Osmanlı ile günümüzde bir süreklilik var mı? Kimi açılardan var; kimi açılardan yok. Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın oğlu Prens Mustafa Fazıl Paşa’nın (1829, Kahire - 1875, İstanbul) Osmanlı’nın sürgüne gönderdiği Paris’ten Padişah Abdülaziz’e gönderdiği mektup, 1867 tarihli olmasına karşın, sanki bugün yazılmış gibi geçerli. Örnek olarak, mektuptan, cımbızlama yapalım:
“Padişahların sarayına en güç giren şey doğruluktur.” (Teber, 1986, s.35)
“Türkiye’de bir kamuoyu, halkta ortak bir duygu ve fikir birliği bulunmadığı için, birçok küçük memurlar, yolsuz tutum ve davranışlarından dolayı hiçbir zaman sorumlu tutulmazlar. Durum böyle olunca, bu çeşit memurları istediklerini yapmaktan kim alıkoyabilir.” (Teber, 1986, s.39)
“Eyvah ki sağduyuya sahip vatandaşlar da şimdi, kendilerinin hiç bir teşebbüsüne meydan vermeyen, başına buyruk bir hükûmetin mengenesi altında ezilip kalıyor.” (Teber, 1986, s.41)
“Milletlerde düzen ve güveni sağlayan ve öteki bütün düzenlerin anası olan şey, sadece hürriyettir ki, onun yerini başka hiçbir şey alamaz. Esirlik altında bulunan bir millet ise, imkânı yok, eğitim ve öğrenime iltifat etmez. Ne zaman bir milletin bütün hakları, kendisini yöneten devletin sağlam garantisi altında bulunursa, o millet, her fırsatta, iyiyi ve doğruyu arar, bilgi ve kültür sahibi olmaya rağbet gösterir. Şurası açık bir gerçektir ki cahillik ve esirliği kabullenmiş, bunları kanıksamış milletler hem alçak hem de hain olurlar.” (Teber, 1986, s.42)
“Hakların korunmasının bulunmadığı yerlerde nihayet ekmek de bulunmaz olur; hürriyet gibi o da önünde sonunda mumla aranır hale gelir.” (Teber, 1986, s.46)
“Harekete geçtiğiniz zaman, dış düşmanların kışkırtmasıyle memleket içinde kendini gösterebilecek her türlü ayaklanmayı ve direnmeyi sizin yiğitçe ve askerce cesaretiniz ve sahibi bulunduğunuz değerli ordu, derhal sindirebilir. Yalnız bu ordu, galip geldiği böyle bir halka karşı ekmek ve akıl ve bunlardan sonra da kendilerinin özgürlüğü konusunda garanti verebilir mi?” (Teber, 1986, s.48-49)
“(...) [D]in ve mezhep, ancak, insanın manevi yapısına hükmeder ve biz insanlara sadece ahretin nimetlerini vâdeder. Yani, şunu demek isterim ki, milletlerin haklarını belirleyen ve sınırlayan din ve mezhep değildir. Din, sadece, ezeli gerçekler ve onların yargıları olarak kalmazsa, yani dünya işlerine de müdahale ederse, fayda yerine zarar getirir; herkesi telef eder, sonunda kendisi de telef olur.” (Teber, 1986, s.54)
“(...) [H]ıristiyanın ve müslümanın başka başka dünya anlayışı yoktur; çünkü, adalet denilen şey yeryüzünde yalnız bir tanedir ve tektir.” (Teber, 1986, s.54)
Bu mektuptan 4 sene sonra, Paris Komünü dünyaya geliyor. Marx’ı “cüce canavar” olarak adlandıran Osmanlı başbakanı Mehmed Emin Âli Paşa’nın (1815-1871) 25 Temmuz 1871’de Paris Komünü ile ilgili olarak yaptığı açıklama şöyle:
