanlığı, 1923'ten sonra da İstanbul Reji Baş Müdürlüğü yaptı. 11 Şubat 1926'da hayatını kaybetti.
Kaynak: Osman Nuri Ergin'in "İstanbul Şehreminleri" ve Kamil Erdeha'nın "Milli Mücadelede Vilayetler ve Valiler" kitapları.
Ermeni vakası, sebep ve tesirleri
Eski dahiliye nazırı ve Halep valisi Celal Bey, Ermeni meselesi hakkında fikir bildirmeye en yetkili devlet adamlarımızdandır. Celal Bey, Erzurum ve diğer yerlerde vazifeli bulunduğu sürede bu meseleyi pek yakından takip ettiği gibi, bu yüzden memuriyeti terk etmiş ve bir daha eski hükümetten memuriyet kabul etmemiştir. Celal Bey'in gazetemiz için Ermeni meselesi hakkında yazdığı üç makaleyi, vaziyetin aydınlanmasına yarayan mühim bir vesika addederek sırasıyla neşrediyoruz. -VAKİT
Dostlarımdan bazıları, Ermeni olayları hakkındaki malumat ve fikirlerimi yazmamı tekrar tekrar istediler. Gazete müellifleri, tanıdığım bazı saygıdeğer kimseler, bu mesele hakkında mülakat için müracaatta bulundular. Bendeniz, karşılaştığımız zorluk ve ihtilafları çoğaltmamak için -şimdilik- sessiz kalmayı tercih etmiştim.
Fakat geçen gün Jamanak gazetesi muharrirlerinden biriyle görüştüm. Sohbetimizde, Ermenilerden birçoğunun, son kıtalin mesuliyetini bütün Türklere yaymak istediklerini anladığım için, milletimi böyle bir lekeden kurtarmak maksadıyla kendisine biraz izahat vermiştim. Muharrir, not tutmadığı için, fikirlerimi gazete sütununa tamamı ile geçirememiş. Öte yandan, şu çirkin hadisenin örtülecek ve çarpıtılacak bir noktası kalmamış olduğundan, Ermeni olaylarını, bütün ayrıntılarıyla, bütün iğrençliğiyle ortaya çıkarmayı, her şeyi gördüğüm, anladığım gibi naklederek, verilecek hükmü, medeniyetin ve insaniyetin takdirine havale etmeyi uygun gördüm.
Erzurum Valiliği
Tesadüf, beni daha meşrutiyetin başında, Ermeniler hakkında incelemelerde bulunabileceğim bir mevkiye sevk etmişti. 31 Mart olayından sonra, Erzurum valiliğine tayin olundum ve iki sene orada kaldım.
O zamanlar Ermeniler ile Kürtler arasında bazı ihtilaflar vardı; bunların en mühimi arazi meselesiydi. Fertlerine eşitlik bahşeden bir memlekette, çeşitli unsurlar arasında iyi niyeti temin için, her şeyden önce bu ihtilafları, her tarafın isteklerine göre halletmek, herkese hakkını vermek, hakkını hukuken korumak, fertlerin diğerlerine tecavüz ve hâkimiyetinin zorla hüküm sürmesini men etmek, memlekette kanunu hâkim kılmak lazımdı. Ben de bu gayeyi takip ettim.
Her şeyden önce, ihtilafların sebeplerini, memleketi ve halkı layıkıyla anlamak için incelemede bulundum. Herkesle görüştüm. İfadelerini dinledim. Vilayetin her tarafını dolaştım. Çadırlarda Kürt beylerine, köylerde Ermeni çorbacılarına misafir oldum. Erzurum vilayetinde bir-iki gün durup dinlenmediğim bir nahiye yoktur.
