90'larda Yeni Zelanda'da çekilen "Heavenly Creatures" adlı film, bugün baktığımız pencereden, anne-kız ilişkisinin yekpare gibi görünen toprağındaki çatlakları, yamaları, gedikleri tartışmaya açar. Arkadaşlığın aileyi gözden çıkaracak denli kökleşebileceğini, bu anlamda sınırsız ve her yolu mübah sayan bir seyri olduğunu gösterir.
Hikaye hiç de sıradan değildir: Bir biçimde tanışıp yakınlaşan ve zaman içinde ayrılmaları ihtimali doğan kızlardan biri, kendilerine engel olmasın diye annesinden vazgeçmeye razıdır; iki kız anneyi öldürürler. Senaryosu 1954'te ülkeyi altüst eden Parker-Hulme cinayetinin "faili" Pauline Parker'ın günlüklerine dayanan filmi yönetmeni şöyle tanımlar: Sevgiden bahseden bir cinayet öyküsü.
Severek yok etmek... İlişkinin tarafları kim olursa olsun, çok sevmek bir anlamda öldürmektir. Kalbinin sevmekten mosmor olmuş odacıklarındaki dayanılmaz sızıyı dindirsin diye sevdiğini yok edebilir insan. Çocukları veya hayvanları severken "Yerim seni!" demenin altında yatan bu arzu mu acaba? Yiyebilir hakikaten. Ağız sulandıran bir sepet meyveyi tek tek dişler gibi. İçindeki sevginin cismini ağzında öğütüp yutarken tanrısına ulaşır belki kişi. İçinden çıktığı anneyi öldürebilmek de yerine göre anlaşılabilir.
Anneliğin kutsiyeti üzerine hikayelerle dolu belleğimiz. Öğretilmiş kadınlığın cehennemi olarak anne, orasına burasına yapıştırılan etiketlerle kendisi olmaktan vazgeçirilmiş bir insan evladıdır son bakışta. Doğurduğu organizmanın bütün düşünce, eylem ve söylem repertuarından sorumlu tutulması biyoloji ile toplumbilimin kesişimindeki en ölümcül çelişkidir bana kalırsa. Çocuğunun attığı her adımın, kurduğu her cümlenin, işlediği her günahın müsebbibi sayılan annenin cehennemi işte o doğum anında başlar.
Niçin böyle? Niçin hepimizin dilinde hiç sorgulanmadan bin yıldır söylenegelen o haksız cümle: "Ama çocuğu yetiştiren de anne!"
İyi de bunun babası nerede? El kadar bebeyken izleyip etkilendiği TV kahramanları, sokaktaki oyun arkadaşları, okuldaki öğretmeni ve cümle rol modeli nerede? Hangi çocuk bir başkasına zarar vermeyi annesinden öğrenmiş olabilir?
Özet: Kişilerin ömürleri süresince eyledikleri saçma sapan her şeyi annede aramayın. O bizim kutsalımız ise, dokunulmazdır; oysa dokunulur anneye, saçları sevilir, elleri sevilir. Kutsalsın diye diye öldürülen, süründürülen kadınların yerküresinde bu ikiyüzlülüğe hiç gerek yok. Annelerin cennete ayak basma gibi bir arzusu da yok. Sevilip sayılsınlar yeter, cenneti filan istemezler.
Suri'nin topuklu pabuçları
Anne ile kız arasındaki ezeli gerilimin çok da şaşırtıcı olmayan ama bir vaka diye ele alınıp incelenesi örneklerinden biri sinema oyuncusu Kathy Holmes olabilir mi? Bence evet.
Tom Cruise'la birlikteliğinden doğan kızı Suri üç yaşındayken topuklu pabuçlar, frapan elbiseler, havalı çantalarla sokağa çıkıyordu. Küçük kız daha doğru düzgün konuşamazken basında moda ikonu olarak yer alıyor, ojeli-rujlu fotoğraflarıyla magazinleri süslüyordu.
