Gün geçtikçe belirsizleşip, anlaşılmaz hale gelen eğitim sistemini çözmeye çalışırken hissettiğim tek şey şu: Eğer bu dönemde okumaya çalışan bir çocuk ve genç olsaydım, şimdiye kadar gittiğim hiçbir okulun kapısını aklımla açma şansım yoktu benim. Yaşadığı hayatı bir sürü çaba, güç, kuvvet ve akıl manevralarıyla kotarmış biri olarak, yakın çevremde “veli”lik rütbesini kazanan arkadaşlarıma baktığımda, bizim zamanımıza göre her şey zorlaştı mı, yoksa kolaylaştı mı kavramakta zorlanıyorum gerçekten.
Kasabadan hallice bir Ege ilçesinde çocuk oldum ben. Annem, babam öğretmendi. Kreşe gitme şansım olamadığı için, bana bakacak kimse olmadığında, annemle birlikte onun çalıştığı okula gidip gelmek zorunda kaldığım zamanlar oldu benim. Bazen öğretmenler odasında, bazen bahçede, bazen de sınıfta beklerdim eve dönmeyi. Kendi yaşıtlarımla birlikte birinci sınıfa başlama vaktim geldiğinde, okuma yazma, bölme çarpmayı çoktan öğrenmiş haldeydim. İlkokul birinci sınıfta sıkılır bu çocuk, dediler; doğrudan ikiye aldılar beni. Hiçbir zaman sayı saymak için fasulyelerim, abaküsüm falan olmadı. Çantasında fasulye taşıyanlara, derste çubuklarını çıkarıp masasına dizenlere hep özendim.
Bu hayatta başıma iyi şeyler gelsin istiyorsam, okumam ve başarılı olmam gerektiğini küçük yaşta öğrendim ya da belki o zamanlar, tüm çocuklar bu duyguyla doğup büyüyordu, bilemiyorum… Ailemin bana bırakabileceği evleri, arabaları olmadığından mı nedir, “okumazsam ne olur”u bir olasılık olarak bile düşünme şansım olmadı bu hayatta. Anadolu lisesi ve parasız yatılı sınavlarına girdim ben de yaşıtlarım gibi. Sadece belli il merkezlerinde sınav yapıldığı için, Manisa’ya gitmek zorundaydık biz sınav için. Otobüslerde gidip gelirken sürekli kustuğum için, sınavlardan bir gün önceden gider, ailecek otelde kalırdık. Bir türlü uyuyamaz, sabahı zor ederdim. Odada ailemle sıkışmışlık hissinin ömrüme yayılmasından korktuğumdan mı, yoksa sabah sınav öncesi kafam çalışsın diye bol şekerlisinden bir Türk kahvesi içtiğimden mi nedir, o zamanın en güzide okullarından Bornova Anadolu Lisesi’ni (BAL) kazandım. Hem de parasız yatılısından.
Sınav sonuçları açıklandıktan sonraki dönemi çok mutlu ve heyecanlı geçirdim. Yeni bir şey başlıyordu hayatımda, hissediyordum. Okul forması almak için Kemeraltı, kitaplar için Haşet kitabevi, yeni ayakkabılar, şimdilerde organizer denilen ama o zamanlarda henüz ismi konulmamış olan mavi pötikareli kumaştan dikilmiş dolap kapağına asmalık bezden cepler, hayhuy derken zaman geçti ve okula yerleşme günü geldi. Bir pazar günü beşe doğru annemle babam beni BAL’ın kızlar yatakhanesinde bırakıp gittiğinde 10 yaşındaydım. Yedi yılımı geçireceğim mekânda, birlikte büyüyeceğim çocukların arasındaydım.
Sonrasında bir müddet şaşkınlıkla ve herkes ne yapıyorsa onu yapmakla geçti zaman. Okul bana acayip büyük gelirdi, ilk zamanlar sınıftan çıkıp yemekhaneye giderken kaybolduğumu bilirim. Bir çocuğun, zamanı ve mekânı algılaması biraz vakit alıyor. Oysaki yatılı okumak, belli zamanlarda belli yerlerde olmayı becerebilmek ve o akışa kendini bırakabilmek demek. Sabah 6’da kalk zili, 7’de etüt, sekizde kahvaltı, akşam 5’te yoklama, 6’da yemek, sonra akşam etüdü ve nihayet uyku. Zaman geçse de, mekân asla değişmez yatılılıkta, rutin de hiç değişmez. Rutine isyan ve sorgu, sadece hüzün getirir; rutinden küçük kaçışlar ise büyük keyif verir.
Evet, artık gelelim esas soruya: Siz belletmen nedir bilir misiniz? Belletmen, yatılı okulda sizinle birlikte, yatakhanenin küçük bir odasında yaşlanan öğretmenlere denir. Benim için belletmen, Münire Tüysüz demektir. Yıllar geçse de saçları gözünüzden, sesi de kulaklarınızdan gitmez. “Tüysüz geliyooor” diye bağıran birini duyunca, yatağa girebilmek için gösterilen kıvraklık ve atılan deparlar anlatılmaz, yaşanır.
