Yazar Kayuş Çalıkman-Gavrilof, 1915 Ermeni Soykırımı ile yüzleşme konusunda artık geç kalındığını düşünüyor. Böyle düşünmesinin nedeni de son yıllarda Türk toplumunda yükseltilen milliyetçilik.
Çalıkman-Gavrilof , “Bu fırsatı ne yazık ki son dört beş sene önce kaçırdık gibi, oysa yüzleşme, inkâra son verme, kabul etmek yolunda atılan adımlar bizim ileride aynı hataları yapmaktan aynı suçları işlemekten alıkoyacak en sağlam adımlardı. Şimdi bunu suç olarak kabul etmeyen ve hala aynı suçları başka etnik unsurlara karşı gözlerini kırpmadan işleyen insanların devri, bu nedenle yüzleşmek fazla iyimser bir beklenti olarak kalıyor.” diyor.
Kendisi Ermeni kadınları araştırıp yazıyor. İsimlerini özenle andığı Ermeni kadınların bugüne bıraktığı izleri takip ediyor.
Sose Mayrig, Maro Vartanyan, Zabel Yesayan, Mari Beyleryan…
Çalıkman- Gavrilof’la 1915 öncesi Ermeni toplumunu ve o dönemin öncü Ermeni kadınlarını konuştuk…
Hepimiz 1915 Soykırımı’na odaklıyız ben 1915 öncesine de değinelim istiyorum. Ermeniler açısından bu topraklarda nasıl bir atmosfer vardı?
Özetlemek isterim.
Anadolu’da köylerde yaşayan Ermeniler bir taraftan saray bir taraftan yerel beylerin baskısı altındaydı. İki ayrı yere vergi ödüyorlardı. Bu ödedikleri vergiler keyfiydi. Tarlaları ekip biçiyorlar ama tarlalarda mülk olarak kendilerine ait değil.
Sürekli olarak gasp ve talana uğruyorlar. Kendilerini korumak için silahlanamıyorlar. 1800’lü yılların ikinci yarısında birçok şehir ve taşrada düzenli pogromlar uygulanıyor. Kız kaçırma konusu 1915 öncesi de çok fazla. “Ermeni babaanneler, nineler” sorunu da oraya dayanır zaten…
Osmanlı’nın söz verdiği reformlar var ancak hiç biri uygulanmıyor. Ermenilerin gerek Berlin konferansı gerek 2. Meşrutiyet’ten beklentileri hep boşa düşüyor, gerçekleşmiyor. Ermeniler hayatı giderek tam cehenneme dönüşüyor.
19. yüzyılın ikinci yarısı Ermeni toplumu açısından dönüm noktası. Sırasıyla önce 1840’lı yıllarda sürecini tamamlayan Ermeni Aydınlanması olarak niteleyebileceğimiz “Yeniden doğuş” dönemini kapatıp 1840- 1915 yılları arasında Uyanış ve dönemini yaşıyorlar.
Bu dönemle birlikte Ermeni toplumu sekülerleşmiştir dolayısıyla figürler de toplumun içinden can alan seküler veya modern figürlere dönüşmüşlerdir. Zartonk bir uyanıştır. Toplumun her kesiminde etkisi görülmüştür. Kadınlar da toplum hayatında daha aktif olarak görünür olmaya başlamışlardır.
Okullar modernleşmiş, kızlar erkeklerle beraber eğitim almaya başlamıştı. 1863 yılında Nizamname-i Milleti Ermeniyan onaylanmış ve hem toplumsal hem de kültürel bir dönüşümün sonucu olarak da ilk kadın özgürlüğünü hedefleyen hareketler bu dönemde başlamıştır. Ancak bu süreç özellikle İstanbul’da yaşayanlar için belirleyici oluyor, sürecin Anadolu’daki özellikle taşradaki Ermeniler’e yansıması çok zayıf, onların gündemini işgal eden ağaların zulmü, devletin baskısı arasında bir kuru ekmekle savaşmaktır. Genelde başkent ve Anadolu ayrı yaşıyor. İstanbul ve Anadolu Ermenileri arasında bir set var gibi düşünebilirsiniz, oradan yükselen çığlıklardan başkente ulaşanlar çok az ve bu çığlıkları duyanlar da genellikle Anadolu’daki kız kardeşlerine yardım için ellerinden geleni yapmaya çalışan feminist kadınlardır.
