Cengiz Erdinç, Ozan Pezek ve Burak Ersemiz iki gündür işsizler. Çünkü patronlar bu üç gazeteciyi işten attı; "performansları düşük" denmiş yazılı bildirimde; oysa "atma"nın sendikalaşmayla bağlantılı olduğunu, medya sektörünün başka hiçbir sektörde olmadığı kadar "sendika"nın lafına bile tahammülsüz olduğunu bilenler biliyor.
Okurlarsa habercilerin sorunlarını, yaşadıklarını yazacak bir başka medya henüz çok sınırlı olduğundan ne yazık ki pek bilemiyor.
Son olayı özetleyelim; üç gazeteci de resmi adıyla Merkez Grubu'nda -Erdinç Sabah yazı işlerinde, Pezek ve Ersemiz atv'de- çalışıyordu. Grubun 2 Nisan itibarıyla Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu'nun (TMSF) eline geçmesiyle, yani bağlı yayınların sahibi devlet olunca, gazetecilerin sendikalaşma çalışmaları da hız aldı. Grubun dergilerinde başlayan ilk kıpırtıları gazete ve televizyon çalışanları izledi.
Sendikalaşma çalışanlar için hak, bunu engellemekse patronlar için suç. Ama bir de hem çalışan hem de kendini patron sayan ara bölge bulunuyor medyada her yerde olduğu gibi.
Şimdi bu olayda Merkez'in patronları ve kendini patron sayanlarla, öteki yaygın medya patronları hemen alarma geçiyor. Çünkü bu çok tehlikeli bir gelişme; ya bir anda her bir yerde haberciler sendikalaşır da ayaklanırlarsa!
Sendikasızlaştırmada ilk adımlar
Sendikasızlaştırma ilk kez 1991'de 128 kişinin atılması, sonra da kalanlara "ya sendika, ya iş" tehdidiyle Milliyet'te başladı. Aydın Doğan'ın satın almasıyla Hürriyet de sıraya girdi. Denen o ki, Doğan, "Ben gelene kadar sendika işi bitsin" talimatı yollamış. "Temiz" bir gazetenin sahibi olmak istemiş özetle.
Arada, Tercüman, Güneş, Ulusal Basın Ajansı (UBA) da çeşitli nedenlerle kapanınca sendikaya Anadolu Ajansı, Anka ve Cumhuriyet kaldı. Gerçi en az 10 yıldır yaşanan krizler vs nedeniyle toplu sözleşme yapılamayan Cumhuriyet'i ne kadar sendikalı sayabiliriz belli değil. Özetle sonradan pıtrak gibi çoğalan televizyonlar, dergiler, radyolar falan için zaten "sendika" çoktan konu dışı olmuştu
Sabah mı? Dinç Bilgin'in sendika alerjisi Yeni Asır döneminden bilindiği için Sabah'a sendika giremedi bile... Acaba bu ilk olay mı? Aklımda, küçük kalkışmalarda kimi gazetecilerin işten atıldığı kalmış, ama net bir şey hatırlayamıyorum.
Bilgin İstanbul'a taşınıyor
Sabah gazetesi 22 Nisan 1985'te yayına başladı. Gazetenin sahibi Dinç Bilgin İzmir'de sahibi olduğu Yeni asır gazetesiyle sadece Ege bölgesini haberdar etmekle yetinemeyince İstanbul'a böylece adım atmıştı. Sonrası geldi, televizyonlar gazeteler, dergiler falan...
Bilgin'in adı artık bir zamanlar ulaşılmaz gördüğü Aydın Doğan'la anılıyordu. Ne mutluluk! Yeni Asır'da üzerlerine yapışan "taşra gazetecisi" etiketinden kurtulmak isteyen kıymetlileri için de Sabah iyi bir şans oldu. Onlar da bir anda kendilerini "İkitelli sosyetesi"nin içinde buldular. Doğruydu, ötekilerden ne farkları vardı ki?
Aralarına İkitelli'den de katılanlar oldu, hatta Bilgin'in "Komünist" bulduğu için İzmir'de verdiği konserin haberleştirilmesine bile tahammül edemediği Zülfü Livaneli gazetenin köşe yazarları arasına katıldı. Hâlâ aralarında Yeni Asırcı-Sabahçı/atv'ci ayırımı var mıdır bilinmez ama Ergun Babahan'ın da o sıralar Yeni Asır'daki neredeyse en parlak genç muhabir olduğu ve ne olabileceği o günlerden belliydi kaydını düşelim. Tarihi hayli eskilere dayanıyor yani.
