Yıllar önce, 6-7 Eylül Olayları’nın yıldönümü sebebiyle katıldığım bir panel sonrası, ön sıralardan bir genç ayağa kalkıp bana bir soru yöneltti:
-Türkiye’deki sol hareket içinde niye Ermenilere rastlamıyoruz?
Hiddetimi gizleme gereği hissetmeden “Sen önce bu topraklarda sosyalizmin tohumlarını kimler atmıştır öğren, sonra gel bu soruyu tekrar bana yönelt” demiştim.
Kendini sosyalist olarak tanımlayan birinin kendi tarihine bu denli yabancı olması, bu da yetmezmiş gibi benden hesap sorar gibi bu soruyu yöneltmesi açıkçası beni kızdırmıştı. Aradan zaman geçip tamamen tesadüf eseri bu arkadaşla tekrar karşılaştığımızda bana tepkim nedeniyle önce şaşırdığını hatta kızdığını, ancak gerçekten de biraz araştırıp okuyunca hiddetime hak verdiğini anlatmıştı.
Demek fikir sahibi olmak için “biraz” okuyup araştırmak yetiyordu. Peki, bunca zamandır neden “biraz” olsun araştırılmamış, Türkiye’de sosyalizmin tarihi merak konusu olmamıştı, neredeydi bu solcular? Neden sosyalizmin Türkçesi “Türk solu” olmuştu ve neden Mustafa Suphi ile yetinilmişti?
Ya ben? Ben çıkıp bu arkadaşı tarihi bilmemekle neredeyse suçlamış, iyice bir azarlamıştım, oysa ben? Ben, Paramaz’ı ne kadar tanıyordum? Beraberinde sosyalizm adına mücadele eden arkadaşlarını hatta Hınçak Partisi’nin tarihini ne düzeyde incelemiş okumuştum ki?
Bildiğimi sandığım tarih gerçeğin yüzde kaçını karşılıyordu? Türkler, kendilerini sosyalist olarak tanımlayanlar da dahil olmak üzere sadece kendilerine verilenle yetinmeyi seviyorlardı, ‘Türk solu’nun kurucusu Mustafa Suphi’ydi, bu yeterli bir bilgi olup üzerinde tartışılacak pek fazla bir şey yoktu.
Biz Ermeniler ise bize verilmeyenin ardına saklanmayı pek seviyorduk. Ne yapalım bize tarihimiz öğretilmemişti ki? Üstelik memlekette pek bir yasaklı olan sol hareket Ermeni adıyla yan yana gelince bizi öylesine ürkütürdü ki, hani bilmesek daha iyi olacaktı.
Bazen büyüklerimizden duyardık; Ooo! Amerika’da Hınçaklar Taşnaklarla birbirlerini yiyor veya Fransa’da her iki partinin lokalleri ayrı, birbirlerinin düğününe dahi gitmezler, Beyrut’ta Taşnaklar bir Hınçağı darp etmişler vb… Sonra da oturur hallerine şükrederlerdi, şükürler olsundu ki İstanbul’da Hınçak-Taşnak davası yoktu…
14. - 19. yüzyıllar arası hep boyunduruk altında kalmış, bir türlü devletleşme deneyimini gerçekleştirememiş, üstelik beşiği sayılan topraklar üzerinde her türlü talan, zulüm ve baskıyı devlet rejimi düzeyinde yaşamış 19. ve 20. yüzyıllarda art arda katliamlara ve soykırıma maruz kalmış bir toplumdan geriye kalanların, artık yeni kurulan Türk devletinin sınırları içinde siyasal, ekonomik, sosyo-kültürel, dinsel sorunlarla boğuşan bir azınlık haline gelişiyle birlikte doğal olarak kendi küçük toplumu içinde her türlü siyasi farklılığı reddediyordu.
Ancak bu ülkenin genel siyasi hareketliliğine de kayıtsız kalmak demek değildi. 1908’de yeni anayasal düzenin bayrağının en ateşli taşıyıcıları olarak Ermeniler yukarıda sayılan tüm olumsuzluklara rağmen genellikle devrim yanlısı bir duruş sergilemişlerdir.
Bu bağlamda hatırlamamız gereken 1840’lı yıllarda gerçekleştirdikleri Ermeni Rönesans’ı “Veradznunt” (yeniden doğuş), ardından yaklaşık yirmi sene sonra “Zartonk” (uyanış) dönemi gibi Ermenilerin toplumsal hayatında aydınlanma hareketinin son etabı ve 1863 yılında ilan edilen Ermeni Nizamnamesi (Ermeni Anayasası) bu halkın ilerici ve özgürlükçü saikiyle ilgilidir.