Bunun neticesinde anladım ki, unsurlar arasında esaslı ihtilaf yok, bilakis Türkler ve Kürtler ile Ermeniler arasında asırlardan beri yerleşmiş bir dostluk, karşılıklı bir güven mevcut. Hamallık, bekçilik etmek üzere İstanbul'a, İzmir'e giden Kürtler, çoluk çocuğunu, komşusu Ermeni'nin himayesine, ticaret için Rusya'ya, Amerika'ya giden Ermeniler de ailelerini Türklerin ve Kürtlerin himayesine bırakıyorlar ve iki taraf da bu emanetleri güzelce korumaya çalışıyor. Bütün vilayette sadece iki sınıf halk vardı. Biri hukuka tecavüzle menfaat elde eden zorbalar, diğeri, bu zorbaların kötülük ve zulümleriyle, karşı koyma gücünü kaybetmiş mazlumlar. Yani Türkler, Kürtler ve Ermeniler!
Kaderlerindeki benzerlik, bu bîçareleri birbirine bağladığından, zorbalık kaldırılabilseydi, aralarında hiçbir nefret vesilesi kalmayacaktı. Her şeyden evvel, bu zorbalığı kırmağa çalıştım. Memlekette herkes hakkında eşit bir kanun mevcut olduğunu çalışarak göstermek istedim ve kendi memurluk dönemimde maksadıma eriştik. Arazi ihtilafları da yine zorbalıktan çıkmıştı. Bu ihtilaftan da sadece Ermeniler değil, Türkler, Kürtler de aynı derecede zarar görmüştü.
Bir zorba, hoşuna giden ve zayıf olanlardan birine ait olan araziyi ya zorla alır veya türlü vasıtalarla hâkimiyetine geçirirdi. Hatırladığıma göre, Haydaranlı aşiretinin reisi Kör Hüseyin Paşabu suretle beş-altı köyü istila etmişti. Ve Şah Hüseyin Beyzade Haydar Bey isminde bir zorba da koca bir kazanın büyük kısmını hâkimiyetine geçirmişti. Karakilise ve Beyazıd arasında, araba ile dört saatte kat edebildiğim büyük bir arazi, Hamidiye süvari alayındaki rütbelilerden birinin emlakına dahildi.
Daha birçok yerde, güçlüler acizlerin emlakını zapt etmişti. Erzurum'da o zamanlar bir kilometre kare araziye ancak sekiz nüfus isabet etmekte ve arazinin asgari yüzde doksanı sahipsiz olmasına rağmen, hükümeti en ziyade meşgul eden şey toprak kavgasıydı. Usulsüz elde edilen yerlerin bir kısmı üçüncü ellere devredilmiş olduğundan, eski sahiplerine iadesi yeni bir mağduriyet meydana getirecek ve yine şikâyet sebebi olup, nefret meydana getireceğinden, bu mesele ancak devletçe biraz fedakârlık yapılarak, yeni veya eski sahipleri tazmin edilerek halledilebilirdi. O zaman elde edilecek faydanın önemine kıyasla gayet küçük olan bu fedakârlıkta bulunulmuş olsaydı, unsurlar arasında ihtilaf için hiçbir sebep kalmazdı.
Bu vilayette iki sene devam eden memuriyetim, gayrimüslim kavimler arasında bize en yakın olan ve bizimle beraber yürümeye en müsait bulunan kavmin Ermeniler olduğuna dair kanaatimi kuvvetlendirdi.
Erzurum Ermenileri arasında vatan düşüncesiyle kalpleri titreyen ve memleketin geleceğiyle cidden alâkadar olan pek çok tüccar tanırdım. Bu adamların hiçbiri bugün hayatta değildir. İstisnasız cümlesi ya Erzincan'ın ıssız izbelerinde, veya Diyarbekir'in dikenli çöllerinde elim ve feci surette terki hayat etmişlerdir. Şu açıklamayı verişim, Ermenilerin büyük bir ekseriyetinin, ruhen ve fikren bu memlekete bağlı ve memleketin herhalinden bizim kadar üzgün oldukları hakkında tecrübeye dayandığı için, değiştirilmesi mümkün olmayan fikrimi bir defa daha tekrar etmek maksadına dayanır.
Şüphe yok ki, Ermeni fecaati ve bunun doğurduğu felaketler, cihan harbinin yarattığı güçlüklerden daha büyüktür. Ve bu cinayetler ve bir de Suriye'de tatbik edilen çılgınca siyaset olmasaydı, mağlup olmakla beraber, dünya medeniyetine ve insaniyete karşı bu derece elim ve zor bir durumda bulunmazdık.