“Bildiğiniz gibi, çağımız maddi bilgiler yönünden geçen yüzyıllarla oranlanamayacak ölçüde ileridir. Ancak insan toplumunu asıl ayakta tutan toplumsal ahlakın dayanağı gibi bağlar ne yazık ki dikkate alınmamaktadır. Bu ilgisizliğin vahim sonuçları ortada. İşçiler, sermayedarlarla servet ve refahca eşit olmak için mevcut malları bölüşmek gibi sakıncalı-tehlikeli düşüncelere kapılmışlar. Yalnız o kadar değil, hükümet yönetimine ortak olmak da istiyorlar. 1860-1861 yılları arasında beliren bu tehlikeli düşünceler, şu dokuz on yıl süresince habis ruhlar gibi Avrupa’nın her tarafına yayılmıştır. Bu nitelikli kişilerden oluşan ve teşekkül eden cemiyetin adı: Enternasyonal’dir. Enternasyonal’in Londra’da bir merkezi, Amerika’da ve İsviçre’de şubeleri vardır. Üyeleri çoğalmış, sermayesi artmıştır. Pekâlâ bilirsiniz ki, bu vahim-tehlikeli istekler-emeller-kuruntular, dünya düzenine (nizam-ı âleme) aykırıdır. Gerçekleşmeleri –Allah göstermesin- türlü türlü ihtilâl ve uyuşmazlıklara yol açar. Böyle düşünenlerin Komüna’da neler yaptıklarını gördük. Paris’in hali meydandadır. Haydutluğu meslek edinmiş bu adamların amacı, insan toplumlarını vahşet durumuna ve hayvanlığa geri götürmektir. Hem kişiliğimize (mizacımıza) hem ahlakımıza ters düşen bu gibi fikirlerin ülkemizde ilgi görmeyeceği doğaldır. Ancak, Osmanlı Devleti’nin toprakları çok geniş ve Padişahın kulları kalabalıktır. Bu nedenle dikkatli olmalıyız. Bu uğursuz fikirler hudutlarımızdan içeri girmemelidir. Bu bozuk düşünceli kişilerin amaç ve isteklerini yaymalarına olanak vermemeliyiz...” (Teber, 1986, s.85-86)
Paris Komünü (18 Mart-28 Mayıs 1871) sırasında ve sonrasında, Osmanlı erkanı ve yandaş kalemleri, Komün’le ve komünarlarla ilgili karalama kampanyaları yapıyorlardı.
Bunlar, komünarlar için, bugünkü dille “çapulcu” anlamına gelen “yağmager-i uzümal” ifadesini kullanıyordu (Teber, 1986, s.92) ve Enternasyonel için “Fesat Cemiyeti” ve Marx içinse, “eşkiyanın kumandanı”, “amele sınıfının kralı” gibi sözler sarf ediyorlardı.
Paris Komünü’ne katılan üç Osmanlı devrimcisinden biri olan Reşat Bey, 5 Haziran 1872 tarihli “İbret” gazetesinde, Saray’ın ve yandaşlarının Paris Komünü’yle ilgili yalanlarına karşı, tanıklıklarına dayalı olarak, Paris Komünü’nün içyüzünü anlatıyordu (Teber, 1986, s.87-94). Reşat Bey’in yazısında, bir ayrıntı dikkat çekiyor. O, Paris Komünü’nün Cezayir halkının bağımsızlığını ilan ettiğini belirtiyor. Belki de, bu, “ulusların kendi kaderini tayin hakkı”nın bir öncülü.
İbret Gazetesi’nin başyazarı olan Namık Kemal de, Paris Komünü’nü destekleyen yazılar yazmıştı ve bu açıdan, Osmanlı basın dünyasında tek değildi; Ahmet Mithat Bey başta olmak üzere birçok Osmanlı yazarı, “Devair-i Belediye tarafdârânı” (Komün taraftarı) idi. Bir diğer Osmanlı komünarı olan Nuri Bey de, Namık Kemal gibi, aynı gazetenin bir başka sayısında, emeğin hakkını alamadığı bir dünyaya uygar denemeyeceğini yazıyordu (Teber, 1986, s.100):
“Avrupa’nın hemen her tarafında amele sınıfı yürekler dayanmıyacak bir haldedir. Bir fabrikacı mâlik olduğu sermayesi kuvvetiyle birkaç bin kişiyi esir gibi kullanıyor. Gördükleri işin onda birine mukabil olacak derecede bile ücret vermiyor. Öyleyse niçin çalışıyorlar? Ya ne yapsınlar? Ameleden biri ücretin kılletinden (azlığından) dolayı bir fabrikayı terkettiği takdirde başka fabrikaya kabul olunmaması için fabrikacıların ittifakı var” (Teber, 1986, s.100-101).