Kadınlar Anadolu’ya ulaşıyor…
Anadolu köylerinde Ermeniler belli bir aydınlanma yaşamıyor olabilir ama burada da misyonerlerin etkisi belirleyici oluyor. Misyonerlerin açtığı okullarda kız öğrenciler okuyor, bu okullar aynı zamanda örnek teşkil edip Ermenilerin de köylerini okullarla donatmasında etkili oluyor.
Aynı günlerde baskıcı rejime karşı oluşan öfke sonucu Anadolu’da Devrimci Hareket gelişiyor. Tam burada Maro Vartanyan’ı hatırlamadan olmaz. Hınçak Partisi kurucularından. Komunist Manifesto’yu ilk kez yabancı dile yani Ermenice’ye çeviren kadın. 1864 yılında Tifliste doğan Maro Vartanyan-Nazarbegyan aslında Osmanlı Ermenisi değildir ancak kurucusu olduğu partinin bu topraklarda özellikle Ermenilerin yoğun olarak yaşadıkları yerlerde örgütlenmesi konusunda da aktif rol oynaması açısından önemli bir isim haline gelmiş ve Mari Beyleryan’da da göreceğimiz gibi kendinden sonra gelen kadınlar için yol açıcı olmuştur.
Soruya dönecek olursak, özellikle Avrupa’da gelişen milliyetçilik akımı ile birlikte Osmanlı’dan ayrılık hareketleri başlıyor. Osmanlıdan ayrılan ülkeler, dolayısıyla kaybedilen topraklar, reformlar konusunda Batı baskısı ve saltanat kaybı korkusuyla artık tamamen Müslüman Birliği politikasına yönelen Abdülhamit önce Hamidiye Alaylarını kuruyor.
Anadolu’da ilk kez Sason’da çıkan isyan sert bir şekilde bastırılıyor ardından da döneminin en geniş pogromları başlıyor 1895 Harput daha sonraları Muş, Van’da yaklaşık 100.000’e yakın kayıp veriliyor. Tam da bu noktada kadın isyancıları hatta elinde silahla savaşan kadınları görüyoruz. Örneğin “Sose Mayrig (Anne) bu dönemde gerilla savaşçısı bir kadın olarak diğer pek çok kadın yanında öne çıkıyor. O mücadele ederken Osmanlı silahsızlanma çağrısı yapıyor ve Ermeniler bu çağrılara olumlu yanıt veriyor. Sose Anne olumlu yanıt vermiyor ve direnerek uzun yıllar farklı çatışma bölgelerinde savaşıyor.
Bugüne yansıyan kadınları anlatır mısınız?
1895-1915 arası dönem aslında 1915’te ne olacağını biraz anlatıyor gibi özellikle 1909 Adana Katliamı 1915’in bir provası niteliğinde. Her şeyini kaybetmiş kadınlar, yetimler, açlık, sefalet pençesinde, kurtuluşu ölümde gören kadınlar, düşman elinde boğulmaktan, işkenceye uğramaktan kurtarmak güdüsüyle kendi çocuğunun katili haline gelen anneler. Bu bağlamda da Zabel Yesayan’ın tanıklığını “Yıkıntılar Arasında” adlı en önemli kitabını hatırlamadan geçmek olmaz. Tüm bu kadınlara Zabel Yesayan’ın “Yıkıntılar Arasında” kitabında rastlıyoruz…
Bu kitapta beni çok rahatsız eden bir diğer olgu da bu felaketin insanları özellikle kadınları yan yana getireceği yerde aksine sınıfsal kaygıların hala devam etmesi. Yine Zabel Yesayan’ın kitabında buna dair iç yakan bir örneğe rastlıyoruz. 1895 pogromlarından kurtulup Adana’ya gelmiş ve burada da ikinci bir katliama maruz kalmış Muşlu, Vanlı Ermeni kadınlara Adana’nın şehirli kadınları tarafından uygulanan öteleme.
Katliam sonrası Adana’ya gelen yiyecek, giyecek yardımını almak için sıraya giren kadınlar paçavralar içinde sırada bekleyen bu zavallı kadınları onların bu sefalete alışık olmaları gerektiği gerekçesiyle sıranın en arkasına atmaları gerçekten tüyler ürpertici bir manzara. Tüm bu felaketlerin gölgesinde “en alttaki” kadınlar bir de sınıfsal sorunlarla mücadele ediyor. Zabel Yesayan o günlerden bugüne hem Avrupa’nın Hem Türkiye’nin hem de tüm Ermenilerin tanıdığı en önemli kadın yazar, en önemli isim.