Bu enteresan aileden kırk yıl kadar önce, o zamanların moda mabedi Paris'te fotoğraf sanatçısı Irina Ionesco dört yaşındaki kızının çıplak fotoğraflarını çekip sanat dünyasına armağan ediyordu. Çocukken çocukluğunu yaşayamayan çocukların pırıltılar içindeki kederiydi bu fotoğraf kareleri. Arzuya hizmetti. Edinilmiş kadınlığın dünyasına daha yaşamın farkına varmadan alıştırılmak, bedeninin nasıl bir süs sembolü olduğunu şimdiden hatırlamaktı. Edilgin beden daima bakılmaya, süzülmeye, arzulanmaya hazırdı, bir vitrin gibi.
Çalınmış çocukluk
Eva Ionesco bugün 50 yaşına merdiven dayadı ve söylediğine göre çocukluğuna dair tek bir mutlu anısı bile yok. Defalarca dava açıp fotoğrafların negatiflerini annesinden almayı denediyse de başaramadı. 1998 yılında polis annenin evinde yüzlerce fotoğrafa el koydu; çoğunda beş yaşındaki Eva çırılçıplaktı ve şuh pozlar vermişti.
Irina Ionesco 1970'lerde Paris'in sanat çevrelerini kızının çıplak fotoğraflarıyla sarsmıştı. Dava yıllarca sürdü ve nihayet geçtiğimiz hafta karar çıktı. Zamanının en popüler erotik fotoğraf çeken sanatçılarından Irina Ionesco dört yaşından 12 yaşına kadar kızını çıplak görüntülemekten 10 bin avro para cezasına çarptırıldı. Fotoğrafların negatiflerinden bazılarını da iade etmesine karar verildi. Bu görüntülerden kâr elde ettiğine dair bir hüküm mahkemede oluşmadı ama. Oysa Eva'dan erotik kareler erkek dergilerinde yayımlanmış, bu küçük kız 1976'da daha 11 yaşındayken Playboy'un sayfalarını süsleyen en genç model olarak tarihe geçmişti. İki yıl sonra da Penthouse'ın sayfalarından buğulu bakışlarıyla sesleniyordu okurlara! Ünlü Alman dergisi Der Spiegel'e de kapak oldu Eva.
Annenin avukatı mahkemede 70'li yılların daha liberal ve toleranslı yıllar olduğunu söyleyerek müvekkilini savunuyor, davanın anne-kız arasındaki kişisel çekişmeden kaynaklandığını iddia ediyordu. 68'in çiçek çocuklar ruhu 70'lerde çıplaklık ve kadın bedeninin özgürce teşhiri anlamında daha geniş bir alan tanıyordu Avrupa toplumlarına. Ve 68'den kalan çok önemli bir şey vardı: Özel alan politiktir. Yani bu, basit bir anne-kız gerilimi değil, basbayağı politik bir hikayeydi. Eva'nın kendi deyişiyle, 'çalınmış çocukluğunun' hikayesi.
Beyazperdede hesaplaşma
Eva Ionesco 11 yaşındayken Roman Polanski'nin Roland Topor'un bir romanından beyazperdeye aktardığı "The Tenant" filminde rol aldı. Bu onun sinemadaki ilk deneyimiydi. Ardından birçok başka film geldi.
1977'de annesinin vesayeti altında değildi artık; Eva'ya başkaları ebeveyn oldu. Çocukluğunu yaşayamamış bu kırık dökük yıldızın yaşamı Louis Malle'in "Pretty Baby" filmine konu oldu. Eva 80'li yıllarda çeşitli sinema kurslarına katılarak temelini attığı kariyerinde pek çok rolde seyirci karşısına çıktı.
Ve nihayet 2010 yılında ilk filmi "My Little Princess" (Prensesim) ile yönetmen olarak rüştünü ispatladı. Yıllarca gerilimli bir ilişki yaşadığı annesi Irina Ionesco rolünde Fransa sinemasının gözbebeği Isabelle Huppert'in oynadığı film, yönetmenin yıllar sonra annesiyle hesaplaşması gibi de okunabilir. (SD/ÇT)