Aynı dönemlerde Batı Ermenistan’ın Osmanlı egemenliğinden Doğu Ermenilerinin de Rusya’nın egemenliğinden kurtuluşunu sağlamak ve bağımsız bir Ermenistan devleti kurmak Ermeni halkının ortak siyasi tavrının temelini oluşturmuş, farklı siyasi akımlar çevresinde şekillenen siyasi düşünceler bu ortak hedefte birleşebilmiştir.
Yine bu dönemde kurulan siyasi partiler de farklı siyasal taleplerin gerisinde farklı yöntemler sunmalarına rağmen bu ortak amaçta birleşmişlerdir. 1887 yılında kurulan Sosyal Demokrat Hınçak Partisi ve 1892 yılında kurulan Ermeni Devrimci Federasyonu-Taşnaktsutyun, her ikisi de sosyalist partiler olarak kurulmuş ancak Taşnaktsutyun giderek milliyetçi bir çizgi benimseyerek sosyalizmden uzaklaşmıştır.
Bugüne kadar ortalama kitap veya gazete okuru Ermeniler olarak pek çoğumuzun bildiği bu ve bunlar gibi bilgi kırıntılarıydı.
Çünkü başta da söylediğimiz gibi tarihimizi bize öğretmemişlerdi veya daha gerçekçi bir ifadeyle, artık giderek Ermenice kaynak eksikliğinin hissedildiği, okurların da Ermenice ile zorlanmaktansa Türkçe okumayı yeğlediği bir dönemde sosyo-kültürel ve siyasal tarihimizle ilgili pek çok bilgi kaynağının ancak Türkçe olarak yayınlanması şartıyla okunacağı gerçeğiyle karşı karşıya oluşumuzdu.
Neticede soykırım süreci hala sona ermemişti, şimdi Ermenilerin giderek tarihlerinden, kültürlerinden ve en önemlisi dillerinden uzaklaşmasıyla birlikte etkisini sürdürmekteydi. Son yıllarda başta Belge, Pencere, Su, Peri ve doğal olarak Aras gibi yayınevleri çıkış noktaları oldukça farklı olmasına rağmen hem Ermenilerin bu eriyiş halleriyle beslenen hem de bunu besleyen -her ikisi de olumlu anlamda- bir işlevsellikle pek çok bilinmeyen yayını bilinir, okunmayanı okunur kıldılar.
Bu yayınlar sayesinde Ermeni olmayanların hem bu kültürün tanımaya başlamaları hem de bu konuda araştırmaların eksikliği ortaya çıktı, yayınlar yenilerine özendirici oldu, aynı zamanda da kapı aralayıcı…
Şimdi elimde “Paramaz” adlı kitabın 3. baskısı bulunmakta. Dört ay kadar kısa bir zaman dilimi içinde üç baskı yapabilmek Türkiye şartlarında ne denli büyük bir başarı bunu dillendirmek bile abesle iştigaldir. Biz bu kitabı okurken Paramaz’ın kişiliği etrafında bugüne dek adı illegal milliyetçi örgütler olarak anılan Ermeni siyasi partilerini, özellikle Hınçakları ve onların bugün bile sosyalist bir partinin programı için oldukça güncel sayılabilecek programlarını tanıdık.
Bunun yanı sıra yine Paramaz’ın kişiliği etrafında dönemin siyasi tarihi geniş bir perspektifle özetlenmesi sayesinde konu hakkında hiç bilgisi olmayanlarımız fikir edindik, bugüne dek pek çok şey okuyanlarımız ise tam anlamıyla bir sağlama yaptık.
Sanırım kitabın yaratıcısı Kadir Akın tam da yukarıda bahsettiğim gibi daha önce açılan bir kapıdan korkusuzca girdi ve denenmedik bir yola, üstelik zor bir yola saptı.
Ermeniler ve sol gibi iki “özel” konuyu yan yana getirdi. Ermenilerin bu topraklarda gerçekleştirmeye çalıştıkları Marksist temellere dayalı ilk sol yapılanmanın en heyecan verici tarafı aslında sanırım Kadir Akın’ın da kalın çizgilerle vurgulamak istediği gibi Ermeni toplumu içinde sınırlanmış olmayıp tüm yurdun kurtuluşuna yönelik olmasıdır.