1915’te sürgüne yollanacak Ermeni aydınlar listesinde adı bulunan yegane kadın. Şansı yaver gidiyor kılık değiştirerek yurtdışına kaçabiliyor, böylece bugün onun ismi öldürülmüş diğer aydınlarla anılacaktı. Ancak bu onun şansı mıydı? Bunu olumlu cevaplamak zor çünkü 1915 bu kadının hayatına tamamen farklı bir yön verdi.
Öncelikle çok sevdiği ve yaşamaktan büyük mutluluk hissettiği şehrinden “İstanbul”un’dan ayrılmak zorunda kaldı. Yıllarca Avrupa ve Kafkasya’nın değişik şehirlerinde kaldıktan sonra yüreğinde sosyalizm ateşiyle Ermenistan’a yerleşerek burada bir hayat kurdu. Çok mutluydu ama burada da felaketler onu rahat bırakmadı bu sefer de vatan haini olduğu gerekçesiyle Stalin kovuşturmalarına uğradı ve sürgün yollandığı Sibirya yolunda büyük ihtimal Hazar denizi kıyılarında öldürülerek cesedi yok edildi.
Kadınların hareket alanı tam olarak ne zaman genişliyor peki?
Özellikle Uyanış’tan sonra söylediğim gibi büyük bir kültürel devrim oluyor. Kadınlara yeni hareket alanları açılıyor. Düşünseniz 1850’lı yıllarda kadınlar tiyatro sahnesinde..1858’de Ermeni kadınlar tiyatroda görülüyor. Ağavni Hamseyan (Fani) sahneye çıkan ilk kadın başrol oyuncusu.
Feminizmin ayak sesleri o dönem mi duyuluyor?
Aras Yayıncılık’tan çıkan Melissa Bilal - Lerna Ekmekçioğlu’nun derlemesi olan “Bir Adalet Feryadı” isimli kitapta bu konular detaylı anlatılır. Bu kitapta 5 Ermeni feminist kadın öne çıkar bu kadınlardan Elbis Gesaratsyan, İlk Ermeni kadın dergisini yayınlayan feminist kadın yazardır. Elbis Gasaratsyan kadın kurtuluşunu eğitim ile koşullandırıyor Bu dergi bir çok kadını etkilediği gibi erkek okurlara da sahip olduğu biliniyor.
Aslında yine o dönem Nazlı Vahan (Feminist yazar Sırpuhi Düsap’ın annesi) var.
Bu kadın evinde sanatsal, felsefi ve siyasi toplantıları düzenliyor. O evde yetişen Sırpuhi Vahanyan-Düsap da doğal olarak ileride feminist bir Ermeni kadın yazar olarak kadınların kurtuluşunu kadının ekonomik özgürlüğüne bağlayarak devrim sayılabilecek fikirleriyle büyük tartışmalara yol açıyor ve pek çok kadının hayatına dokunuyor. Sırpuhi Düsap gibi Mari Beyleryan da kurtuluşu kadının ekonomik bağımsızlığında görmüştü ama bu konuda şaşırtıcı bir şekilde ahlakçı bir tutum izlemekteydi.
Bir de Mari Beyleryan var…
19. yüzyıl sonu Ermeni kadın düşünür ve aktivistlerinden. Mari Beyleryan, Ermeni kadınını diğer bütün kadınlardan çok daha fazla mahrumiyet yaşamış, zulüm görmüş olduğu, özellikle taşrada esaret zincirleriyle yaşamını sürdürmeye çalışan Ermeni köylü kadınının gerçeğini hep göz önünde tutarak tüm bunları feminizme tek kurtarıcı olarak teslim olmak için sebep olarak düşünmemektedir. Dönemine göre ileri sayılabilecek kadın özgürlüğü gibi bir konuyu kendine dert edinen, siyasi görüşleri sosyalizmin alevleri içinde pişen bu devrimci kadın hiçbir zaman kilisenin, Ermeni Hıristiyanlığının zincirlerini koparmayacaktır.