Tahminen beş asırdan beri Ermenilerle bir arada yaşıyoruz. Eğer son senelerde gördüğümüz elim hadiseler o zamanlarda yaşansaydı, şimdiye kadar bu memlekette ya Ermeni ya da Türk kalmazdı. Halbuki biz asırlarca Ermenilerle iki kardeş, hiç olmazsa iki dost, iki komşu gibi yaşadık. Ve birbirimize daima yardım ve emniyet ettik. Türkler diğer vatandaşlarından ziyade Ermenilere itimat etmişler ve Darphane müdüriyeti, barutçubaşılık vesaire gibi, en mühim, emniyet gerektiren hizmetleri onlara bırakmışlardı.
Tarih, bu hizmetleri üzerine alan Ermeniler arasında memlekette ihanet ve hiç olmazsa vazifesini suiistimal etmiş bir fert göstermiyor.
Halep Valiliği
Harp başladığında Halep valiliğinde bulunuyordum. Vilayetin genel nüfusuna oranla pek az olan Ermeniler sükûn ve emniyet içinde, iş ve güçleriyle meşguldü. Hiçbirinde, Osmanlı'nın menfaatlerine zıt en küçük bir hareket görülmüyordu. Yalnız, Zeytun'da yirmi-otuz kadar Ermeni asker firarisi vardı. Bunlar vatan vazifelerini yerine getirmek için davet edildikçe gizleniyor ve Zeytunlularda kendilerini gizliyorlardı. Bu mesele hakkında Sis Gatoğigosu ve Maraş Ermeni Marhasasıyla görüştüm. Ve firarilerin Yemen ve diğer uzak bölgelere sevk edilmeyerek, yakın vilayetlerde kalmalarına izin verilmek şartıyla desteklerini aldım. O arada Maraş'a yeni bir mutasarrıf tayin olundu. Ve bu zat, Zeytun'da birkaç asker firarisinin varlığına siyasi bir renk vererek oraya kadar gitti ve kırk-elli kadar Ermeni'yi tevkif ve kanuna aykırı olarak Maraş'ta hapis eyledi. Üç-dört asker firarisinin iki jandarma üzerine hücum ederek birini yaralaması ve diğerini öldürmesi, aşağı yukarı bu tarihe rastladı. Tevkif edilen Ermenilerden, evvelce hüküm giymiş olmayanları tahliye ettirdim. Mesele güzel bir şekilde çözüleceği sırada, Maraş'ın Halep'le bağı kesilerek ayrı bir sancak kabul edildi. Ve vilayetin Zeytun üzerinde müdahale hakkı kalmadı. Ve hiç lüzum yokken, Zeytun'a asker sevk edilerek, oradaki ahali, çoluk çocuklarıyla beraber çıkarılıp, Konya'nın, ağır havasıyla meşhur olan Sultaniye kazasına nakledildi. Her taraftan Ermeni tehciri başladı. Başlangıçta, öteden beriden gelen Ermenileri Konya'ya gönderiyorduk. Daha sonra bunların Konya'ya değil, Der Zor'a sevk edilmesi için emri aldık.
İtiraf ederim: Bu emirlerin, bu icraatın Ermenileri mahvetmeye yönelik olduğuna kanî değildim. Çünkü hiçbir hükümetin kendi tebaasını ve memleketin en büyük serveti olan insan sermayesini imha edebileceğine ihtimal vermiyordum. Ve bunu, harbin zorunluluğundan olarak, Ermenilerin geçici olarak muharebe sahasından uzaklaştırılmak istenmesinden ibaret bir tedbir zannediyordum. Bunun için, dahiliye nezaretine yazdığım telgraflarda, sevk edilecek Ermenilere mesken yaptırılmak üzere fon talep ettim. Bu fonun yerine, Muhacirin ve Aşair Müdürü unvanını taşıyan, fakat hakikatte Ermenileri çoluk çocuklarıyla sevk etmekle görevli bir memur gönderdiler.
