Bundan tam 13 yıl önce 17 Kasım 2002 günü, yani “barajlı demokrasinin bizlere bahşettiği yeni Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin yemin töreniyle açıldığı” o gün, Radikal Gazetesi’nde yayınlanan bir yazıda özgürlükten yana saf durarak ‘ulusal’ medyada yer alan tehditlere karşı çıkmış ve Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) “seçimde geçerli oyların yüzde 34.5'inin onayını aldığını”, “bu nedenle AKP’nin iktidarının meşru bir iktidar” olduğunu, “hiçbir ‘yasal mercii'nin baskısı altında kalmadan Türkiye halkına verdiği sözleri yerine getirmek durumunda olması” gerektiğini ve “partinin genel başkanının da ülkenin başbakanı olması” gerektiğini ifade etmiştim. Hayatın garip bir öngörüsü mü bilmiyorum ama o yazıda AKP iktidarının, ‘ulusal' medyanın “kanaat önderlerinin tanımladıkları gibi 'karanlık' bir süreci hepimize hayat tarzı olarak dayatabileceğini” ancak o gün 'kurtarıcı'ları göreve çağırmayıp kendi sorunumuza kendimizin sahip çıkması gerektiğini de belirtmiştim.
Bu satırların üzerinden 13 yıl geçti: Geçen sürede AKP girdiği her seçimi kazandı ve bir devlet partisine dönüşerek kendisinden önceki siyasi iktidarların yaptığı gibi kendi hakikatini herkese dayatmaya kalkıştı. Ama kanaatimce geçen bu sürede tüm meşruluğunu da yitirdi. Çünkü liberal demokrasilerde sandıktan galip çıkmak tek başına bir meşruiyet ölçüsü değildir.
Bilindiği üzere liberal demokrasi, zeminini özgürlük ekseninde kurgular. Bu noktada -sosyalist ideolojinin haklı eleştirisine maruz kalmak uğruna- toplumsal statü ve konumlarının kişilerde neden olduğu eşitsizliklere miyopik bakarak herkesi siyaseten eşit konumlandırır. Öte yandan hoşgörü, tolerans ve farklılıklara saygı liberal demokrasinin özgürlük ufkunu belirler. Liberal bakış açısına göre “birey davranışlarına müdahale edilmediği oranda özgürdür”. Yani liberal özgürlükte esas olan “bireye bir şey sağlanması değil onun dış̧ zorlamalara ve baskılara maruz kalmamasıdır”. Hiç kuşkusuz bu bakış açısı bireyin mülkiyet hakkını güvence altına almaktadır. Öte yandan unutulmamalıdır ki liberal ideolojide zor ile kastedilen “bireyin çevresinin veya şartlarının bir diğeri tarafından kontrol edilmesi, daha büyük bir kötülükten kaçınmak için bireyin kendi planlarına göre hareket etmemeye, bir başkasının planları, buyrukları doğrultusunda davranmaya zorlanmasıdır”. Zaten liberal ideolojinin devlete sınırlamalar getirmek istemesinin altında da bu gerçek yatmaktadır. Çünkü liberalizme göre “bireyin özgürlüğüne yönelebilecek en büyük tehdit devlettir”. Bu nedenle liberalizm, devletin düşünce, vicdan ve örgütlenme özgürlüğüne zarar verecek müdahalelerde bulunmasını reddeder.
Liberalizmin bir başka koşulu “insanı sadece akıl ve gerçeklerin yönetmesi”ni kabul etmesidir. Zaten özgürlük de gerçeğin ortaya konulmasını sağlar. Çünkü liberalizme göre “gerçeğe giden bütün yollar açık tutulmalıdır ve özgürlük bütün bu yolların açık tutulmasıdır”. Liberal ideolojiye göre “Devletlerin amacı insanların özgürlüğünü sağlamaktır. Devlet bunu sağladığı oranda meşrudur”. Bu nedenle “yasanın bittiği yerde tiranlı(ğın) başladığını” düşünür ve egemen, tiranlığının bir sonucu olarak yetkisiz olarak hareket etmeye kalkışırsa ona karşı direnme hakkının oluştuğunu kabul eder. Hatta Spencer, devletin “bu doğal özgürlük düzeninin akışına, bireylerin hayatına müdahalesinin” bir kere başlaması halinde, o toplumda devletin “kendi kendini besleyen, büyüten bir sürece dönüşeceğini ve insanları sonuçta köleliğe götüreceğini” ifade eder. Zaten liberalizm, tariflediği bu “kölelik düzeni”ni önlemek için devletin gücünü yasalarla sınırlar: “kuvvetler ayrılığı” ve “yazılı anayasalar”, bu sınırı tarifleyen ve dolayısıyla devleti sınırlayan en önemli araçlardır.