Mari Beyleryan, genç yaşta Hınçak Partisine üye olmuş, Sultan Abdülhamit’in 1885 reformlarını nihayet uygulamaya koyması için baskı yaratmak amacıyla düzenlenen Babı Ali Nümayişi için kadın örgütlenmesine girişmiştir. 1896 yılında bazı Hınçak partili birkaç militanın da katıldığı ancak daha ziyade Taşnagtsutyun partisinin düzenlemiş olduğu “Osmanlı Bankası Baskını”ndan sonra bu olayda hiç dahli olmadığı halde tutuklama talebiyle aranır.
Beyleryan kurtuluşu artık yurt dışına kaçışta bulacaktır, böylece 1896 yılının güz aylarında Mısır’a kaçar. 1908 yılında 2. Meşrutiyetin ilanından sonra memlekette esen ılımlı rüzgarlar onu kendine çeker. 1909 yılında Beyleryan önce İstanbul’a gelir, amacı buradan taşraya yollanmak, oralarda dolaşıp okullar açmak, öğretmenlik yapmaktır. 1913 yılında Beyleryan bir kız okulundan aldığı teklifi değerlendirmek üzere Yozgat’a gider. Rüyalarını gerçekleştirmiştir. Artık taşradaki küçük kızkardeşlerinin hizmetindedir. Ancak bu mutluluğu uzun sürmez, 1915’in felaketi kapıyı çalmak üzeredir. Kadın hareketi öncülerinden, yazar, gazeteci, aktivist Mari Beyleryan yüzlerce kızkardeşiyle birlikte Felaketin kurbanları arasına katılır.Tam olarak nerede öldürüldüğü bilinmemektedir.
Kadınları sadece “soykırımla” anmak bizim utancımız gibi..
1915 yılının Nisan ayında sürgüne yollanan aydın kafilesinde aşağı yukarı herkesin ismi bilinir ve sık sık telaffuz edilir, içlerinde hiç kadın yok gibidir. Biraz kurnazlık biraz da şans eseri 1915’in ölüm yolculuğuna çıkmaktan son anda kurtulan Zabel Yesayan, sürgün listesinde yer alan tek kadın aydındır. Listede adı geçmemesine rağmen diğer bir kadın yazar Sibil eşiyle birlikte saklanarak yine bu felaketten korunan bir diğer isimdir.
Ancak o dönemde gerek başkent gerekse taşrada öğretmenlik, tiyatro oyunculuğu, gazetecilik, sanatçı gibi aydın Ermeni kadınların akıbeti konusunda yeterli bilgiye sahip değiliz. Özellikle hayatın zifiri karanlıklarda ilerlediği taşrada genç kızlara bir avuç ışık götürmek için köy köy dolaşıp öğretmenlik yapan genç kadınlar ve rahibeler artlarında 1915 kurbanı oldukları bilgisi dışında ne bıraktılar?
Son olarak sizce bugün yaşayanlar, bizler o günleri hissedebiliyor muyuz tam olarak?
Asla her iki taraf anlayamıyor. O korkunç acıyı kimse anlayamaz. Ancak hissedebiliriz. Bizim sokaktan “Feriköy Ermeniler’e mezar olacak” diyen bir grup geçti geçen yıl. Ben o anı hiç unutamıyorum. Hiçbir şey yapamamayı hissettim, ancak o zaman panik halinin ne olduğunu anladım. O panik içinde birazcık o günleri hissedebildim. Bu anlatılmaz ve anlaşılamaz bir acı.
Yüzleşme konusunda tamamen geç kalındığını tamamen fırsatları kaçırdığımızı düşünüyorum. Son beş altı yıldır yükseltilen milliyetçilik ve toplumda yükseltilen gazın tekrar normal koşullara dönmesi çok zor olacak. Tamam, suya bir taş atıldı bunun oluşturduğu dalga geri dönmez bu da bir gerçek ama bu dalga 80 milyonluk bir toplumda çok küçük bir azınlığı etkiliyor. Çok az insan yüzleşmeye hazır bu ülkede.
Mesela, Hrant Dink’in ölümün ortaya koydu kalabalık da bugün yok. Çoğu artık geçek kimliğine geri döndü. Zaten orada olmayanlar da daha keskinleşti. Daha bir on sene kadar biz yüzleşme konusunda adım atamayız gibime geliyor. (EMK)