Sağlamcılık, toplumu oluşturan bireyleri “yeteneklerine göre sınıflara ayırdığını sanan” büyük bir yanılsama ideolojisidir. Bu yanılsama hakkındaki farkındalığın azlığı, sağlamcı tezlerin şiddetle savunulmasına ve engellilikle ilgili tıbbi yaklaşımın egemen olmasına yol açmaktadır.
2024 Paris Olimpiyatları’nda Türkiye spor tarihinin ‘tarihi’ fiyaskosu ‘kazanılamayan madalyalar’, dünya nüfusu içinde 17. sırada olan Türkiye’nin 64. sırada olması ile izah edildi.
Aslında kamudaki mülakat, nepotizm, yozlaşma sürecinin bir doğal sonucu olan genel niteliksizleşme süreci spor alanına da yansımış oldu. Sporun “spor olsun diye” yapılmadığı, bir sektör haline geldiği ve milli gurur okşama aracına dönüştüğü konjonktürde milliyetçi-muhafazakar iktidarın bu konuda çuvallamış olması incelemeye değerdir.
Uluslararası arenada ülke bayrağını dalgalandırabilmek için yapılan onca masraf, harcanan onca bütçe spor olsun diye yapılmıyor! Ancak sonuçlar gösteriyor ki bu alanda ifade edilen hamasetli nutuklar, şişirilmiş reklamlar ile “saha” arasında uyum yok! Lafla performans olmuyor.
Nüfusu Türkiye nüfusunun altına kalan elliden fazla ülke Türkiye’yi geçecek bir performansı genel olimpiyatlarda gösterdi. Genel olimpiyatların aksine Paralimpik Olimpiyatlar da ise görece bir “başarı” açığa çıktığı ifade ediliyor.
Öncelikle genel olarak tüm sporcular için başarının madalya sayısı ile ölçülmesinin birçok sporcunun, spora katılım hakkını kısıtladığını bilmeliyiz. Her sporcudan “milli bir performans beklentisinin olması” bu süreçte binlerce yeteneğin yok sayılmasına yol açmaktadır. Ayrıca spor yapmak için yetenekli olmanın şart koşulması da yine sağlamcı yaklaşımın sonucudur. Özellikle engellilerde rehabilitasyon ve terapi aracı olarak da ele alınması gereken spor faaliyetlerine; başarı, madalya, puan odaklı yaklaşılması birçok açıdan sağlamcı, ayrımcı ve riskli bir yaklaşım olmaktadır.
“Engellilerin spora katılım hakkı” Birleşmiş Milletler (BM) Engelli Haklarına İlişkin Sözleşme’nin düzenlediği ve Türkiye’nin uygulamayı taahhüt ettiği haklar listesi içerisindeki “bir haktır.” Türkiye bu sözleşmeyi iç hukukuna 2015’ten bu yana tüm şartları ile dahil etmiş ama uygulamasında yeterli adımı henüz atmamıştır.
Türkiye’nin Engelliler için 2030 vizyonu belgesinde de BM Engelli Haklarına İlişkin Sözleşme’nin ilkeleri esas alındığını görüyoruz. Mevzuat konusunda sözleşme ile uyum konusunda çeşitli adımlar süreç içerisinde atıldı. Ama uygulamada 2012’de tamamlanması gereken erişilebilirlik meselesi sürekli ertelenmektedir.
Engellilerin birçok hakkı gibi spora katılım hakkı da “erişilebilir bir kent ve yaşam olmadan” “zihinler, ayrımcı bir ideoloji olan sağlamcılıktan arındırılmadan” yaşama geçme koşullarına sahip değildir. Çünkü “engelli bedenleri” sağlamcı bir ayrımcılığın saldırısı altındadır. Engelli bedenlerini yeteneksizlikle (dis-ability) örtüştüren sağlamcılık (ableism), bir tür ırkçılık olup buna karşı bir zihinsel ve söylemsel dönüşüm sağlanmadıkça, bedenler bir tür yarış atı gibi sahalara sürülecektir.
Maalesef çoğunluğu eğitim, sağlık, iş ve gelir imkânlarına erişimde güçlük yaşayan engelli nüfus için “spora erişim ve katılım hakkı” ne engelli kamuoyunun ne de sorumlu kamu yönetiminin gündemindedir.
Spor alanının gittikçe sektörleşen, siyasallaşan, şiddetle, cinsiyetçilikle, küfürle hemhal olan ve “sporu spor olmaktan çıkaran, rekabet ve yarışı önceleyen” dönüşümü, sadece engellilerin değil herkesin spora katılım hakkını kısıtlamaktadır. Sporu oyun olmaktan çıkarıp rekabetçi ve ticari bir faaliyete dönüştüren bu ana akım yaklaşım, milyonlarca insanın spor hakkını kısıtlamaktadır. Ancak engelliler için sporu konuşmanın ön koşulları, sağlamcılıkla mücadele ve erişilebilir yaşamdır.
Engellilerin spor kulüplerine yönelik birçok kamu kurumu ve yerel yönetimler yasal görevlerini yerine getirmemektedir. Erişilebilir tesislerin yokluğu, bu tesislere ulaşmada toplu taşıma ve ulaşım sorunun çeyrek asırdır çözülmemiş olması en temel sorunlardandır.
Yerel yönetim yönetimlerinin engelli hakları konusundaki düşük bilinci ve yetersiz farkındalığı “sağlamcı tesislerin” artmasına, erişilebilir mekanların ise yeterince artmamasına neden olmaktadır. Bazı belediyenin engelli sporuna destekten anladığı tek şey “bir otobüs tahsis” etmekten ibaret olup birçok belediyenin bu düzeyde bile bir katkısı mevcut değil.
Spor herkes için bir hak ise yapacakları sporla ilgili karar alma süreçlerine yerellerden başlanarak engellilerin ve ailelerinin dahil edilmesiyle işe başlanılabilir. Birçok engel grubunda doğru spor dalının seçilmesinde ve uygun mekanların erişiminde sorunlar yaşanmaktadır. Engellilerin spor hakkı için savunuculuk faaliyetlerinin artması ve sağlamcı olmayan yaklaşımların egemen kılınması için doğru rehberlik faaliyetlerinin de yürütülmesi gerekiyor.
Sonuç olarak Paris’teki Paralimpik Olimpiyatlarda Türkiye’den katılımcı olan sporcular genel sıralamada görece bir başarılı sonuçla döndüler. Ölçü madalya olacaksa “Unparalimpikler” hiç altın madalya alamadan 8 madalya ile 64. sırada döndüler, “kahraman paralimpikler” ise 6’sı altın olmak üzere 28 madalya ile 23. sırada döndüler denilebilir.
Paralimpik sporcuların “bu başarısını” yine sağlamcı bir ifade ile medyada sunulması “Engeline rağmen…” diyerek haberlerin yapılması konu hakkında medya emekçilerinin de yeni ve eşitlikçi bir söyleme ihtiyaç duyduklarını göstermektedir. Öte yandan “paralimpiklerin unparalimpiklere” göre daha çok madalya kazanmış olması sonucu 10 milyon engellinin yaşadığı Türkiye’de engellilerin spora katılım hakkı konusunda atılması gereken adımların atıldığının göstergesi değildir. Engelliler için spora katılım hakkı kapsamlı bir şekilde ve erişilebilir bir yaşam içinde ele alınmayı beklemektedir. Bu kapsamda BM Engelli Haklarına İlişkin Sözleşme 30. Maddesi iyi bir çerçeve olarak görülmeli ve gerekleri yaşama yansıtılmalıdır.
(SO/AD)