Fotoğraf: Canva
Önce dışımız sonra içimiz
hizaya sokuldu.
Ruhumuzun zenginliği
bundandı.
Renk körleştirici
bir iklim eşliğinde
tektipleştirildik.
Yaşam şarkılarımız öldürüldü.
Birbirinin gözlerine değil, markasına bakıyor artık
insanlar.
Kendine gardiyan
bir kuşak yetişiyor.
Her 14 Şubat'ta yazmak sadece bir alışkanlık gibi görünebilir ama ben bir ihtiyaç olarak da görüyorum. Attığım başlıktan da görüleceği gibi bu kez güzelleme ile yetinmeyeceğim.
Ben, sosyalizmi “sevginin toplumsallaşması” olarak da görüyorum. Ama bugünün koşullarında aşkı giderek zor kılan faktörler hızla büyüyor/büyütülüyor.
Öyle görünüyor ki mevcut gidişata “dur” diyen bir “toplumsal fren” devreye girmedikçe bir an gelecek insanlar sadece birbirinin acısına değil varlığına basacak, atomlarına ayrışacak, kimse kimsenin umurunda olmayacak. Bu durum, sistemi insanlarla tek tek uğraşma zahmetinden kurtarıyor; toplumsal topraktaki zehirlenme yeterli sonucu veriyor.
Tüm olumlu yanlarına rağmen internet ise hızla ikili ilişkilerin, ailenin çözüldüğü süreci hazırlıyor. İkili ilişki dahil her türlü ortak yaşam, kişiyi kendinden menkul dar hesapların dışında bir alanda sınava sokuyor. Ve pratik göstergeler, asıl bu alanlarda ortak hareket imkanlarının tüketildiğini, tahammülsüzlüğün ve kutuplaşmanın yaygınlaştığını gösteriyor.
Şiire yataklık eden aşk
Yaşam çıtasının yükseltilmesi, eğer sadece bir erdemi dillendirmekten ibaret değilse ve gerçekten gereği yerine getirilecekse; bu hem zor hem uzun erimli bir çabayı gerektirir.
Sevgi, öncelikle verebilme kapasitesidir. Bencilliğin, bireyciliğin aşıldığı bir doyum seviyesidir. Ismarlama ve yapay havuzlarda değil, zor duraklarda test edilir. Tam da bu noktada başlıkta da yer verdiğim şiirin aşkla ilgisi için yıllar öncesinde “Ben şiire yataklık etmeyen aşka aşk demem/Şiir dediğin yaşamın içinden damlar” notunu düşmüştüm.
Hatta bunu şiirden çok “şiirsellik” diye ifade etmek daha doğru olur. Şiir öyle bir yerinde ki hayatın, en özel durumlarda imdadınıza yetişir. Örneğin Gorki'nin “Bilim aklın şiiridir; şiir de yüreğin bilimidir” diye bir sözü var.
Şiirin daha çok yürek işi olarak görülmesi, aklın ve bilimin dışında olduğu anlamına gelmiyor; kavgayı da sevdayı da estetize ediyor. “Akdeniz sahilinde Çukurova tenli bir gecede/suyun tuzuna ve sahilin kumuna öykü bırakmak” gibi anlam derinliği kazandırıyor.
Bireycilik engeli
1980 ve giderek '90 sonrasında kendiliğindenlik, birey, farklılık, ânı yaşamak gibi kavramlar, gerçekte bireyi de doğallığı da her kimliğin özgün karakterini de yok eden, kişilikleri boşaltıp nesneleştiren; renksizlik veya renk körlüğü oluşturan kavurucu bir iklim eşliğinde gündeme sokuldu.
Yani bu kavramlar, kişiliği büyüten, zenginleştiren değil, tırpanlayıp yok eden; özgürleştirici değil tüketici kavramlardır. Bu kavramlar eşliğinde tek tek veya topluca, yaşam şarkıları öldürüldü insanların. İnsanlar, ânı yaşamak adı altında geleceksizleştirildi. Plan yapan, çözüm üreten nitelikleri köreltildiği, ufukları daraltıldığı oranda, gerçekte ânı daha zengin yaşamaya değil, nitelik kaybı ve yoksunlukla boğuşmaya başladı.
İnsanların insan kimliğine yakışan, gerçek ve kalıcı mutluluklar, saman alevi sahte parıltılarla yer değiştirince, yaşam sevincinin nabzı düştü; insanlar zorlama/yapay arayışlara yöneldi.
