Yanlış anlamaları önlemek için şunu baştan belirtmekte yarar var: Büyük Buhran, II. Dünya Savaşı ve Keynes sonrası dönemde devlet-piyasa ilişkilerinde değişiklik yaşandığı, devletin daha müdahaleci olduğu su götürmez. OECD üyesi ülkeler için, 1960-80 dönemi boyunca devletin Gayri Safi Yurtiçi Hasıla (GSYH) payının yüzde 27'den yüzde 42'ye, devlet istihdamının ise yüzde ıı'den yüzde ı8'e artışı bu değişimin bariz kanıtlarıdır.
Dolayısıyla mesele, bu dönemin 'makbul' devletinin maddi varlığının olmadığı, sosyal devlet (veya refah devleti) kavramının gereksizliği değil. Mesele, bu devletin gelir dağılımını düzeltme fonksiyonunu nasıl yaptığının farkında olup olmama meselesidir. Farkında değilsek, farkında olmadan klişelerle düşünme, konuşma ihtimali artar.
Neo-liberal iktisat politikaları 197o'ler başındaki krize cevap olarak belirirken, sosyal devlete ilişkin bayağı iktisatçıların geliştirdiği argüman şu idi:
"Kabaca, sosyal yardım harcamaları diyebileceğimiz (işsizlik sigortası, yoksulluk, emeklilik, çocuk, sağlık, eğitim v.s.) kalemlerin 1950-70 arası artışı sürdürülemez bütçe açıklarına yol açmış, tüketim pompalanmış, dolayısıyla tasarruflar azaldığı için uzun dönem büyüme kösteklenmiştir. İyi niyetli sosyal devlet politikalarının kronik işsizlik yarattığı artık kanıtlanmıştır. Reagancılık, Thatchercılık, IMF'cilik bu problemin tek çözümüdür."
Neoliberal politikalara meşruiyet bu ve benzer iddialarla sağlanmaktaydı
Öte yandan, niyeti işçi sınıfını köşeye sıkıştırmak olmamakla birlikte, radikal iktisatçılarca geliştirilen bir başka argümanın da ekonomik durgunluğu açıklayış tarzı itibariyle yukarıdaki hakim görüşle paralellik arzettiğini belirtmek isterim.
Bowles, Gintis gibi toplumsal ücret perspektifi ile, ya da O'Connor gibi devletin mali krizi perspektifi ile yola çıkanlar, dönemin iktisadi krizini, kısmen de olsa, refah devletinin gelir dağılımını düzeltici harcamalarına, dolayısıyla bütçe açıklarına bağlamışlardır. Bir olgunun bir parçasını çalışarak, o olgunun tamamının anlaşılabileceğini ummak oldukça yaygın metodolojik bir hatadır. Maalesef bu hata sosyal devlet konusunun klişeleşmesinde de etkili olmuştur.
Refah devleti üzerine yapılan ampirik çalışmalar ağırlıklı olarak devletin sosyal yardım harcamalarına yönelmiş ve bu kalemlerdeki artışlar refah devletinin kontrolsüz büyüyüşü eleştirisinin ana malzemesini oluşturmuştur.
Sözkonusu çalışmaların sistematik olarak ihmal ettikleri (bütünün diğer asli boyutu yani) sosyal harcama kalemlerinin finansman kaynağının ne olduğu sorusudur. Kimden, nereden gelmiştir bu harcamalar için gereken para? Bu hayati soru, ancak kimlerin devlete ne kadar vergi verdiği sorusunu, "sosyal yardım harcamalarından kimin yararlandığı" sorusu ile birlikte sorarak cevaplandırılabilir.
Öyle ya, çalışanlar ödedikleri vergilerle devlete 100 verip, ardından sosyal yardım harcamaları ile ancak 80 alabilmişlerse refah devletinden, gelir dağılımının düzeltilmesinden, bu harcamaların bütçe açığı yaratmasından söz edilebilir mi?
ABD, Avustralya, Almanya, İngiltere, Kanada ve İsveç'te 1960-87 boyunca çalışanlara dönük yapılan sosyal yardım harcamalarının, yine bu kesimlerin ödedikleri vergilerden düşüldükten sonra, yani net sosyal yardım şeklinde hesaplandığında, ancak GSYH yüzde 1-2 seviyesinde ve bu miktarda, yine bu ülkelerdeki toplam ücret miktarının ancak yüzde 3'ü ile yüzde 5'i arasında (Bkz. Shaikh, 2003 Yaz, Social Research).
'Sosyal devlet'in gelir dağılımını düzeltme kapasitesi bir hayli abartılı olduğuna göre, neoliberal söylemin 'sosyal devlet' saldırısına karşı çıkarken 'refah devletinin' aslında işçiden alıp işçiye verdiğini hatırlamak klişelerden kurtulmanın ilk adımı. (AT/KÖ)