Antik Caddeyi, Kleopatra ve Antonius’un birbirlerine duydukları aşkın gücü olarak MÖ.41 yılında inşa edilen Kleopatra Kapısını, Roma Hamamı(Kemeraltı) ve Yeni Hamamını, Hristiyanlığın ilk teorisyeni olup yayılmasını sağlayan Aziz (St) Paul Anıt Müzesini, Makam-ı Şerif Camisini, Daniyal Peygamberin Kabrini, Eski Kilise Camisini, Bilal-i Habeşi Mescidini gölgede 44 derece sıcaklıkta gezmiştik.
Ulu Cami’nin yanındaki Kırkkaşık Bedesteni’ne geldiğimizde artık yorulmuştuk. Taş binanın serinliğini henüz hissetmiştik ki; bir dükkanın önünde oturan güler yüzlü bir hanım bize seslendi: “Tarsus’umuza, Bedestenimize hoş geldiniz! Biraz soluklanın isterseniz! ”
Davete hemen icabet ettik. Davet sahibi “Kafe Tarsusi”nin işletmecisiydi.
Bize ikram ettiği bol köpüklü sade kahvemizi içerken Serpil (Demir) Hanım anlatmaya başladı.
“Bedesten 1579’da Ulu Cami ile birlikte Ramazanoğullarından Piri Paşa'nın oğlu İbrahim Bey tarafından yaptırılmış. Medrese ve imarethane olarak kullanılmış. Planı dikdörtgen. Kesme taştan yapılmış. Üzerinde beş tane kubbe var. 1960’lı yıllarda onarılarak, kapalı çarşı olarak kullanılmış. Dokuzar metrekarelik 18 oda var. Burada dizi film çekildi. Üç giriş kapısı da beşik tonozlu."
Tarsusi
Nefes almaksızın el-kol hareketleriyle desteklediği anlatımını sürdüren Serpil Hanım nefeslendiğinde “Elinizdeki çay bardağının içinde ne var?” diye sordum.
“Kahve parçacıklarının açılması için Tarsus’umuzda türk kahvesi fazlaca kaynatılır. Köpük kahvenin açılmasını engellediğinden köpüklü kahve mideyi ağrıtır. Çay bardağında içtiğimiz bu kahveye ‘tarz-ı hususi’ kısaca ‘tarsusi’ denir. Ben günde 6-7 bardak tarsusi içerim. Midem sapasağlam.”
Dükkanları kadınlar işletiyor
Yol arkadaşım Aydan “Bedestendeki dükkanları hep kadınlar mı işletiyor?” diye sorunca attığı kahkaha sonrası “Evet; Vakıflar Genel Müdürlüğü ve belediye işbirliğiyle yapılan restorasyon sonrası dükkanları biz kadınlar ele geçirdik. Tarsus’u anımsatacak hediyelik eşyalar satılıyor burada.”
Uzun yıllar bankacılık ve borsacılık yapan, iki yıldır ortağı Leyla Hanım'la kafe işleten Serpil Hanım kendini turizme ve Tarsus’a adamış. Kızı evli, oğlu üniversite öğrencisi. Eşi Namrun’da kamping işletiyor. Hissedilen yaşı nüfus kağıdında yazılandan çok aşağılarda.
Şahmeran
“Kendinize ‘şahmeran’lı bir hediye aldınız mı? Ama önce size şahmeranı anlatayım” diyerek söze başladı.
“Binlerce yıl önce, Tarsus’ta, yerin yedi kat dibinde yaşayan dostluk, sevgi ve barışı önemseyen iyi yürekli meran(yılan)lar yaşarmış. Meranların ecesi olan ‘Şahmeran’ çok genç ve güzelmiş. İnsanlara görünmez, yaşlanmaz ve öldüğünde de ruhu kızının vücuduna geçermiş.
Geçimini arkadaşları ile odun satarak sağlayan Camsab adında birisi yaşarmış burada. Şahmeran'ı sadece o görmüş.
Oduna çıktığı günlerden birinde buldukları bal kuyusundaki balı bitiren arkadaşlarınca kuyuda terk edilen Camsab, cebindeki çakıyla gördüğü deliği genişleterek büyütmüş.Uyandığında yılan ve ejderhalarla çevrildiğini gören Camsab’ın yanına gelen yarı insan yarı yılan Şahmeran gelir. Camsab ona gördüğü ihaneti anlatır. Şahmeran ömrü boyunca asla yerini söylememe koşuluyla onu kuyudan çıkaracağını söyler. Söz alınca genci kuyudan çıkarır. Eline dünyalık da verir.
Hasta olan hükümdara Şahmeran eti yerse iyileşebileceği söylenmiş. Camsab sohbet esnasında arkadaşlarına Şahmeran'ı gördüğünü söyleyince haber padişaha ulaşır.
Önce dirense de, kendisine vezirlik ünvanı ve altın verileceğini öğrenen genç vezire Şahmeran'ın yerini gösterir.
Vezir, kuyunun dışına çıkartmayı başardığı Şahmeran'ı öldürtür. Hükümdar eti yer ve iyileşir.Şahmeran'ın insanoğluna olan sadakati ve iyi niyetine karşılık gördüğü ihanete dayanan bu efsaneye göre meranlar hala Şahmeran'ı yaşıyor zannediyormuş.
