"Saklı Hayatlar"ı iyi biliyorum, yani bunun ne demek olduğunu iyi biliyorum. Ailemin bir yarısı "saklamış"lardan çünkü kendi gerçeğini yok saymışlardan...
O aşkları da biliyorum. Daha da kederlisini... Sevginin yaşanabilmesi için kendi kültürünü ezip geçmeyi, hatta sevdiğinden bile gizlemek zorunda kalarak...
O fotoğrafları da biliyorum. Hayatı yeni yeni tanımaya başladığında, fotoğraf makinesinin arkasına geçip -onun sanki gizli güçleri varmış gibi- ondan medet umarcasına deklanşöre basmayı.
Murat ile Nergis'in hikâyelerini birleştiren A. Haluk Ünal'ın Saklı Hayatlar filmi önceki hafta gösterime girmişti. Bilmeyen kalmamıştır: Genç fotoğrafçı Murat ile tıp fakültesi öğrencisi Nergis, 12 Eylül 1980'den hemen önce tanışıyorlar. Nergis, Çorum Katliamı'ndan canını zor kurtarmış Alevi bir ailenin kızı; Murat ise Sünni bir ailenin oğlu. Bir yandan politik, bir yanda da mezhepsel olarak kamplaşmış bir toplumda karşılaşıyor, âşık oluyorlar birbirlerine.
Filmdeki göstergeler yerli yerine oturtulmuş: Sünni baba emekli bir polis. Sistemin silahlı, külahlı güçlerinin Sünni egemenliğini temsilen yerini almış durumda. Otoritesinin sarsıldığını hissettiği noktada şiddeti doğrudan hayata geçirebilecek kadar pervasız. Murat'ın babaannesinde simgeleşen İslâm da dikkate değer. Hoşgörü ve tahammülsüzlük onun karakterinde harmanlanmış. Nergis'in annesi ise Çorum Katliamı'nın travmasıyla korku ve nefretin belirlediği bir davranış biçimi geliştirmiş. Ötekileştirilenin, karşıtına dönüşmesine iyi bir örnek oluşturuyor. Ve Nergis'in Almanya'da işçi olarak çalışan edilgen babası, telefonun ucunda bir ses ve duvardaki çerçevenin içinde bir suret yalnızca.
O göstergeleri iyi tanıyorum.
Laisizme sıkı sıkıya sarılmış ve Sünni geleneğin taşlarıyla inşa ettiği iktidarını her fırsatta hatırlatmayı tarihsel görev olarak pazarlayan bir ordu emeklisinin oğluyum; uyandığım 12 Eylül sabahını nasıl unutabilirim?
İlk fotoğraf makinemi almama üç yıl kala uyandığım o sabah, henüz daha pijamalarını çıkarmamış olan babam balkona çıkmış, her şeyden habersiz işe gitmek üzere yollara dökülen insanlara sesleniyordu: "Örfi idare, sokağa çıkma yasağı ilan etti beyefendi. Ordu yönetime el koydu, evinize dönün!" Bir asker, emekli de olsa durumdan vazife çıkarmayı iyi bilir. Her şey vatan içindir ve hiçbir şey insan için değildir neticede, değil mi?
Maraş ve Çorum Katliamları'nın üzerinden dört, 12 Eylül'ün üzerinden üç sene geçmişti ki çektiğim fotoğraflar, tıpkı Murat'ın babasında olduğu gibi benim babamda da büyük bir hayal kırıklığı yaratmıştı.
Şimdilerde söylendiği gibi "terörist mi olacaksın başımıza?" değil, "anarşist mi olacaksın başımıza?" diye haykırıyordu. Bu lafı her duyduğumda üzülüyordum; gururlanmam gerektiğini henüz kavramamıştım. Şunu da fark etmemiştim henüz: Fotoğraf hayata müdahale etmede son derece etkili bir araçtı, birilerinin ondan korkuyor olması da bundan kaynaklanıyordu.
Murat da filmde fotoğrafın gücünü keşfediyordu. Bahçede dolaşan Nergis'in fotoğrafını çektiğinde de, bu fotoğrafı karanlık odanın büyülü ışığında basarken ve Nergis'e verirken de, polisler tarafından dövülen gençleri görüntülediğinde de, fotoğraf sergisini basan babası fotoğrafları parçalarken de bu gücü adım adım öğreniyordu.
Kürt illerinde çektiğiniz fotoğraflar nedeniyle şiddete, soruşturmaya uğradığınızda, 6-7 Eylül olaylarının fotoğraf sergisini ülkücüler bastığında, 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü fotoğraflarınız rektörlük isteğiyle jandarma tarafından toplandığında anlayabildiğiniz o güce Murat da kendi deneyimi üzerinden tanık oluyordu.
Bugün geçmişte olduğu kadar etkili değilse fotoğraf, bunda fotoğrafçıların da büyük sorumluluğu var korkarım. Saklı Hayatlar'da kurşunlanan fotoğraf derneğindeki gençler, toplumsal sorumluluk ve yeni filizlenen sınıfsal bilinçleriyle sarılmışlardı yaptıkları işe.
Bilen biliyor, o dernek büyük ölçüde AFSAD'tı aslında. Yani Ankara'da 1977'de kurulan Ankara Fotoğraf Sanatı Derneği'ydi. "Selam Yaratana" sergisi ile gezici sergilerin ilk örneklerini veren derneğin bu dönemdeki motivasyonu, filmde sık sık anıldığı şekliyle yoksul mahallelerin insanları değil, gecekondu mahallelerinde yaşayan işçi sınıfıydı.
Çok sular aktı... Fotoğrafçılar toplumdan yüz çevireli epey zaman geçti. Çiçekle, böcekle, otla, ormanla uğraşılarak geçip giden zamana pek az sayıda fotoğrafçı direndi.
Haksızlık etmeyeyim, belki fotoğrafçıların da bir "Saklı Hayatı" vardır. (YT/EÖ)
____________________________________________________________
(Saklı Hayatlar'daki fotoğraf sergisinde yer alan fotoğrafların önemli bir bölümü basın fotoğrafçılığının önemli isimlerinden Erdoğan Köseoğlu'na aitti. Bu fotoğrafların filmde kullanılmasını, 1970'lerin son bölümüyle, 1980 ve 1990'lara fotoğraf çekerek tanıklık eden, görsel hafızamızın bu önemli bölümünü oluşturan Köseoğlu'na saygımızı gösteren bir duruş olarak nitelendiriyorum.)
(*) Yücel Tunca / Galata Fotoğrafhanesi