Kişilikli duruş, yerini “her yol mubahtır” ölçeksizliğine bıraktığı oranda, toplumda çürüme, savrulma oranı arttı. Daha da önemlisi, algılama ve muhakeme yeteneği zayıf düşürüldü, hafızalar köreltildi.
Bugün artık tepki çeken, “her yerde iktidar” yerine, herkese kendi iç iktidarı kurduruluyor. Bu durum, kişilik parçalanmalarının (tutarsızlık, ikili haller, dağınıklık) sevgisizliğin, rekabet ve bencilliğin daha kolay çimleneceği bir toprak oluşturuyor.
Bu gerçeklik bugün hiç olmadığı denli bizi yaşayan/canlı programlar üretip uygulayan bir üretkenliğe (yaratıcılığa) zorluyor. İnanç parçalanması, kişilik parçalanmasını, o da düşünsel parçalanmayı beraberinde getiriyor. Bunun için önce kuşak kopması yaratıldı. Sonra 150 yıllık Marksist birikimle bağları koparmanın çeşitli biçim ve zeminlerdeki araçları geliştirildi.
Bireycilik kamçılanırken, gerçekte yüceltilen birey değildi. Aksine küçücük hesaplar dünyasında akıl çıkarla çelmelenirken, gerçekte yaşanan, benzeştirerek sürüleştirme eşliğinde bireyin (kişiliğin) öldürülmesiydi.
O benzeştirme ki bireyin kişilik direncini yok etmekle kalmadı, sulandırılan ölçekler eşliğinde insana dip noktasını gösteren kapitalizm kanıksattırıldı; yaygınlaştırılan “öğretilmiş çaresizlik” de buna hizmet etti. Bu bireysel nitelik yozlaşması ve kişilik dağılması eşliğinde herkesin herkes gibi sürüleşmesi, birbirine benzemesi, emeğin/paylaşımın güzelleştirici işlevine olan inancı da yok etti.
Kadınlar erkeklerin (veya erkekler kadınların) gözünde aynılaştı. Sevgili olan ile olmayan arasındaki fark yok oldu. Bu, aynı zamanda bir renk, bir nitelik yitimiydi. Bu nedenle, imkanlar oranında (gerekirse her gün) eş değiştirerek “renk” arandı.
Dün, üzerlerinden tüm toplumsal sorumluluk yüklerini atarak 12 Eylül çıkışında sistemin çağırdığı istikamette birey şarkıları söyleyerek koşanlar; bugün ancak yemek/içki masalarında veya piyasadan “günübirlik kaçamak” satın alarak yaşamlarına renk(!) katabiliyorlar. “Enginleri fethetme” ruhundan, paranın gücünü fethetme ruhsuzluğuna direksiyon kırarak, kendi yokuşlarında tükeniyorlar.
Dünden bugüne uzanan insanlık dalgaları
dövmesin diye teslimiyetin duvarlarını
Kendi barikatlarını kendisi sökmüş
bir kuşaktan
Mendirek kurdular tarihin ortasına.
Sonra da fetih savaşları
beyinlerde kalplerde yürütüldü.
Bugün artık
bir Amerikan dolarına bozduruyor
insanlar kendini.
Bu nedenle ancak
Birer Stalingrad paklar içimizi.
Kişinin kendi iç savaşı
Belki her dönem böyleydi ama bugün kendini çok daha fazla hissettiriyor, hazır reçetelere sığmaz türdeki devrimcilik ihtiyacı. Devrimciliği bir mertebe, bir etiket, bir kimlik kaydı zannedenler, çok daha fazla zorlanacaktır bu süreçte.
Tembellik, bencillik, ölçeklerden ve duyarlılıklardan uzaklaşma biçiminde insanın içini adım adım ele geçiren virüsle, mücadele dışında başedebilmenin yolu yoktur. Bu nedenle, başarılı ve kalıcı bir mücadele verebilmek için, buna aday herkesin öncelikle kendi iç savaşını başlatması gerekir.
Kişinin, içindeki “düzeni” yenmeden, ayağına dolanan düzenin bağlarını söküp atması mümkün değildir. Düzenle başetmek, alternatif bir yaşamın basamaklarında temenni edilen yüksekliklere tırmanmak için bir otodisiplin ve özgüven şarttır.
Kapitalizm öncelikle dağıtıcı ve yalnızlaştırıcıdır. Ona karşı mücadele, kolektif bir emeğin ortak amaca yöneltilmesi temelinde olduğu oranda, kişinin artıları kolektifi, kolektifin artıları kişiyi besler ve sonuçta, yalnızlaştırma dahil olmak üzere, sistemin insanca yaşam karşıtı tüm silahlarının etkisizleştirildiği bir mücadele/yaşam kalitesi, düşten gerçekliğe dönüşür.