Verilen sosyalist, devrimci mücadeleyi Türk veya diğer Osmanlı halklarıyla birlikte gerçekleştirme ve Osmanlı yurdunu “ortak bir mücadele ile ortak bir yaşam ” alanına dönüştürme bugün dahi pek çoğumuzu heyecanlandıran bir çabadan öteye gidememiştir ne yazık ki.
Tüm resmi tarih yanlısı çalışmalarda hain, işbirlikçi olarak tanıtılan Ermeniler’in gerçekte ne büyük bir saflıkla Osmanlı fikrine bağlı kaldıklarını daha önce de Zabel Esayan’ın “Yıkıntılar Arasında” adlı kitabının önsözünde de görmüştük: Bir kez daha ırkımızın damarları yarılmış ve bir kez daha henüz zuhur eden hürriyet coşkusuyla kaynayan kanımız, alın terimizle bereket katılmış topraklara akıtılmıştı. Hatta Yıldız’ın düştüğü gün, hatta yıllardır arzulanan 101 pare top atışlarının duyulduğu o gün bizim en kara günümüz oldu. Ancak Osmanlı yurdunda mutluluk dalgalanıyorken, gözyaşlarına boğulmuş gözlerimiz yine de tebessüm etmeyi bildi, yüreklerimiz, kor gibi yakıcı acımızı söndürmek için var gücüyle çarparken, “Biz de kurbanlarımızı verdik, kanımız bu sefer Türk yurttaşlarımızla birlikte döküldü. Bu son olacak” diye düşünüyorduk.
Oysa asla son olmayacaktı. 1909 yılında yazılan bu yazıdan birkaç sene sonra 1915 Soykırımı ve daha sonra yaşanan nispeten “küçük” felaketler devam edecekti. Çünkü onlar her seferinde silahları bırakın çağrısına uyuyor her seferinde yurt belledikleri Osmanlı’yı Türklerle yeniden kurmak fikrine canlarını veriyorlardı.
Evet, Ermeniler tarihten ders almayı bir türlü bilememişlerdi, “sadık millet” olma halini pek sevmişlerdi. Yanı başlarında Yunanlılar, Bulgarlar “hıyanet” içinde kendi ülkelerini kurup egemenliklerini ilan ederken Ermeniler Paramaz’ın dediği gibi, anayasaya sarılmış ve canavarca eylemleri unutkanlığa vererek daha hayırlı bir iş olarak memleketi yeniden inşa etmeye, yeniden doğuşa adamışlardı kendilerini oysa yine Paramaz’ın dediği gibi “Adaletin olmadığı yerde her sadakat sahtedir”.
Son yazısında bu ifadeleri kullanan Paramaz kendisini idama götüren mahkemede yaptığı son konuşmada bize Zabel Esayan’ın sözlerini anımsatmaktadır:
“Bu ülkenin refahı için yapmadığımız ne kaldı? Ermenilerle Türklerin kardeşliğini sağlamak için ne fedakârlıkları kabul ettik. Ne kadar enerji tükettik ve ne kadar çok kanımızı akıttık… Ve bizim karşılaştığımız nedir? ”
Ancak yine de Paramaz son söz olarak bugün dahi pek çok Ermeni’nin çeşitli vesilelerle sık sık tekrarlamak zorunda kaldığı bir cümleyle bitirir sözünü:
“Ben bu ülkeden ayrılmak isteyen biri değilim. ...kendisini benden ayıran bu ülkedir.”
Hınçak Partisi’nin ve özelde Paramaz’ın devrimci mücadelesi sağlam enternasyonalist temellere dayanmaktaydı. Bu mücadeleyi ve Paramaz’ı bugün bizlerle tanıştırmayı görev bilmek, özür borcu olarak görmek de bir başka enternasyonalist düşüncenin, vicdan sahibi bir sosyalistin eylemi olabilirdi ancak.
Çok teşekkürler Kadir Akın, bize bir başucu kitabı kazandırdığınız için, bize ders kitabı niteliğinde bir bilgi kaynağı kazandırdığınız için ve en önemlisi Mahir Sayın’ın da belirttiği gibi Ermeni halkına Türkiye’de sadece katillerin değil, onların enternasyonalist dostlarının da olduğu mesajını ilettiğiniz için…
* Ermeni Devrimci Paramaz - Abdülhamid'den İttihat Terakki'ye Ermeni Sosyalistleri ve Soykırım, Kadir Akın, DipNot Yayınları, 318 s. 2015