Davul sesinin insanları yılanlardan koruduğuna inandığımızdan Tarsus’ta her vesileyle davul çalınır. Davul çalmak Şahmeran efsanesiyle bağlantılıdır. Hayata ilişkin müşkülü olanlar, dileği beklentisi olanlar şahmeran resminin önünde dua eder burada. “
Aydan’ın ”Falımıza da bakacak mısınız?” sorusunu benim fincanıma uzanarak yanıtladı. Bir yerlerden para geleceğini, çatallı işlerimin çözümleneceğini, tez zamanda muştular alacağımı söylediğinde inandım falına. Yakınlarım zorda kalacağını, iki kötü haber duyacağımı söylediğinde de inanmak istemedim falına.
Duvarda asılı “Kaynar içmediniz mi? Valla büyük kayıp” yazan çerçeveyi gösterip “Kaynar?” deyince anlatmağa başladı.
“Bir çeşit kök çayı. Karanfil, yeni bahar, havlıcan, zerdeçal, kabuk tarçın, muskat ve mahlep; yedi çeşit kök. Buranın aktarları terkibi bilir. Alır, beş litre suda kaynatırız. İçine beş bardağı şeker ekleyip beş saat dinlendiririz. Ilık olarak, üzerine bolca ceviz ekleyerek içeriz. Kaynar kafemizin ve Tarsus’umuzun baş içeceği. İçtikten hani sonra bile, ağızda bıraktığı tat insanı mutlu eder. Durun size de ikram edeyim” diyerek içeri girdi.
Elinde fincanlarla yanımıza geldiğinde “Rahmini toparladığı ve süt kanallarını açtığı için burada loğusalara kırk gün kaynar içirtilir.”
Bizim oraların loğusa şerbetine benziyordu ama kesinlikle kaynarın tadı çok daha güzeldi.
“Vitrindeki kavanozun içinde ne var?” diye sorduğumda “Harnup pekmezi. Keçiboynuzu yani. Akşamdan suya koyarak ıslatılır. Sabah odun ateşinde kaynatıldığında pekmezde odunsu bir tat oluşur. Yararı mı? Çinko, magnezyum, demir deposudur. Kansızlığa ve kalbe de iyi gelir.
Kendisini bedestenin jandarması olarak nitelendiren Serpil Hanım “Beş yüz yıllık geçmişi olan bedestende tarih koklayarak iş yapmak bir ayrıcalık. Burada çalışmak bana büyük haz verdiğinden olsa gerek hiç yorulmuyorum.” deyip ardından ekliyor.
“Gelenlere kafemizde mola verdirip onlara bedesten ve Tarsus’umla ilgili bilgi vermek, tarihini ve kültürünü aktarmak, duyduğum efsane ve tarihi öyküleri anlatmak, yöresel yiyecek ve içeceklerini tattırmak, ikramda bulunmak bana haz veriyor. Eğlenerek çalışıyorum burada. Yeni insanlar, yeni hayatlar tanımak beni heyecanlandırıyor. Ben hayata ilişik yaşarım. Bu yüzden dinç, dinamik, genç gösteriyorum ya...“
Serpil Hanıma hak vermemek ne mümkün. Onu tanımak bize de iyi geliyor.
“2008 yılı Aziz Paul Yılı. Paul Kuyusu’nu ve anıt müzeyi gördünüz mü?” Müzeyi gördüğümüzü kuyuyu henüz görmediğimizi öğrenince “Kuyu, Aziz Paul’un yaşadığı evin bahçesinde. Kuyudaki suyun kutsallığına ve içenlere şifa verdiğine inanılırmış. Sahi karnınız acıkmadı mı?” deyip kentin yemek kültürünü anlatmağa başladı.
“Tarsus mutfağı özeldir. Kebaplarımız, humus, fındık lahmacun, içli köfte, dutmaç, mumbar, kaburga dolması, kerebiç, boyan ve şalgam... Saymakla bitmez. Zeytinyağımız da çok iyidir. Ne yemeyi düşünüyorsunuz? “
“Arkadaşım tarih öğretmeni. Ben de yemek öğretmeni” deyince ahladı: ”Eyvah... Tereciye tere mi sattım yani!”
Vedalaşırken aktardığı bilgiler ve konukseverliği içim teşekkür edip, çektiğimiz fotoğrafları göndereceğimize söz verdik.
Eshab-Kehf Mağarası, Roma Tapınağı, Roma Yolu, Tarsus Müzesi, Şahmeran Hamamını gezip, şelalede soluklandık.
Tarsus çarşısında karnımızı doyurup, aktardan yöresel baharatlar, nar ekşisi, salça ve zeytinyağı aldık.
Paul Kuyusunun bulunduğu müzeden çıkıp, tarihi evler sokağına geldik. Taş, kerpiç ve ahşap üçlüsünün kullanıldığı daracık sokağın her iki kenarına sıralanmış evlerden birinin eşiğine oturup, soluklandık.
Aydan’a “Haklıymışsın. Burası bir günde keşfedilecek bir yer değil. Tarsus; tarz-ı hususi bir kent.“ dediğimde ”Ve biz bu tarz-ı hususi kentte tarz-ı hususi bir kadın tanıdık.” yanıtı verdi.(ŞD/EZÖ)
**Fotoğraflar: Aydan Demirkuş.