Gelecek düşlerimize dair öngörüsel izlekler taşımak durumunda olan bugünümüz, aynı zamanda insandan ve sorunlarından uzakta, kulelerde değil; bizzat hayatın içinde, adeta insan kokusuyla yoğrularak biçimlenmelidir. Her gelişmeyi, her olgunun bağrında taşıdığı öğreticiliği damıtıp, önlerini kendi öngörü ve emekleriyle açanlar için, tekrar olasılığı da tıkanma olasılığı da zayıftır.
Örneğin Dostoyevski'nin Suç ve Ceza'sını “Rusya'da geçen bir cinayet vak'ası” olarak özetlemek de mümkün; sayfalarında adım adım işlenmiş, kapitalizmin birey üzerindeki tahribatını görüp bugüne izdüşüm yapabilmek de. Ama ne yazık ki kapitalizm, kabuklarımızın/kalkanlarımızın en kalın olduğunu sandığımız yerlerde bile derinlemesine işliyor.
En güzel türküleri kuşanmak için
bedel ödeyenler
O türkülerden soyunduklarında
çırılçıplak kalırlar.
Biz her sabah yeni bir besteye
uyanıyoruz yoldaşlar...
Siz, kendi iklimine kıyanların çıkardığı
içi boş dışı gürültülü seslere aldırmayın.
Kimileri bir gece ansızın
kendi elleriyle söndürür ışığını.
Kimileri de
adım adım arşınlar
karanlığa giden yolu.
Keskin kırılmaların
sonuçları da jargonu da keskindir.
Eğilip bükülenler
sonuçları da eğip bükerler.
İnanç ve inat
teslim edilirken karşı tarafa
nedenleri vardır...
Dünün birikimini ve bedel hafızasını
silerken
aynı çukurda buluşur
çürümenin tüm tonlarıyla
aynı türden kokanlar.
Düşsel tasarımları somutlamak
Sanki sadece akılda değil, algıda da bir tutulma var. sanki insanlar taammüden darlaşıyor. “Azıcık aşım ağrısız başım” misali görmeye/anlamaya da kapatıyor kendini. Tüm duyu organlarını açarsa, bunun tadının farklı olacağını biliyor; ama o zaman da mide dışındaki organlar büyüdükçe, gerekleri de (sorumluluk ve beklentileri de) büyüyecek.
Ürkütücü bir gidişattır bu. Sanki insan, beslenme ve üreme ekseninde yaşadığı döneme doğru ters bir evrim geçiriyor. İnsanlar, inançlarının ve inatlarının ayağına taş bağlayıp nehre atıp kurtulmayı meşru göstermek için ne çok gerekçe uydurdular. Geçmişte yanlışı savunmak daha zordu. Bugün ona da çözüm bulmuşlar; çok konuşup, bilgi kirliliği arasında konu boğuluyor. Bu, ihtiyaç duyulan her konuda uygulanan bir tarz haline geldi.
Halbuki anlamak isteyenler için en temel amaç bile hala, olduğu yerde gülümsüyor. “Çalışmanın bir zorunluluk olmaktan çıkıp bir ihtiyaç hatta bir zevk haline gelmesi” biçiminde özetlenebilecek amacı, en küçük ve uygulanabilir birime, aile içine dahi taşımakta güçlük çekildiğini görüyoruz. “Ben”lerin “biz”de eridiği, ortaklaşa yaşamın bir doğal davranışa dönüştüğü ev içi yaşamlar da oluşturamıyoruz.
Gelin, “dostlar alışverişte görsün” diye değil, sevdamız öyle gerektirdiği için harekete geçelim. Kendi bahanelerimizi kendi ellerimizle öldürüp, bize gülümseyen o en temel önermeyi uygulamaya; evden, aştan, eşten başlayalım.
Aynadaki siluetimizden göz kaçırarak değil, gülümseyerek uyanalım her sabah yeni güne. Değerlerimizi sevdamıza kuşanıp, ısrarımızı âna izdüşürülmüş ahlakın ölçüsü haline getirelim. Bunun ilk artılarını kazanan kendimiz olacağız.
Ortak bellek ortak deneyimlerle zenginleştikçe, kendi yolunu kendisi açan anahtarlara sahip olacaktır. Unutmamak gerekir ki sevda bir yaşam biçimi olduğu ölçüde, tarihsel köklerden kopmamak da geleceğin düşsel tasarımlarını bugünden somutlamak da mümkün olacaktır.
(MY/MN/EMK)