Bugünlere sendikasız, dikensiz arazide çalışanların hakları açısından çok sorunlu dönemlerin yanı sıra araya sahibin yeni işleri bankaları falan derken mahkemeler, el koymalar, hapisler girdi. Bir baktık grup TMSF'nin, yani devletin olmuş. İkitelli'nin yeni patronu Turgay Ciner dönemi işte; önceki ve şimdiki TMSF dönemleri arasında adeta bir tost durumu.
TMSF gibi gidip gelen Babahan
Babahan olaylı günlerde "Vatancı"lar ayrılıp da gazete boşalınca galiba genel yayın yönetmeni oldu -ki hak ediyordu, ama Turgay Ciner bir süre sonra Hürriyet'te aleyhinde en çok yazan köşe yazarını, Fatih Altaylı'yı genel yayın yönetmeni yaptı. Ciner camiada yeniydi ama İkitelli adetlerini çabuk kapmıştı. Geleneğe uydu, işten el çektirdiği yönetmenini köşe yazarlığına terfi ettirdi -yoksa zaten öyle miydi?.
İkitelli'nin bir başka yeni kuralına göre eski yönetmen yeni köşe yazarları "köşe" dünyasına yollanınca adeta yeniden doğmuşçasına o gazete yönettikleri günleri siliyor, beyaz bir sayfa açarak köşeci oluyorlar.
Ne demek istiyorum? Kimi çevrelerdeki deyimiyle ML (Marksist-Lenisist) olup çok özgürlükçü yazılarıyla devrim olmasa da bir nevi ayaklanma çağrıları yapıyorlar. Bu örnekleri "şekil 1a, şekil 1b" diyerek düşündükçe çıkarırsınız kolayca. Dahası, Babahan'a "Sabah ML" dendiğini de duymuşluğumuz vardır.
Babahan örneği biraz karışık, çünkü şekil 1a köşe yazarlığından yeniden genel yayın yönetmenliğine... Böyle bir dönüş örneği hatırlamayan bana göre bu karşılaşılabilecek en zor durumların başında gelir. Hele bu işten atma meselesini düşününce...
Uykusuz gecelerde filtrelik
Babahan, 28 Şubat sürecinde 1997'lerde Sabah'ta yürüttüğü yazı işleri müdürlüğünü, "Görevim, gazeteye ne gireceğinden çok, ne girmeyeceğini belirleme haline gelmişti. Bir çeşit, filtre görevi yapıyordum. Özellikle, köşe yazılarında," sözleriyle tarif ediyor.
Nuriye Akman'ın Zaman gazetesindeki o çok kayda değer söyleşisindeki şu cümlelerle bakın:
"Askerler benden doğrudan hiçbir talepte bulunmadılar. Ama mesela ben gece eve gider, yatardım, aklıma gelirdi; ulan şu falanca yazarı okumadım. Gece uykudan uyanırdım, arardım, okuturdum. Şurası sakıncalı işte, rahatsız olunabilecek şeyler olur diye, onları ayıklatırdım. O dönem ben yönetim kampındaydım tabii."
Söyleşide yanlışlıklara direnmediğini, hep yönetimden yana olduğunu açıklayan Babahan'ın doğrusu şu cümlelerini ben önemli bulmuştum, sanki inanmıştım.
"Bilgi Üniversitesi'nde gazetecilik dersi verdim. Aynı anda, 'insan hakları hukuku' üstüne mastıra başladım. ... Şimdi, aynı dönemlerden bir daha geçmeyiz; ama geçilirse aynı hataları yapmam diye düşünüyorum."
Delikanlı gazete
Ne var ki, bütün bu açık yüreklilikle anlattıklarından sonra, yayın yönetmeni olarak tekrar karşımıza çıktığı 23 Nisan 2007 günkü "Delikanlı Gazete" başlıklı yazısındaki cümleler beni yeniden sarstı ve kendime getirdi.