Yatılı okulu, romanlardaki yetimhane tadında yaşamadım ben hiç. Ama bilirim ki, yatılıysan hastalanmak çok kötüdür. Hazırlığın ilk zamanlarında kendimi nasıl koruyacağımı bilemediğimden, ciddi üşütmüştüm. Gece yatakta, ateşten adeta yanarak uyandığımda, tek başıma ağlamaya başladım ve ne yapacağımı bilemeden, don, atlet ve gözyaşlarıyla Tüysüz’ün kapısını çaldım. Beni biraz sakinleştirip elimi yüzümü yıkadı ve yatağa götürüp yatırdı. Sabah yataktan çıkamayınca etüde ve derse gidemeyip, koca yatakhane binasında tek başıma kalakaldım. Sonra nasıl revire gittim, neler oldu hatırlamıyorum ama anladım ki hastalanırsam, yalnız iyileşeceğim. Yemek yemek için illa ki kalkıp, o yemekhaneye gideceğim. 45 yaşıma geldim, bir sürü hastalıklarım oldu ama ilginçtir, bu yaşımda bile ateşim çıktığında ağlarım ben. Hiç iyileşemeyecekmişim gibi gelir.
Evci çıkmak diye bir şey vardır yatılılıkta. Haftada, on beş günde ya da ayda bir evci çıkarsınız, evci karnenizle birlikte. Geçen zaman içinde Cuma akşamları eve gittiğinizde, sanki misafirmiş gibi hissedersiniz kendinizi bir müddet sonra. Banyo, çamaşır, ütü, yemek derken Pazar öğleden sonra çabucak gelir ve okula dönüş başlar.
Yurtta kalırsınız, ama yatılı olursunuz. Arada dağlar kadar fark vardır. Yatakhane sadece kaldığınız bir yer değildir ve yatılılık bir kültürdür. Ben yatılıyken, on beş günde bir evci çıkardım. On beş gün süre boyunca, cep telefonu falan olmadığından, ailemle tek iletişimim okulun girişindeki santralin aranmasıyla olurdu. Aileniz sizi telefonla aramışsa, bir anons duyardınız hoparlörden adınızı söyleyen ve hemen santrale doğru koşmaya başlardınız. Ben hızlı koşamazdım hiç, hemen şişerdim. Santral de yatakhaneye neredeyse bir kilometre uzak. Bazen santrale vardığımda, bizimkiler beklemekten fenalaşmış ve şehirlerarası artık daha fazla yazmasın diye telefonu kapamış olurdu. Kös kös geri dönerdim.
Yatılı okulda zaman geçtikçe, ailemden ve kardeşimden ayrı bir kaderim olduğunu fark ettim ben. Kaderimin bir şekilde kendi ellerimde olduğunu hissettim. Üzüntülere gark olma hallerim bitti; büyüdükçe her şey daha bir rahatlayıp, güzelleşti sanki. Yedi yıl boyunca aynı kız arkadaşlarla, aynı odalarda uyuduk. Her biriyle kendi kız kardeşimden daha çok vakit geçirmişimdir kesin. Yatılı arkadaşlara küsmek de mümkün değildir. Akşam küssen, sabah yine aynı yerde uyanacaksın. Yan yana soyunup giyineceksin, aynı masada yiyeceksin. Yapacak bir şey yok yani, huyu suyu ayrı bir sürü kız kardeşin olmuş gibidir. Kabullenirsin onları oldukları gibi ve seversin.
Hem kendim hem de çevreme bakarak, yatılılık üzerine gözlemlerimi sizinle de paylaşayım isterim. Yatılı okumuş insan türleri, yetişkin hayatlarında daha hızlı yemek yerler. Büyüme döneminde, özellikle de sabahları kahvaltı kalmayacak korkusuyla, etütten yemekhaneye neredeyse yarım kilometre koşmak zorunda kaldıkları için, hayatlarının devamında da yemek vakti yaklaşırken huzursuzlandıkları görülür. Kokulu ortamlarda geçirdikleri uzun yıllar neticesinde, koku alma duyularında belirgin bir azalma olmuştur. “Bir koku alıyor musun?” diye sorsanız, “Yooo, bana gelmedi” der. Herhangi bir kuyrukta beklerken, sıraya girmeden öne geçen kişiye bağıran birini görürseniz, emin olun yatılı okumuştur. Çünkü bu yatılı okumuş insan türlerinde, kaynak yapmaya karşı alerji, daha genç yaşta, çoğunlukla da yemekhanede sıra beklerken başlamıştır.
Yatılı okumak, devşirme sistemi gibi bir şeydir aslında. Benim gibi kasabasına, bir otel odasına sıkışmışların, hayatlarını kendi ellerine alabilmesidir. “Evine yakın beş okul”dan çok daha uzakları düşleyebilmektir. Tam da bu yüzden fırsattır, şanstır, eşitliktir.
Velhasıl, beni ben yapan, işte bu yazıyı yazdırandır yatılılık… (ÖA/ÇT)