Adana ve diğer yerlerden peş peşe Ermeni kafileleri geliyordu. Ve tehcir kanunu uyarınca, vilayet dahilindeki Ermenilerin de çıkarılması için şiddetli emirler veriliyordu. Antakya'daki Ermenilerin tehciri hakkındaki yazılı emri, vali sıfatıyla, Halep vilayetinde hiçbir Ermeni'nin zorla meskeninden çıkarılarak uzak yerlere naklini gerektirecek bir kabahati olmadığını bildiğim için infaz etmedim. Bu itaatsizlik, Halep'ten Ankara'ya naklimi ve üç-dört gün sonra da Konya'ya gitmemi gerektirdi. Salahiyetli kişilere icraatımın mazeretini anlatmak için İstanbul'a gelmek istedim. Ve gözlerim tedaviye muhtaç olduğundan, Konya'da işe başladıktan sonra İstanbul'a geleceğimi haber ettim.
Ermenilere yapılan muamelenin mukaddes vatanın yüksek menfaatlerine her açıdan zıt olduğunu, devamlı olarak, telgraf ve yazılarla Babıâli'ye yazıyordum. Bunlar arasında, bağlı olduğum nezaretin nazırına yazdığım şahsi bir yazıda şunları ifade ettim: Ermeni kavmi, memleket nüfusunun ehemmiyetli bir kısmını teşkil eder. Genel servetin mühim bir kısmı Ermenilerin elindedir ve memleketin ticari teşebbüslerinin yarısına yakınına onlar sahiptir. Onların mahvlarına çalışmak, memleket için asırlarca telafisi mümkün olmayacak derecede büyük bir zarardır. Bütün dünyadaki düşmanlarımız toplanıp aylarca düşünseler, bize bundan büyük bir fenalık edemezler...
Yazılarımın hiçbiri dikkate alınmadı. Konya'da iki gün kaldıktan sonra İstanbul'a geldim. Ve yetkililere bu teşebbüsün mazeretini izah etmeye çalıştım. Yazık ki kimseye meramımı anlatamadım.
Konya Valiliği
Ermeniler hakkında uygulanan siyasetin vatanımızın hayati menfaatlerine tamamıyla zararlı olduğu fikrindeki bir adam, tabii ki bu icraata iştirak edemezdi. Bu sebeple, Konya'daki Ermeniler de çıkarılacak ise, oraya bu gibi işleri yapabilecek başka bir adam göndermelerini söyledim. Çıkarmayacaklarını temin ettiler. Bu teminat üzerine, Konya'ya gitmek üzere trene bindim. Akşehir'e varışımda, kasabadaki Ermenilerin evlerinden çıkarılarak sevk edilmek üzere istasyonda toplanmış olduklarını gördüm. Ilgın ve diğer istasyonlarda da aynı hale şahit oldum. Bu bîçarelerin hepsini evlerine gönderdim. Ilgın'da gördüğüm feci bir manzarayı ömrüm oldukça unutamayacağım: İstasyona sevk edilmiş ve günlerden beri tren bekleyerek açıkta bırakılmış olan, kadın, erkek, genç ve ihtiyar yüzlerce nüfus ortasında, kuyruk sokumu hizasından itibaren iki bacaktan mahrum bir bîçare de vardı. Altına bir meşin parçası bağlanmış ve ellerine birer nalın geçirmiş, boynuna bir boyacı kutusu asmış olan bu zavallı, hayatını dilenmekle ve kundura boyamakla kazanıyordu. Maruz kaldığı muamelenin sebebini katiyen anlayamayan bu talihsiz de nakledilecekler ve kovulacaklar arasına dahil edilmişti. Merkez vilayete vardığımda, Konya Ermenilerinin de bu suretle istasyona indirilmiş olduğunu ve bundan başka, İzmit ve Eskişehir ve Karahisar'dan gelen binlerce kişinin açıkta, bezden, yorgandan, keçeden yapılmış, çadıra benzeyen örtüler altında ve yürekler paralayacak derecede sefalet içinde kaderlerini beklemekte olduklarını gördüm. Diğer yerlerden gönderilenler hakkında bir şey yapamazdım. Yalnız Konyalıları evlerine iade ettim. Ve diğerlerine muhacir fonundan yevmiye verdirmeye başladım.