Liberal ideolojinin olmazsa olmazı “devletin demokratik bir biçimde örgütlenmesidir”. Çünkü liberal demokrasi kamuoyunun serbestçe oluşması, herkesin her konuda görüşlerini özgürce açıklayabilmesi, bunun için örgütlenebilmesi ve söz hakkı olması gerektiğini kabul eder. “Kısaca siyasal iktidarın anayasal kontrolü, dürüst seçimler, ifade özgürlüğü, sivil örgütlenmenin siyasal katılımı ilkeleri bu sistemin olmazsa olmazlarıdır”. Siyasal iktidarın sınırlı olması, çoğulcu bir toplumun varlığı ve gerçeğin ancak toplumun tüm farklılığıyla birlikte çoğulcu biçimde müzakereyle oluşturulacağının kabul edilmesi liberal demokrasinin temel varsayımlarıdır.
Kuşkusuz liberal ideolojinin en büyük açmazı bireyi toplumsal ilişkilerden azade, kendi başına yetkin bir “özgürlük” ütopyası olarak tarif etmesidir. Ancak bu eleştiriyi göz ardı edip liberal demokrasi ilkeleri açısından AKP iktidarını analiz edersek; 1 Kasım seçimleriyle yüzde 50 sınırına ulaşmış bu partinin hâlâ demokratik meşruiyetinin olduğunu söylemek mümkün müdür?
Eğer liberal demokrasi gereğince hoşgörü, tolerans ve farklılıklara saygı temelse ve birey davranışlarına müdahale edilmediği oranında özgürse; örneğin kızlı erkekli öğrenci evlerine yapılan müdahaleler, insanların kaç çocuk doğuracaklarının belirlenmesi, fiilen kürtajın yasaklanması, boğazda viski içenlere hakaretler edilmesi, dekoltesinin derinliği nedeniyle insanların işten çıkartılması ve her alanda kutuplaştırıcı ve çoğunlukçu bir hükmetme tarzının sergilenmesi ne anlama gelmektedir?
Eğer liberal demokrasi gereğince bireyin “büyük bir kötülükten kaçınmak için” bir başkasının planları ve buyrukları doğrultusunda davranmaya zorlanması kabul edilemezse; örneğin tayinler, atamalar, ihaleler gibi kamusal süreçlerin tümünün doğrudan AKP ya da onun uzantısı örgütlenmelerin inisiyatifinde gerçekleşmesi, seçim sürecinde “Beyaz Toros” hatırlatmaları ile “büyük kötülük”lerle adeta toplumun tehdit edilmesi, bir siyasi rakibin miting yapamayacak duruma getirilmesi ne anlama gelmektedir?
Eğer liberal demokrasi gereğince devlet düşünce, vicdan ve örgütlenme özgürlüğüne zarar verecek müdahalelerde bulunamazsa; örneğin cemevlerinin ibadethane sayılmaması, “makbul” addedilmeyen sendika ve diğer örgütlenmelerin baskı altına alınması, seçimlerin hemen öncesinde Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı illerin “sokağa çıkma yasağı” adı altında ablukaya alınması ve milletvekili adaylarının illerinde dahi seçim çalışması yapamayacak duruma getirilmesi ne anlama gelmektedir?
Eğer liberalizmin temel koşulu gerçeğin ortaya konulması ve gerçeğe giden bütün yolların açık tutulması ise seçimden birkaç gün önce ve sonrasında dahi gazete ve dergilerin basılması, mülkiyetlerine el konulması, medyanın “havuzlaştırılması” ve gazetecilerin baskı görmesi ya da tutuklanması ne anlama gelmektedir?
Eğer “kuvvetler ayrılığı” liberal demokrasinin olmazsa olmazı ise; kuvvetler ayrılığından alenen şikayet edilmesi, bunun bir sorun olarak tanımlanması ve yapılan müdahaleler ile yargının vesayet altına sokulmak istenmesi ya da sokulması ne anlama gelmektedir?
Son olarak liberal demokrasi kuralları gereğince devletin tek amacı insanların özgürlüğünü sağlamak ise ve bunu sağladığı oranda meşru ise ve dahası eğer bunu sağlamak yerine tiranlığa ulaşıp yetkisiz olarak hareket etmeye kalkıştığında direnme bir hak olarak kabul ediliyor ise; oyları seçim günü bir sandığa doğru düzgün attık ve sonrasında saydık diye devlet partisi haline gelmiş bir siyasi iktidarın demokratik meşruiyeti hâlâ var mıdır?
Eğer kalmamışsa... şiddete yönelmeden, tüm çoğulculuğumuzla, demokratik mekanizmaları kullanarak direnmek, meşruiyetini yitirmiş bu siyasi iktidar için liberal demokrasinin bile kabul ettiği bir hak mıdır? (OE/ÇT)
* Altınlar İçin Kaynak: Çetin H. Liberalizmin Temel İlkeleri. C. U. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, 2: 1; 219-237.