"SABAH, özgürlükçü, birey hakkına saygılı, demokrasiden yana tavrıyla farklı bir model olarak bugüne geldi. Bugünden itibaren tüm çabamız bu modelin başarısını daha da artırmak olacaktır."
Yani genel yayın yönetmeni olunca Sabah'ın hikayesini yeniden yazdığını görüyoruz. Bir şey daha var; "Sabah yaşadıklarıyla çocukluk dönemini aşıp delikanlılık çağına erişti. Delikanlı Sabah'la nice yıllarda birlikte olma dileğiyle...". Yazının başlığı da "Delikanlı gazete".
Biz BİA eğitimleri ve bianet'te medyanın ne kadar erkek olduğunu yazıyoruz da, bunu kendi itiraf eden olmamıştı. Teşekkürler sayın yönetmen.
Bilgin'le mi buluşuluyor?
bianet çarşamba günü üç gazetecinin işten atılmasıyla ilgili Babahan'a ulaşmaya çalıştı, ulaşamadı. Umur Talu'yu da bulamadı. Hâlâ ses yok!
Merkez Grubu gazete, dergi ve televizyonunda sendikalaşma faaliyetleri yürütülürken kimi şeflerin rahatsızlıklarını gruptaki iyileştirmeleri de örnekleyerek karşıladıkları, sendikalı bir gazetenin de satılmasının zorluğunu hatırlattıkları konuşuluyor medyacı çevrelerinde.
Önce iyileştirmeleri özetleyelim. Artık çalışanlar ayın beşinde değil, ilk günü maaş almaya başlamışlar. Sadece gazeteye gelen misafirlerin geçtiği X-ray cihazından artık eşitlik eşitliktir düşüncesiyle besbelli çalışanlar da geçmeye başlamış. Gazetenin bir kriz anında 1200 YTL altı maaş alanlara verilen yemek fişlerinin artık herkese verilmesi planlanıyormuş. Daha ne olsun?
Yönetmenin işten atılanlara verilen yazıda adı yok tabii... Zaten, şimdilerde bu işleri asıl olarak "İnsan Kaynakları" gibi pek de güzel bir adı olan bölüm yapıyor.
Yine de Babahan'ın gazetenin yanında ya da yakınındaki otelde (bi şey Plaza) Dinç Bilgin'le buluştuğu "söylentisi"ni aktarmadan geçmeyelim. Bu "söylenti"yi üç gazetecinin işten atılmasıyla birlikte yorumlayıp insan kendini "herhalde Bilgin'i sendikalı bir gazeteyle karşılamak ayıp olurdu" demekten alıkoyamıyor.
Atılanlar geri çağrılsın
Ben onca şeyden sonra yine de Babahan'dan Akman'a söylediklerini esas alıp, hele araya insan hakları yüksek lisansı da girince -bitirip bitirmediğini bilmiyorum, bitirmediyse kendisine medya ve sendikalaşma konusunu önermek isterim tez konusu olarak -üç gündür işsiz meslektaşlarımızı hemen özür dileyip geri çağırmasını bekliyorum.
Aksi takdirde, yine Nuriye Akman'a bir ara iç dökmek zorunda kalacaktır ki biz o zaman onun uykusuz geceleri için üzülemeyeceğiz ne yazık ki...
Çalışma yasaları da fena değil. Gazetelerde haber olmadığı için Medyatava'da gördüğüm bir haberi aktarayım. Akşam gazetesinden geçen yıl işten çıkarılan Nazan Ortaç, Kürşad Oğuz, Nilay Çınar, Vecihe Arslan, Eren Aytuğ, Aslıhan Karagöz ve Uğur Boztaş. İşe iade davasını kazanmışlar.
Bir not da, gazetecilere. İşten atılan arkadaşlarınız için gözyaşı dökmeniz -eğer döktülerse-, yemek vermeniz - eğer verdilerse-- sorunu çözmüyor. Nasıl diyorlar, sıra size de gelebilir. Cuma öğleden sonra hepiniz hastalansanız gazete çıkmaz değil mi?
Erdinç, Pezek ve Ersemiz de bu durumda işlerinin başına döneceklerine göre onlara da yeniden hoş geldin deyip sendikal çalışmalarında bol şans ve başarı dileyelim. Darısı tüm medya çalışanlarının başına! (NM/TK)