Benim Konya'daki halim, elinde hiçbir kurtarma aracı olmadığı halde bir nehrin kenarında duran bir adamın haline benziyordu. Nehirden su yerine kan akıyor ve binlerce masum çocuk, kabahatsiz ihtiyar, aciz kadın, kuvvetli genç, bu kan akıntısı içinde hiçliğe doğru akıp gidiyorlardı. Ellerimle, tırnaklarımla tutabildiklerimi kurtardım ve diğerleri, zannederim bir daha dönmemek üzere akıp gittiler. (...)
Haydarpaşa'dan gelen trenler her gün binlerce Ermeni getiriyor, Konya istasyonuna yığıyordu. Ve bunların daha ileri sevki için mütemadiyen İstanbul'dan emir veriliyordu. Ve ben, vagon verilmedikçe sevkiyatın mümkün olamayacağını söyleyerek itiraz ediyordum. Şu hal haftalarca devam etti ve bu müddet zarfında ancak bir-iki kafile Ermeni Erikli'ye kadar sevk edilebildi.
Sevkiyatın ertelenmesi için, resmi ve gayri resmi makamlar tarafından her gün sıkıştırılmaktaydık. Muhâcirîn ve Aşair müdürünü bu işleri yoluna koymak için memur etmişlerdi ve bu şahsın beyanlarını nezaretin emri gibi telakki etmemizi söylemişlerdi. Fikrimi hiçbir vakit saklamadım. Bu teşebbüsü memleket için felaket addettiğimden, iştirak edemeyeceğimi, İstanbul'da ve Konya'da herkese söyledim. O zamanlar Konya'da bulunan vilayet mebuslarına da aynı şeyleri açıkladım.
Bu mebuslardan biri, İstanbul'dan ayrıldığımda, umumi merkez mensuplarından birinin selamıyla beraber, "Umumi merkez bu işi enine boyuna düşünerek karar verdi, bu işin hafifletilmesi mümkün değildir ve Ermenilerin sevki milli mefkûreye uygundur. Dolayısıyla kendi kanaatini feda etmelisin" diye bildirdi ve onlara muhalefet edersem, beni görevden alacaklarını ve Konya'nın benden mahrum kalacağını söyledi.
Hangi milli mefkûre? Türkler ve Müslümanlar, bu cinayetlerden dolayı kan ağlıyor, fakat engellemek için çare bulamıyorlardı. Böyle zulümlere milli mefkûre demek, millet için en büyük iftira ve hakarettir.
Tabii, tehditler bana meslek değiştiremedi. Kanaatime göre harekete devam ettim. Dahiliye nezaretinden akrabalarından dört-beş kişinin İzmir'e iadesi hakkında emir çıkarmış olan İzmir mebusu İhsan Onnik Efendi'nin yol göstermesiyle, Ermenilerden on beş-yirmi bîçare kurtarılarak İzmir'e gönderilmişti. Ancak bunların bir kısmı, yolda Karahisar mutasarrıfı tarafından tutuklanmış ve hakkımda İstanbul'a bir jurnal verilmişti. Bunu, dahiliye nezaretinin izahat isteyen telgrafından anladım.
Cevaben, İhsan Onnik Efendi'nin dayızadeleri iade edildiği halde, mesela amcaoğullarının iadesinde yanlış görmediğimden, bu şekilde hareket ettiğimi yazdım. Bu haberleşme dosyaları dahiliye nezaretinde, Konya vilayetinde saklı olmalıdır. Eşleri ve velileri askerde bulunan kimsesiz Ermeni ailelerinin tren hizmetlileriyle, çoluk çocuklarının ve Ermeni Katoliklerinin tehcirden istisnalarına karar verilmişti. Bu kararı mümkün olduğu kadar Ermenilerin lehine uyguladım. Bu da pek kolay olmadı. Mesela, Konya şimendifer memurlarından Efkaryan Efendi'nin Ermeni Katolik milletine mensup olan hemşiresini Konya'ya getirebilmek, Ankara vilayetine dört-beş telgraf göndermekle mümkün olabildi.