Üç Osmanlı komünarı, Yusuf Paşazâde (Menâpirzâde) Nuri Bey (1844, Kahramanmaraş - 1906, İstanbul), Sağır Ahmet Paşazade Mehmet Emin Bey (1843-1874) ve Kayazade Reşat Bey (1844-1902), Paris Komünü’nde yalnızca 20’li yaşlardaydı. Ancak, Yeni Osmanlı Cemiyeti kurucu üyelikleriyle içiçe geçmiş devair-i belediye tarafdârânlıkları, bir gençlik heyecanı olarak kalmayıp ömürlerinin sonuna dek sürdü.
Osmanlı komünarları, yalnızca, Paris Komünü’ne katılmış olan Mehmet, Reşat ve Nuri Beylerden ibaret değil; çünkü Osmanlı toprakları, bizzat komünü yaşadı. Bu, Istranca Komünü idi. 18 Ağustos ile 8 Eylül 1903 arasında yaşayan Istranca (Yıldız Dağları) Komünü’nün merkezi, bugünkü Türkiye-Bulgaristan sınırına yakın olan Karadeniz şehri Vasiliko (Tzarevo, Miçurin) idi. Özerk bir Makedonya talep eden İç Makedon Devrimci Örgütü’nün Osmanlı’nın Edirne Vilayeti’ne karşı çıkardığı İlinden–Preobrajeni Ayaklanması’nın sonucu olarak kurulan Istranca Komünü, kaynakların eşit bölüşümü, adil karar mekanizmaları ve halkların eşit yurttaşlığı ekseninde aldığı mesafeyi daha da genişletecekken, kısa sürede dağıtıldı.
Ayaklanmanın önderi, milliyetçiliklere prim vermeyip Osmanlı Padişahı’na karşı tüm ezilen halkların ittifakını esas alan ve bu nedenle bir Balkan Federasyonu’nu savunan Bulgar anarşisti Mihail Gercikof’tu (1877, Plovdiv, Osmanlı İmparatorluğu- Sofya, Bulgaristan). Gercikof’un görüşleri yaygınlaşsa ve Istranca Komünü daha uzun ömürlü olabilseydi; Türkiye, belki de, sosyalist bir Balkan Federasyonu’nun bir parçası olacaktı... Aynı ayaklanma sonucunda kurulan bir diğer komün/cumhuriyet olan Kruşevo Komünü ise, 10 günlük ömründe (3-13 Ağustos 1903) Bulgar-Makedon sosyalisti Nikola Karev’in (1877-1905) önderliğinde ortaya çıkmasıyla dikkat çekiyordu. Bu kısa ömründe, Komün’ün çıkardığı bildiri, Müslüman halklara çağrı yapıyor ve onları Osmanlı tiranlığına karşı omuz omuza savaşmaya davet ediyordu. Bugün Kruşevo ve İlinden Ayaklanması önderleri, Makedon Milli Marşı’nda geçiyor (bkz. http://en.wikipedia.org/wiki/Denes_nad_Makedonija)
Balkan komünlerinde, sonunda milliyetçilik galip geldi; tüm halklar kaybetti. Bugün aynısının tekrarlanmaması için, elimizden geleni yapmamız gerekiyor. Hedef, tarihin tozlu raflarında kalan bir olay olmaksa; bu kadarı, yeterli. Yok eğer hedef, geçmişe değil geleceğe mal olmaksa, daha çok emek vermek gerekiyor. (UBG/AS)
* Kaynak: Teber, S. (1986). Paris Komünü’nde üç yurtsever Türk: Mehmet, Reşat ve Nuri Beyler. İstanbul: De Yayınevi.