Fide, fıtıklı belini doğrultmaya çalışılırken verandada, "aayyy! diye bir çığlık attı. Arkasındaki taş duvardan destek aldı. Çığlığını bastırmak için dişlerini sıktı, çenesini kilitledi ve sesini nefes borusuna gömdü. Küfrederek horozu kovalayan kocası, onu duymadı.
Kendini zar zor doğrulttu ve horozun peşindeki küçük sıska kocasına baktı. Dilinin ucunda biriken sitemler esirgemeden, köpük gibi havaya savurdu. Nasılsa asabi kocası onu duymayacaktı: "Düzgün Bava, bana sabır ver! Bu gostarme (rezil) bezdirdi bizi. Şu hale bak ya! Horoza çektirdiği eziyete bak! Ma kafayı yemiş. Endi (artık) ben ne yapam!", diye söylendi Fide, belini tuta tuta...
Göğsündeki pille horozu kovalamaktan nefes nefeseydi kocası. Köpekleri Paşa, Lesi ve Çomar da onun peşindeydi, hem de hiç havlamadan. Korkuyorlar mıydı yoksa? Minike Sazu (bu lakabı kaynanası takmıştı kocasına. Kızdığı zaman öyle hitap ederdi), horozu yakalayamadığından daha da hırçınlaşmıştı. Kolları dövünür gibi havada şiddetle inip kalkıyordu. Yetmezmiş gibi bas bas bağırıyordu. Tiz sesi karşı yamaçlara çarparken yankı yapıyordu: "ulan... namussuz, ulan pezevenk, ulan nereye kaçıyorsun? Bi elime geçireyim... Ulan sen ne istiyorsun o tavuklardan? (nefes nefeseydi) Kiş kişşş... senin sülaleni... kiş kiş... ulan o tarafa gitme, ah… Ulan senin o zürafa boynunu... O kafanı koparacam lan”
Fide çıkmazdaydı. Bir başınalığın dayanılmazlığı, çaresizliği ile onların arkasından bakakaldı. Yine de bu trajikomik duruma kıs kıs gülmeden edemedi. Sanki küçük çocuktu ardından baktığı, yaşlı bir çocuk ki, alabildiğince inatçı ve hoyrat... Aslında bu repliği daha önce de görmüştü. (Bir keresinde ineği kovalamıştı elindeki sopayla. Bi keresinde de köpeklerinden birini. Öyle öfkeliydi ki, köpek eline geçse kesin öldürecek bir pozisyondaydı. Allahtan yaz mevsimiydi ve köyde başkaları da vardı. Utanmıştı bu davranışından dolayı ve köpeğe zarar vermesine fırsat olmadan dönmüştü. Ondan sonra da evin içine kapatmıştı kendini. Sakinleşince bahçeye gelmiş ve özür dilemişti kovaladığı köpekten. Ve ona en iyi mamayı vermişti haftalarca.)
Put gibi dikilip kaldı kara eriğin çıplak dalları altında. Fode’nin eli montun cebindeki telefona gitti. İstanbul’daki oğlunu arayıp durumu izah etmeliydi. Bu durumu birilerine anlatmak istiyordu, ama utanıyordu da. Ne de olsa kocasıydı ve onu küçük düşürmek istemiyordu. Zaten oğlu da cevap vermedi. Hem duysa, çok alınırdı, çünkü temiz ve hassas bir yüreğe sahipti onun Cano’su.. Ama şu an, şu an çok şaşkındı. Ne peşinden gidebiliyor ne de sesini duyurabiliyordu. Allahtan, bu "sirk" sayesinde bel ağrısını unutmuştu.
Kocası ve köpekler gözden kaybolduğundan, az ilerdeki gübre tepesine çıktı. Oradaki panoramadan takip edebilirdi bu maratonu. Biliyordu ki, macerasız, dramsız olmayacak bu iş. Göz süzgecinden geçirdikten sonra kendi kendine konuşmaya başladı: "ya, Allahını seversen, yaşından başından utan. Utaan ya! Bir derin, bir kemiğin kalmış, adam. Ma burnunu tutsam üç saniyede can verirsin. Pil takılı kalbini düşünmüyorsun, o horozu kovalıyorsun he? Töbe töbe ya... Ya şimdi sana ne horozla tavukların arasındaki anlaşmazlıktan. Onlar hayvan hayvan...”
İçini çekti peş peşe. Gözleri daldı. Stresten, heyecandan, bir dere yatağında, bir kaya dibinde, kalbi dursa kocasının, ne yapabilirdi, ne? Onu nasıl bulabilirdi? Sessizliği dinledi yeniden. Ama kaygılarını yenmek, kendi kendini teskin etmek için habire söyleniyordu: "kafayı yemiş bu adam... Ah... ben ne yapacam... Ya sen artık kamil bir insansın... Şimdi horozu terbiye etmek ne? Wude wude wude (halla halla), hele şuna bak! Horoza, ‘Tavuklara iyi davran. Benim sözüm geçer!’ diyor resmen. Sanki hayvan aleminin diktatörü..."