Her vesileden istifade ederek diğer yerlerden gelen Ermenilerden yaklaşık otuz bin kadarı Konya'da bırakıldığı gibi, Konyalı olanlar da yerlerinden çıkarılmadı. Fakat benden sonraki memurun, vazife yerine giderken Akşehir ve Ilgın'dan geçtiği sırada orada Ermenilerin tehciri için emir verdiğini ve bunların da sevk edildiğini sonradan işittim.
İşte, bugün yerlerine iade edilmekte olduklarını gazetelerde okuduğumuz Ermeniler, benim Konya'da ve Faik Ali Bey'in Kütahya'da alıkoyabildiğimiz Ermenilerdir. Ve bunlar bırakılmış olsaydı, zannederim, bugün yerlerine iade edilecek Ermeni bulunamayacaktı.
Ermenilerin, en hafif tabiriyle tehcirini tanzim eden ve bu teşebbüsü 'milli mefkûre' olarak adlandıranlar benim kendileriyle mesai ortaklığı edemeyeceğimi nihayet anladılar ve azlimi tanzim ettiler. Ben de artık vazifeye devam etmemin mümkün olmadığını idrak etmiştim. Azledilmeme dair kararla, vazifeden alınmam için yaptığım müracaatlar aynı zamana rastladı ve Konya'dan ayrılıp İstanbul'a geldim.
Daha hareket ettiğim günün akşamında, Konya'da Ermenilerin sevkine memur olanlardan iki şahsın, istasyondaki Ermenilere "Babanız gitti, siz de gideceksiniz!" dediklerini İstanbul'da haber aldım! Şu felaketin önünü alabilmek için İstanbul'da mümkün olabilen her şeyi yaptım. Herkese müracaat ettim, hiçbir fayda elde edilemedi. Bilakis, "Sen kanaatini milli ülküye feda etmedin!" diye hışma uğradım.
Biraz da şu kararı veren ve icraya yetkili olan şahısları sevk eden sebepleri tetkik edelim: Ermeni vatandaşlarımız da itiraf ederler ki, harbin başında, henüz hiçbir Ermeni'nin burnu kanamamış olduğu bir zamanda, Ermeniler çeteler teşkil ederek ordunun erzak kollarını vurmakta ve İslam köylerini yakıp yıkmakta idiler. Mebus Garo Pastırmacıyan'ın Rusya'da teşkil ettiği çeteyle adeta Rus askerine öncülük etmesi ve bizim asker hareketimizden Rusların daima Ermeniler vasıtasıyla haberdar olmaları kabul edilebilir değildir. Ermeniler tarafından icra edilen Van kıtalinin, tehcir girişiminden hayli önce olduğu da muhakkaktır. Harpte bulunan bir millet, her şeyden önce ordularının selametini düşünür ve bu gibi saldırıların meydana geldiği yerlerde, şiddetli ve zalimce de olsa, lüzumlu tedbirleri almaktan kaçınmaması gerekir. Bu bakış açısıyla, içlerinde pek çok günahsızlar da bulunmakla beraber, Doğu'daki harp mıntıkasındaki Ermenilerin tehciri hakkındaki karar ve teşebbüsten dolayı bu kararı verenler belki kendilerini savunabilirler. Ancak kararın her tarafa yayılması ve icra ediliş şeklinden dolayı mesuliyetten kurtulamazlar.
Evet, birtakım Ermeniler düşmana yardım ettiler. Ve bazı Ermeni mebusları da çeteciliği mebusluğa tercih ederek birçok cinayetlerde bulundular. Hükümetin vazifesi, failleri yakalamak ve sadece onları cezalandırmak ve eğer bu mümkün değilse, o yöredeki Ermenileri, düşmanca değil, dostça ve geçici olarak başka yerlerde iskân etmek idi. Bir çeteci her şeyi yapabilir. Çünkü çetecidir. Hükümet ise sadece kabahat sahibi olanları takip eder. Fakat teessüf olunur ki, o zamanın hükümet büyükleri komitecilik ruhunu asla kaybetmemiş olduklarından, bu tehciri en cüretkâr ve hunhar çetecilerin de yapamayacağı bir tarzda tatbik ettiler. O zamanki hükümet, Rusların Sakarya vadisine saldıracaklarını ve Ermenilerin kendilerine yardım edeceklerini düşündüklerinden, tedbir olarak, tehciri Ankara, Konya ve Eskişehir'e kadar yaydıklarını söylüyorlardı. O zamanlarda Rusların yeni dretnotları henüz ikmal edilmiş olduğundan, Yavuz ve Midilli ile Karadeniz'e hâkimdik ve Rusların Sakarya havzasına asker çıkarmaları mümkün değildi. Haydi, bu ihtimali de kabul edelim. . .
Acaba Bursa ve Edirne'de ve Tekfurdağı'ndaki Ermeniler niçin çıkarıldı? Buralar da Sakarya havzasına mı dahildi? Halep'te vilayetin genel nüfusunun yirmide biri derecesinde bile olmayan Ermenilerden ne istendi? Doğru yanlış, vatanın selameti için Ermenilerin bulundukları yerlerden çıkarılmaları lazım addedilmişse, iş bu tarzda mı tatbik edilir? Ermenileri Zor'a sevk edin diye emir veren hükümet, bu bîçarelerin oralarda Arap göçebe kabileleri arasında meskensiz, gıdasız nasıl barınabileceklerini düşündü mü? Düşündü ise soruyorum: Oralara ne kadar gıda maddesi gönderdi ve göçmenlerin iskânı için kaçhane yaptırdı? Ve Ermeniler gibi asırlardan beri yerleşmiş bir hayat süren bir kavmi, ağaçtan, sudan ve her türlü inşaat malzemesinden mahrum olan Zor çöllerine sevk etmekte maksat neydi? Maalesef, meseleyi inkâr ve çarpıtmaya imkân yok. Maksat imhaydı ve imha edildiler. Yine gizleme ve saklaması mümkün değildir ki, bu kararı İttihat ve Terakki umumi merkezinin bazı önde gelen mensupları aldı ve o umumi merkezin tabii azası olan hükümet tatbik etti.
Genel merkez, Balkan Harbi'nden evvel Makedonya meselesinin de kolayca halline girişti. Azalarından birinin fikrince, Makedonya meselesi bir nüfus meselesi imiş. Eğer İslam nüfus çoğalırsa mesele kendiliğinden halledilirmiş. (...) İki rakam arasındaki nispeti tayin için ya rakamlardan birini büyütmek veya diğerini küçültmek lazım gelir!. . . Rumeli'deki nüfus arasındaki farkı değiştirmek için Bulgarları, Rumları, Sırpları mahve imkân yoktu. Onun için Basra'dan İslam muhacirleri getirmeye teşebbüs ettiler.
Anadolu'da ise bu külfete olsun lüzum görmediler. Ermenilerin mahvını tanzim ettiler. Bunu sırf umumi merkez değil, o zamanki hükümet de tatbik etti. Böyle olmasaydı, katliama iştirak etmeyen kaymakamlar öldürüldüğü, mutasarrıflar ve valiler azledildiği halde, iştirak edenler terfi etmezdi. Ve tehcir işleri, İttihat ve Terakki mensuplarının denetimi altında cereyan etmezdi.
Şimdi, bence meselenin en mühim noktasına geliyorum. Şu hercumercden, şu katliamlar ve cinayetlerden, Müslümanlar ve bilhassa Türkler de mesul müdürler, yoksa bundan âri midirler?
Osmanlı memleketinin tüm kavimlerinden daha ziyade mazur, bîçare ve zulüm görmüş olan zavallı Türklerin yüzü, bir de vatandaş kanıyla lekenecek mi?
Yoksa Türkler bu cinayetlerden âri mi addolunacak?
Benim vicdani kanaatimce, Müslümanlar ve Türkler, bu meselede tamamen bir malzemedir. İddiamı birkaç vaka ile aydınlatmak isterim.
1. Halep'teyken, oraya tehcir edilen Ermenilere yerli Müslümanların yardım ettiklerini birçok defalar gözlerimle gördüm.
2. Bazı çiftlik sahipleri, bana müracaat edip, arazilerinde Ermenileri iskân etmek istediklerini söylediler.
3. Gerek Halep'te ve gerek Konya'da ulema ve eşraftan birçok kişi, Ermeniler hakkındaki muamelemden dolayı bana çok kereler teşekkür ettiler ve onları himayenin şeriatça lazım olduğunu söylediler.