Yine yoruldu. Oflamaların puflamaların arkası gelmediyse de ağzından bir başka melodi çıkmadı. Susmakla kalmadı, bakışları karşı dağların gri eteklerine çakıldı.
Uğultulu bir sesle irkildi. İçi ürperdi. Etrafına baktı. İki karganın kocasının gittiği yöne doğru uçtuğunu gördü. Endişesi tazelendi. Elindeki değneğin desteğiyle ayaklarının altındaki gübre zeminde yamuk yamuk volta atmaya başladı. Gözleri hala pür dikkat uzaklardaydı. Köpeklerden havlama sesi gelsin istedi, ama nafile. Sanki kocası onları saçtığı korkuyla uyuşturmuştu...
Bu ikindi vakti, doğa uykusunda, cinler de şölen içindeydi sanki. Kış olmasına rağmen hava rüzgarsız ve oldukça ılıktı. Eski karlı kış günleri çoktan mazide kalmıştı... Fide, ölgün bağ bayırı izledi tahammülsüz gözleriyle. Dışarıdan bakıldığında sakindi, oysa ruhu tarif edilemeyecek kadar kaotikti. Habire bir elini siper ediyordu gözlerine. Sanki öyle yapmaması halinde hiçbir şey göremeyecekti. Can havliyle: "ne sen nereye gittin, Canooo? Duzgın Bava sana akıl izan versin diyecem, ama bu yaşta Xızır ne yapsın ma? Aha, ben bile bişe yapamıyorum" dedi kendi kendine. Ve umutsuzca başını öne eğdi. Düşüncelere daldı.
Korku ve sessizlikte konuşmak iyi geliyordu ona. Üstelik kaygısızca konuşabilirdi, köy bomboştu nasılsa insandan yana. Rutin edinmiş gibi devam etti söylenmeye: "Allah kimsenin başına vermesin! Ah, bu adam odur kayboldu gitti... Bu benim deli kocam!" Onu zorunlu bir replik izledi: "Sen nerdesin, Canooo?" Son cümleyi söylerken sesini yükseltmişti.
Bilinçaltına yerleşen bir arzuyla duyulmak istiyordu Fide. Sözü geçsin istiyordu. Etrafı saran yüce dağlara, kasvetli vadilere "Bakın! Ben de varım, yaşıyorum ve kale alınıyorum" demek istiyordu. Ancak sesi atmosferde siliniyordu anında. Derin bir iç çekişinden sonra: "Canooo!” Yok... Yok... Bu gostarme, horozu öldürmeden dönmeyecek, ben biliyorum! A bu çevre köyler duysa rezaleti, gülerler bize. Ma bana ne teo! En başta sen rezil olursun Cano, benden söylemesi... Horoz kovalamak ne ya? Yakışır mı? Hangi filmde görmüş bu, anlamıyorum ki... Ya senin bi adın var, bi ailen, bi sülalen var… Ben senin o boklu tavuklarının azına tükürem ha!" dedi sert bir sesle. Bu kez özellikle ve tüm hıncıyla vurguladı her kelimeyi. Elindeki değneği de yere vurdu davula vurur gibi.
Peki rahatladı mı? Hayır, sadece yoruldu.
O tepeden bakarken, yamaçların patika yolları ince kıvrılan bir yılan gibi görünüyordu kahverengi tonların arasından. Orman, çalılar, toprak esrarengiz bir sessizlik içindeydi. Fide’nin gözleriyse otomatik bir silah gibiydi, tararken çevresinin haritasını. O, o ıssız ovaların, dağların eteklerinde ölümsüz bir kervan gibiydi… Öyle dalıp giderken bir ezgi düştü diline:
"Dağlar seni delik delik delerim
Kalbur alır toprağını elerim, aman aman..."
Sustu. Gözleri daldı ve ruhunu hüzün kapladı o an.
Güneş mecalsiz cemalini göstermedi bütün gün. Köye de ne gelen vardı ne giden. Sanki bu kadim köyü meleklerin değil de, şeytanların nefesi değmişti. Sanki insanları da bu nedenle, en ücra kentlere kaçmıştı.
Yalnızlık hissi hepten hortladı Fide’nin kaburgalarının arasında. Ama yine de, eli varmadı kocasını o ıssız dere boylarında yalnız bırakmak; içerde yanan kuzinenin sıcağına umarsızca dönmek.
Ayakta durmaktan belinin ağrısı artmıştı. Eve doğru yürümeye başladı. Birden yeni bir uğultu, bir ses duydu. İnsan sesi miydi bu?
Devam edecek…
(HK/AS)