4. Gerek Halep'te ve gerek Konya'da hiçbir Türk'ün Ermenilerin mallarına tecavüz ettiğini görmedim ve işitmedim.
5. Görüştüğüm Türkler ve Müslümanlar arasında şu cinayetleri destekleyen, hatta bütün kuvvetiyle çirkin görmeyen bir ferde rastlamadım.
6. Konya'dan dönüşümden sonra, tanıdıklarımın hepsi beni tebrik ettiler ve memuriyetten ayrılmamın daha şerefli olduğunu söylediler.
7. Zohrab ve Vartkes efendiler Diyarbekir'e sevk edilmek üzere polis eşliğinde Halep'e gönderilmişlerdi. Kendileri için belirlenen akıbeti hisseden bu iki zavallı pek üzüntülüydü. İslamlardan birçok kişi, bana ve o sırada Halep'te bulunan Cemal Paşa'ya müracaat ederek, Zohrab ve Vartkes efendilerin Halep'te kalması için talepte bulundular. Bu iki kişi, dostlarımdandı. Kendilerini elimle ölüme gönderemezdim. Özellikle Zohrab kalp hastalığına yakalanmıştı. Halep'te kalmaları için İstanbul'a yazdım. Cevap alamadım. Ben Halep'te kaldığım müddetçe kendilerini göndermeyeceğimi vaat ettim ve vaadimi yerine getirdim. Vartkes ve Zohrab efendiler, vazifeden ayrılmamdan bir gün sonra sevk edildiler. Bu iki zavallı, o zamanki hükümet erkânının en samimi dostlarındandı. Vartkes'i sık sık evinde ziyaret ederler, dostça, ahbapça görüşürlerdi. Ve hatta boynuna sarılıp öperlerdi. Zohrab ise 31 Mart vakasında rahatını ve belki de hayatını tehlikeye koyarak İttihat ve Terakki erkanından ve kendisi sevk edildiği zaman hükümette olan bir kişiyi hanesinde saklamıştı. Mamafih, bunlar da ölüme sevk edildiler ve öldüler!. . .
Tahminime göre, en aşağı 300-400 bin Ermeni öldü. Bu kadar kan akıtan bir milletin feryat ve şikâyete hakkı vardır. Bu hakka kimse itiraz edemez. Fakat yalnız Ermeni ölmedi. İki milyondan ziyade Türk ve Arap da telef oldu. Türkler ve Araplar da Ermeniler kadar mağdur ve bîçaredirler. Onların da şikâyet ve feryada hakları vardır. Ben Osmanlı memleketinin bugünkü halini Erzurum vilayetinin yukarıda tasvir ettiğim haline benzetiyorum. Yani bütün memlekette iki sınıf halk var. Biri hukuka tecavüzle menfaat elde eden zorbalar, diğeri, bu zorbaların tecavüzüyle ezilmiş olan Türkler, Araplar, Ermeniler...
Hepimiz için felaketin doğuş sebepleri bir! ... Vatanından ayrılarak yollarda ölen veya öldürülen Ermenilerle, Cezire ve Suriye çöllerinde, Erzurum dağlarında açlıktan, hastalıktan, sıcaktan telef olan veya telef edilen Türkler ve Suriye'de açlıktan sokaklarda inleye inleye ölen Arapların ve Cemal Paşa'nın kanunuyla ipe çekilen ve sürgün yerlerinde sefalet içinde kalan uğursuz kuvvet aynı kuvvettir. Binaenaleyh, Türkler de, Araplar da, Ermeniler gibi davacıyız. Biz de adalet istiyoruz! Birbirimizi suçlamaktansa, el ele verip medeni dünyadan adalet dilemek ve asırlardan beri kardeşçe yaşamış olan Arapları, Türkleri ve Ermenileri bu hale getirenlerin cezasını istemek ve henüz vakit geçmemiş ise, bundan böyle yine kardeşçe yaşamaya çalışmak pek uygun olur. (RK/EKN)
* AGOS 30 Temmuz 2010
** Çeviriyazı: Ari Şekeryan